- 502 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
İnsanlar Ölmesin
Düş yolculuğu…
Bir güz günüydü. Biz, üç kişiydik. Biri kardeşim, biri kardeşimin arkadaşı, birisi de ben. Ve geçtik…
Az önce yağmış ve dinmiş; yağmur sonrasıydı. Yol ıslak ıslak. Yağmur sonrasının saflığında kara ziftin üstündeki su gölcükleri ipil ipildi. Yağmur bitmiş, gökyüzü aydınlık değilse de yıkılmış akşamüstü güneşi parça bulutlar arkasındaki ince ufku kızıllandırıyordu. Yağmur sonrasının arı güneşi batıdaki uzak tepeler üstünden arkasına, bize, bu masal dünyasına bakıyordu…
Yarın hava güzel olacak…
Yarın sabah olunca güneş gene doğacak. Islanmış toprak, yıkanıp paklanmış atmosfer, kirinden, pisinden, sıcak yazın yapış yapış terinden ve cümle olumsuz etkenlerinden arınmış bir dünya…
Yaprakları sararıp solmuş ağaçlar yarın olunca yeşerecekler mi acaba? Ayvalar, elmalar, erikler, kayısılar, bademler yeniden çiçek açacaklar mı? Ya sarı saçlı kızılcıklar, al fistanlı gelincikler, laleler, sümbüller, güller…
Çiğdemler güzün fışkırır mı topraktan; sarı, turuncu, mor... Ya koyungözü papatyalar, mor menekşeler… Toprak tüter, kuşlar öter mi? Yorgun öküzler sallanır mı tavlı toprakta? Şalvarlı sarı kızın pulluğu gıytılı şarkılar söylerken ve uzun bacaklı, ak gagalı narin tarla kuşları çizi içlerinde solucan toplarken…
Güz yağmurları yanmış topraklara düşünce, güz güneşi de güneylere dikilip ışık ve ısı gönderince yalancı bahar sonbaharda otlar yeniden yeşerir. Yeşerirler yalancıya kanıp da ama yapraklar hep solgun, bakır kırmızısı, tütün sarısı ve kahverengi gibidir. Taş ahlatının, yaban muşmulasının, kır elmasının tepelerindeki tek tük kalmış meyveleri yapraklara inat düşmemek için direnir. Birçoğunun adını bile bilmediğim göç etmemiş kuşlar güzel sesleriyle öterler dere tepe her yerde. Tohum toprağa düşer. Sarı, siyah, kumral saçlı kızlar evlenir davul zurnalı düğünlerle. Türküler söylenir dört bir yana. Ve bir düş gibi, bir masal, bir öykü, destan gibi seneler sonrasına satır satır yazılarak. Nice nice yıllara! Nice mutluluklara! İnsanlara, iyi insanlara…
Ufukta kızaran güneşin pırıltılı ışıkları yağmur gölcüklerinde oynaşıyordu. Saçlarımız ıslak. Başımızdan düşen damlacıklar kirpiklerimizden, burnumuzdan, çenemizden sızıp yerlere dökülüyordu. Hepimiz yalınayak. Çoraplarımızı çıkarmışız, pabuçlar ellerimizde nereden geliyorduk ve nereye gidiyorduk, bilinmez. Bu dünyada değil, sanki masal dünyası gibi bilemediğimiz başka bir dünyadaydık biz. Başı ve sonu olmayan, geçmişi, geleceği olmayan ve cenneti istemeyen, cehennemden ürkmeyen, anı yaşayan, mutluluğu burada isteyen biz… İçimiz coşar, yüzümüz gülerken böyle bir güz günü üstümüzde mavi gökyüzü, ayaklarımızdan kaymayan toprak ve çıldırmayan tanrılar…
Zift yol ıslak ve sıcaktı. Sırt yerin düzüne gelince durdum. Yüzümü geriye çevirip başımı diktim. Batıya, geldiğimiz tarafa baktım. Nicedir yürüyorduk. Kimi adım adım, kimi koşarak, şarkılar söyleyerek, ellerimiz havada. Başımız dik, bedenimiz dinç, ufkumuz geniş, gönlümüz ferah, ıslak yolun şıpırtılarında, mutluluğun coşkusunda…
Mutluluklar! Nice nice... Uzun uzun… Nice yıllar size iyi insanlar!
