- 1300 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
Gemilerindeki Adam: Ahmet Uluçay…
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
“Bu adam burda gımıldecek, başka çaresi yok!”
Filmi ve konusunu teşkil eden hayat hikâyesini sayfalar dolusu yazıp bir dosya haline getirdikten sonra, Ahmet Uluçay’a “bütün yazılanları bir cümlenin içine sığdırmak istesek bu cümle sizce hangisi olurdu?” diye sorsaydık, yanıtı büyük bir ihtimalle bir sahnedeki Recep’in, arkadaşı Mehmet ile onca çabalarından sonra, topladıkları kopuk film şeritlerindeki suretlerin hala hareket etmediğini gördüğünde dudağından dökülen inanç ve kararlılığın bu kelimeleri olurdu.
Hayallerin şartlara değil, şartların hayallere bağlanışının inanç, cesaret, gayret tahammül ve tevekkülle yoğrulup, sabırla mayalanarak alın teriyle piştiği Karpuz Kabuğundan Gemilerin maviye kavuşmasının adıdır Ahmet Uluçay.
Zordur, geniş ufukları sınırları belirlenmiş dünyalarda anlatmak, kabuğunu çatlatıp aykırı tutkularının peşinden koşmak… başkalarının değil, kendi hayatını yaşamak adına, en yakınlarından başlayıp yaşadığın çevrenin ördüğü duvarları aşmak…Ekonomik kaygılardan tutun da farklı olanın yadırganması, ayıplanması hatta yok sayılması gibi bir sürü duvarlarla örülmüş bir coğrafyanın küçücük bir kasabasında bunu başarabilmek, ilk başta büyük bir erdemin eseridir. Düşündüğü gibi yaşamak, yaşadığı gibi düşünmek veya olduğu gibi görünüp göründüğü gibi olmaktadır bu erdem. Filmi ve yönetmenini başarıya götüren unsurların çıkış noktası da budur.
Tarihi, siyasi, ekonomik pek çok unsurun belirlediği düşünce yapısı ve davranış biçimlerince şekillenen, çoğu zaman, çoğu insanımızca farkında dahi olunamayan baskının hegemonyasına aykırı bir yaşam sürmenin bedeli ağırdır elbette. Rahat bir yaşam olanağı sağlayacak, genellikle bir devlet kapısında memuriyet, öğretmenlik veya toplumca daha üst düzey itibara sahip doktorluk, avukatlık, yöneticilik vb. mesleklere odaklanmış bir genel kabul ve beklentilerin arasında dillendirilemeyen ideallerin doruklara sevdalı yüreklerinin hikâyesidir Recep ve Mehmet’in kadrajından yansıyanlar. Bu şartlar göz önüne alındığında Ahmet Uluçay’ın adımladığı yolun ne kadar zor ve çetrefilli olduğunu daha iyi anlayabiliriz. Ve başarılı bulduğumuz, takdir ettiğimiz insanların sayısının nispi azlığının bu gerçeği nasıl iyi yansıttığını…
“2 Aralık 1954-30 Kasım 2009,yönetmen. Kütahya’nın Tavşanlı ilçesine bağlı Tepecik Beldesi’nde doğdu ve orada yaşadı. Kendi imkânlarıyla yaptığı kısa filmlerle çeşitli festivallere katıldı. Yaşam öyküsünü anlattığı ilk uzun metrajlı filmi Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak ile ülke çapında tanındı. Film Türkiye’de ve dünyada çok sayıda ödül aldı. Uluçay beynindeki tümör ve zatürree hastalığı nedeniyle İstanbul Çapa Tıp Fakültesi Hastanesinde 30 Kasım 2009 tarihinde öldü.” Birkaç satırla anlatılan ansiklopedik biyografisinin satır araları, bizleri özgürlüğün tanımıyla karşılıyor. Maddenin esir edemediği bir insan portresi dikkat çekiyor onu tanıdıkça. Gerçek özgürlüğün maddenin esaretine girmemek olduğunu anlatıyor bizlere her söylediği söz, yaşadığı topraklar. Mal, mülk, para, şan, şöhret gibi dünyevi emelleri yok onun. O sadece ruhunun uçsuz bucaksız iklimlerindeki güneşi gösterme gayretinde bizlere. “Çayım, sigaram varsa sorun yok” söylemi bunun en güzel göstergesi değil mi? Recep ve Mehmet’in tutkularını yaşarken yanlarında üçüncü bir karakter daha var. Özellikle yıkık binada kendi yaptıkları film projeksiyon cihazı ile pelikülleri kımıldatmaya çalışırlarken görüyoruz; Fizuli Caferof’un canlandırdığı Deli Ömer’i. Ahmet Uluçay bu karakterle önemli mesajlar aktarmış sanat ve sanatçı ile ilgili bizlere: bir sanatçının düşünceleri, hayalleri, tutkuları; kafaları ve ruhları dikenli tellerle çevrilmiş, duvarlarla örülmüş, bir adım ötesine geçebilme imkânının olmadığı hayatlarca anlaşılamaz, delilikse bırakın, biz deli olalım. Evet, sanat, doğrudan ruhun konusuydu ona göre, ruh özgür olmalıydı, engel olmamalıydı önünde akıl bile. Deli Ömer sanatın en önemli unsuru ruhun özgürlüğünü imgeliyordu. Sanat, bu yüzden akıllıların işi olmadı hiçbir zaman. “Delilerin ve kedilerin olmadığı bir film düşünemiyorum” sözü bunu kanıtlıyor zaten. Özgürlük ve masumiyet, bu iki temel, olmazsa olmazı Ahmet Uluçay’ın.