Kimi koşup kimi rahvan geldiğimiz yerde kıvrım kıvrım bir yol vardı. Öte ucunda da kalp şeklinde bir göl vardı. Bu, gelin gölüydü. Pamuk eli bir yiğidin elinde, yiğidin bir eli de gölün belinde. Yiğit bir dağdı. Adı, güvey dağı… Güneş de üstlerinde. Gölün gözleri vardı. Dağın ve güneşin gözleri, gülen yüzleri vardı. Yürekleri vardı ve halimden anlıyor; bana el sallıyorlardı, sevgiyle…
Bin yıl oldu…
Bin yıldır yürüyorduk. Bugün gibi, dün gibi, dünden öncesi, üç bin, dört bin yıl öncesi gibi. Yorgun değildik. Gençtik, yaşlı değildik; beş bin yıl öncesi gibi. Gene şarkı söylüyorduk, o günkü gibi…
Sırt yerin tepe düzündeydik. Üç kişiydik. Durup dikilmiş, yüzümüzü batıya çevirmiştik. Bir göl vardı çukur yerde. Mavi gözlü. Kıvrım kıvrım bir yol vardı ve pırıl pırıldı. Pırıltılar yıldız yıldız çakarak birbiriyle ışık yarışı ediyordu. Yol, gölün kıyısından geçiyor, yüce bir dağın içine giriyordu. Üstünde gülen yüzlü güneş vardı. Bakır rengi bulutların arasından bize el salladı. Gelin gölü, güvey dağıyla evlenmiş. Biz de sevinçliydik. Ben de el salladım gelin gölüne, güvey dağına ve güneşe. Tebrik ettim, mutluluklar diledim. Sonra doğuya doğru yürüdüm.
İleride, sırtın düz yerindeki yolun dibinde bir köy vardı; bahçeleri erikli, damları kiremitli. Kardeşimle arkadaşı koşup oraya gitmişlerdi. Coşku seline, mutluluk yeline kapılmış gibiydiler.
Daha kaç yıl gidecektik böyle?
Köyün kuzey düzünde harman yeri vardı. Yakın yakın, birbirine komşu harmanlar ve huni biçimli saptan samanlıklar vardı. Harman yeri çok geniş ve çok uzundu. Başı, sonu yok gibi. Ve çok insan… Analı, kızlı, babalı, oğullu, genç, ihtiyar bir sürü insan… Hepsi güzel yüzlü, güzel giyimli; kınalı yolun sağını, solunu, harmanlık düzünün her yerini doldurmuşlardı. Düğün oluyordu. Davullar, zurnalar çalıyor; kızlar, oğlanlar el ele halay çekiyor, ıslıklarla, naralarla yer, gök inliyordu. Öyle bir coşku ki, bu yüzden içim içime sığmıyordu.
Kaç yıl yürümüştük biz? Kaç? Bin yıl sonra bir köy bulmuştuk. Gelin gölü düzünde, çiçek gözlü Elif’le kara Mestan’ın evlendikleri yerde.
Harman yerine gidip halay çekenlerin berisinde yan yana dikildik. Allı, yeşilli, mavili, sarılı, renk renk giysili güzel insanlar yanımıza geldiler, etrafımızı çevirip hoş beş ettiler, etli pilav verip ayran ikram ettiler. Konuştuk, sohbet ettik, el ele, omuz omuza verip birlikte halay çektik. Güzel yüzlü, gülen gözlü kızlar kardeşimle arkadaşına göz edip gerdan bükerken delikanlılar kıskanmadı; bize bıçak çekip kavga çıkarmadılar. Köy güzel, düğün güzel, kızlar güzel, oğlanlar yiğit, insanlar iyiydi. Ayran, pilav verdiler; bizi dövmediler, sövmediler, kovmadılar ama gitmeliydik...
“Gitmeyin, kalıp burada geceleyin.” dediler ama gitmeliydik.
“Biz yolcuyuz. Gördük ve durduk. Bin yıldır yürüyoruz. Üç bin, beş bin, bilmiyoruz kaç yıl. Melekler ülkesine gittik; şeytanlar ülkesine değil. Baş yaran, göz çıkaran fesatların değil. Acıların yaşanmadığı, açlıkların, hastalıkların olmadığı, insanların gözyaşı denizinde, havasız odalar içinde boğulmadığı, çöllerde yanmadığı, kutuplarda donmadığı, savaşın değil barışın, çirkinliklerin değil güzelliklerin yaşandığı mutluluklar ülkesine gittik. Gittik, gördük; şimdi dönüyoruz. Bir düş gibi, bir rüyada, bir masalda, bir başka dünyada gibi. Burası neresi?”