Gayretin, inanmanın, cesaretin ve kararlılığın hedeflere ulaşmada yetersiz kalabileceği durumlar vardır. Artı bir güç, bir isteklendirme, bir moral kaynağına da en az diğer unsurlar kadar ihtiyaç duyulan anlarda Recep’in Kayı dedenin kabri başında ona içini döküp, ondan yardım istemesi bu noktayı vurgulayan güzel sahnelerdi. Eski bir geleneğin, alışkanlığın eseri olan bu türbelerden yardım isteme âdeti, aslında bir çocuğun tüm masumiyet ve içtenliğiyle Rabbi’ne yönelişini ifade ediyordu. Ve duanın yanında gayretin de mutlak gerekliliğini.
Çocukluk yıllarında kelimeleri tersten okumak, sonraki yıllarında resim, heykel, şiir, edebiyat dergisi çalışmaları…hep farklı bir insan portresiyle karşılaşıyoruz Ahmet Uluçay’ı tanıdıkça. Tarım ve hayvancılıkla uğraşan insanların içinde hep aykırılığı ile dikkat çekiyor o. Annesinin yaptığı heykellere namahrem diye elbiseler diktiğini, babasının kendisine nasıl kızdığını anlatıyor ve “Hayat, beni ezip büzmek istedi, izin vermedim” diyor röportajlarında. Büyük şehirleri hiç sevmediğini anlatıyor, onca gürültü ve karmaşanın arasında hayal kurulamayacağı görüşünde. Yaşadığı köy, onun hayalleriydi, O, hayallerinden hiç vazgeçmedi.
Zor bir iklimde son derece narin ve nadide bir çiçeği büyütmenin, ona su vermenin, hayat vermenin sabrı ve fedakârlığının türküsü çınlıyor her bir karede. Bu çiçeği muhafaza edebilmek için sağlam, sıcak, güvenilir bir korunak da lazımdır elbette. Bir gönül evi, bir latif gülümseme. Böyle bir yer, bir dost elinden başkası olmayacaktır tabi ki. İşte Mehmet, gönül aynası, can yoldaşı. Gerçek hayatta (İsmail Mutlu) da ona nasıl güç verdiğini anlatıyor ikisini de tanıyanlar. O da bir hürriyet aşığı. Hayallerinin ufuklarında birleşiyor gönülleri. Teknik konularda özellikle son derece kabiliyeti var Mehmet’in. Daha lise yıllarında fizik dalında Tübitak ödülü alıyor ve sonrasında Makine Mühendisliği okuyor. Bir ampul, birkaç pil ve sandıktan ortaya çıkardıkları film makinesinin ardındaki zekâ…
Gönül aynası dedik, dost iki yürek, tren yolunun kenarında buluşma yerleri. Önce Recep geliyor bir türkü söyleyerek, ardından Mehmet’e bakıyoruz, beş on dakika sonra da o geliyor aynı yere, aynı türküyü söyleyerek hem de: “Tren yoluna gül döktüm, Trenler geçmeyecek, Yarim bana söz verdi, Sigara içmeyecek…” Bir dostluk, bundan daha güzel nasıl anlatılabilirdi? Aynı türküyü söylediler hep ve aynı çiçeği büyüttüler…
Ve bir başka sevdası:Nihal…hayallerinin eksik yanı olarak kaldı belki de yönetmenin. Bu dünyada hiçbir şeyin tastamam olamayacağını anlatıyordu hayat ona, o da bizlere. Nihal’e can veren oyuncu Boncuk Yılmaz dışında ismi duyulan olmadı filmdeki sanatçılarından. Ama Boncuk Yılmaz’ın kaderi değişiyordu bu filmle. Bir tren yolculuğunda görüyor Ahmet Uluçay kendisini. Görür görmez direkt yanına yaklaşıyor ve o zaman daha iletişim fakültesi öğrencisi Yılmaz’a: “Sen Nihal’sin” diyor. Şaşkınlığının ardından projesini anlatıyor ve telefon numarasını veriyor Uluçay. Sonrası malum, hakkını veriyor oyuncu Nihal’in, Siyad umut veren kadın oyuncu ödülüne layık görülüyor ve birçok ünlü yapımda adından bahsettirmeye devam ediyor Boncuk Yılmaz.
Yine bir festivalde Ezel Akay’la tanışıyor Uluçay. Ünlü yapımcıdan destek sözü alıyor uzun metrajlı filmi için. Ve söz yerine getiriliyordu. Basına verdiği bir demecinde Uluçay’ın ilginç üsluplar denediğini vurguluyor, ’Biz onu bedenen kaybettik ama kazandık diye düşünüyorum. Çok ilginç bir kazanımı oldu Türk sinemasının Ahmet sayesinde. Kısa filmleri biraz daha dikkatle incelendiğinde en azından Türkiye’de hiç denenmemiş araçların ve duyguların bir araya geldiğini görüyoruz’ diyordu Ezel Akay.
İlker Berke’nin her bir kareye işlediği yaşamın ruhu, filmi bir kurgu olmanın ötesine taşıyan unsurların başındaydı. Bir görüntü yönetmeninin bir ağaca, bir tren yoluna, bir sokağa veya sıradan bir objeye, bir figüre nasıl rol biçebileceğini ispatlar nitelikteydi bu eser aynı zamanda. Objektifine takılan her bir ayrıntının anlatacak şeyleri olduğunu, bir yolun, bir duvarın, bir çeşmenin…kendi hikayelerini kendi lisanlarınca ifade edebileceklerini söylüyordu bizlere bu başarılı isim.
Samimiyet ve tevazunun, gerçeklik ve duygusallıkla tam bir ölçü içerisinde harmanlanıp, yürekten doğanın yüreklere sirayetidir bu Karpuz Kabuğundan Yapılan Gemiler. O gemileri yaptı Ahmet Uluçay; ki gördüğü bütün yürekleri bir köşesinden yakalayıp güvertesinde maviyi hızla tüketmekte olan bir zamanın ötesine taşısın…O gemiler, insanlarca çok sevildi, her kesimden, her hayattan büyük ilgi gördü,ödüllerle taçlandırıldı, çünkü Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak insancaydı, ve o gemiler insandı…işte filmin aldığı ödüller:
“16. Ankara Film Festivali, Umut Veren Yeni Erkek Oyuncu, Kadir Kaymaz
16. Ankara Film Festivali, Umut Veren Yeni Erkek Oyuncu, İsmail Hakkı Taslak
16. Ankara Film Festivali, En İyi Kurgu, Mustafa Preşeva
16. Ankara Film Festivali, En İyi Film, Ahmet Uluçay
23. İstanbul Film Festivali,En İyi Film, Ahmet Uluçay
26. Montpellier Film Festivali, En İyi Film, Ahmet Uluçay
San Sebastian Film Şenliği, Jüri Özel Ödülü, Ahmet Uluçay
26. Siyad Türk Sineması Ödülleri, Umut Veren Genç Kadın Oyuncu, Boncuk Yılmaz
26. Siyad Türk Sineması Ödülleri, En İyi Film, Ahmet Uluçay
Siyad Türk Sineması Ödülleri, En İyi Yönetmen, Ahmet Uluçay
Siyad Türk Sineması Ödülleri, En İyi Senaryo, Ahmet Uluçay
45. Uluslararası Selanik Film Festivali, Özel Mansiyon, Ahmet Uluçay
Montpellier Akdeniz Filmleri Festivali, Altın Antigone ödülü
San Sebastian Film Festivali, İkincilik ödülü”
“Karpuz kabuğundan gemi değil, Titanic bile yaparsın. Para değil, yürek meselesi.” diyor Ahmet Uluçay, hayalin ve yüreğin gücünü bir kere daha dile getiriyor bir açıklamasında. Ve en büyük hayalinin Oscar almak olduğunu söylerken bir göndermede bulunuyor bazı çevrelere “ ihanet etmeyeceğim ve batıya yaranmak için vatanıma sövmeyeceğim”. Kendi ifadesiyle Türk Sineması’nın tam ortasındaki adam, Bozkırda Deniz Kabuğu’nu tamamlayamadan Hakk’ın rahmetine kavuştu, nur içinde yatsın…ölümünden sonra pek çok yapımcı ve yönetmenin kameralar karşısına geçip,filmin yarıda kalmayacağı,mutlaka tamamlanacağı yönünde gayet kararlı ve mağrur açıklamalarına şahit olduk. Aradan 3 yılı aşkın bir zaman geçti, verilen sözlerin nerelere uçtuğu konusunda bir fikrimiz yok. Aynı söz Uluçay tarafından bir başka yönetmenin filmi için verilmiş olsaydı O da aynısını mı yapardı, gerisini siz düşünün… O’nu köyünden ayırmayan sebeplerden biri de budur belki, ne dersiniz?
mehmet abdırgan