“Burası Sırt Köy.” dediler.
Burası masal değil gerçek dünya. Burası bizim ülkemiz. Bizim köyümüz de ötede. Belki uzak, belki yakın bir yerde. Ama biz gideli yıllar geçmiş, her şey ne kadar da değişmiş. Dünya güzelleşmiş, insanlar sevecenleşmiş. Acaba öyle mi? Gerçekten mi? Sırt Köy öyle de, ötesi de öyle mi; bunu bilmiyorduk.
“Biz gitmeliyiz.” dedim güzel ve sevecen insanlara. “Benim adım Hasret. Bu uzun saçlı kardeşim, bu da onun arkadaşı. Bir sevgilim vardı güzeller güzeli. Yıllar önceydi. Çiğdem gözlüydü. Kıvırcık saçlı, gül yanaklı, bal dudaklı… Su gibi saftı. Altın gibi arıydı. Nefesi bahar kokardı. Bin yıl oldu görmedim. Onu çok özledim. O da özledi. Gözleri yoldadır, gitmeliyim…”
Ben Sırt Köylü güzel insanlarla konuşurken kardeşim ve arkadaşı çoktan gitmişlerdi. Zurnalar ötüyor, davullar gümlüyor, düğün sürüyordu. Çiçek gözlü Elif’le kara Mestan’ın düğünü. El sıkışıp tokalaştık, sonra ayrıldık.
“Uğurlar olsun! Yolunuz aydınlık, bahtınız açık olsun! Sevdiğine tez kavuş adına Hasret diyen adam.” dediler.
Tanrı güneş olmuş, göl gelin, dağ güvey… İnsanlar insan olmuş, yürekler sevgi dolmuş. Mevsim güz olmuş. Yağmur olmuş, sel olmuş, dünya pak olmuş. Kötülerin, kötülüklerin kökü kurumuş.
“Umutların hiç bitmesin sevgi adamı!” dediler, “işte karşısı sizin ülkedir. Gürgen dereden ötede... Haydi, güle güle! Yolun açık olsun.”
Sırt Köyden aşağıya, gürgen dereye doğru koştum. İçim sevinç dolu, coşkuluydum. Kabıma sığmıyordum. Koşmuyor, sanki kanat takmış uçuyordum. Uçmalıydım. Uçmasam bile koşmalı, onları tutmalıydım.
Bin yıl oldu. Gittik, gördük, şimdi dönüyorduk. Özlem bitiyor. Hâlbuki ne çok özlemişim! Pamuk ellerini, çiğdem gözlerini, bal dilini, yüreğini… Çok özlemişim. Ak saçlı anamı, kel başlı babamı, kambur nenemi… Abamı, agamı, herkesi… Köyümü, köylümü ne çok özlediğimin farkına yeni varıyordum.
Aşağısı derin bir dere yatağı, berisi geniş bir yamaç, yamaçlık da yeni sürülmüş bir tarlaydı. Kabarmış nemli topraklara bata çıka giderken kordonu ve kadranı, zamanı gösteren sayıları, akrebi, yelkovanı som altından, camı kırmızı elmastan, parıl parıl parlayan bir saat buldum.
Güz güneşinin son ışıkları vurdukça yıldız yıldız çakıyor, evirip çevirip döndürdükçe ışık sekmeleri sürülmüş toprakta dans yapıyor, gözlerimi kamaştırıyordu. Korktum. Saati telaşla cebime koydum ve gene koşmaya başladım. Az ötede bir tane daha buldum. “Aman tanrım” diyordum. Onu da cebime koydum. Az ötede bir tane daha. “Aman” diyordum. “Üç saat buldum, üçü de altın. Aman tanrım, aman tanrım! Üç tane, üç tane! Bunca yıldan, bunca yoldan sonra üç saat buldum. Üç kişiyiz, üçümüze de… Götürüp satsak dünya para eder. Beni Karun eder. Ama satmam! Bunca yıldan, bunca yoldan sonra… Ama satmam. Bunca yıl yaşadım, bunca ömür harcadım bir saatim oldu da koluma mı taktım? Birisi benim, kimsenin değil! Varsın altın olsun, paha biçilmez olsun, çok para tutsun! Birisi benim! Birisini de karıma veririm. Bunca yıldır bir saati mi oldu? Oldu da kolunda mı tuttu? Birisi onun… Ne çok sevinir. Sevinir mi acaba? Sevinir sevinir. Ben derim, çokta özlemiştim gözlerinden öperim. Çiğdem gözlüme mutluluklar ülkesinden saat getirdim” derim.
Biri benim, biri sevdiğimin, iyi de üçüncüyü ne ederim? Kardeşime versem arkadaşına ne derim? Ona vermesem olur mu? Olur mu, olur mu? Biri benim, biri kardeşin, biri yoldaşın; karıma vermesem olur mu?
Ayrılalı bin yıl olmuştu. Bıkmadan usanmadan yolumu gözlemiş, çok özlemiş, hep beklemiş; olur mu? Ya biz... Üçümüz bin yıldır birlikteyiz. Yol gittik, yollar gittik. Az gittik, çok gittik; dere, tepe gittik. Gittik, gördük, geldik. Kıskançlık nedir bilmedik; yoldaşa vermesem olur mu? Yalın ayak, başıkabak ıslak yollarda, tozlu yollarda koştuk. Yorulduk dinlendik, ıslandık kurunduk. Yattık uyuduk, kalktık gene koştuk. Yağmurlar kirpiklerimizden akıp düşmedi mi yanaklarımıza? Güneş, tepeden gelip geçmedi mi başımıza? Beraber koştuk, birbirimizle konuştuk, olur mu?
Olur mu olmaz mı bilmem, birisi benim onu kimseye vermem. O benim. Bana çalgı çalacak fabrikaya giderken. Uyan sabah oldu diyecek. Tren kaçmasın… Ben buldum, o benim…
Tepedeki köyde çalgılar çalıyordu. Davullar, zurnalar; düğün oluyordu. Gelin gölünün berisindeki köyde… Bıçak çekmiyor, insan dövmüyordu insanlar. Çocukları öldürmüyorlardı. Kavga etmiyor, yol kesmiyor, küfür bile etmiyorlardı. Onlar iyi insanlardı. Bu saatler onların mıydı ki? Kaybetmişler miydi? Geri gidip sorsa mıydım?
Dönüp gitsem, sorup sual etsem, sahiplerini bulup versem… Gitsem, sorsam, saatleri onlara versem… Ne yapsam, ne etsem? Vicdanımı serinletsem... Yok, yok. Gitsem olmaz, sorsam olmaz, altın saatleri onlara versem hiç olmaz. Onları ben buldum, böyle ahmaklık olmaz.
Sağıma baktım, soluma baktım, arkama, önüme baktım; kimseler yok, keyfime baktım. Saatleri cebime koyunca gene koşmaya başladım. Dereye vardım, suyu atladım, taşlı, çakıllı yolu tırmandım. Babatepe ötede, Meşeköy Baba tepeden öte, bin yılın öncesinde…
Derenin ötesi, tepenin berisindeki yamaçta iki katlı bir bina vardı. İkinci katında kahvehane vardı. Önünde terası, sıra sıra camları ve içinde ışıkları vardı. Merdivenleri çok dardı. Döne döne dar merdivenlerden çıkıp kahveye vardım, bir sürü insanın içine daldım ama kimseleri tanıyamadım.
Tuhaf bir yer, burası neresiydi? Kardeşim ve arkadaşı buraya neden gelmişlerdi? Buraya gelmişler, beni içeri neden çekmişlerdi? Köy müdür nedir; yabancı, köyün kahvesi yabancı, insanlar tuhaf, hem de yabancı. Kaptıkaçtı bilmiyorlar, çay filan içmiyorlar, siz de kimsiniz demiyorlardı. Keşke geçip gitseydik, buraya hiç girmeseydik. Burası beni tedirgin ediyordu.
Üç saat buldum, üçü de benim…
Ya birisi gördüyse! Ya beni sınamak istediyse! Saatlerin üstünü bilerek örtmediyse! Yaa, ben hırsız mıyım? Çalmadım, çalmadım ki! Buldum. İyi de kaybedenleri neden sormuyor, sahiplerini neden bulmuyorum? Ay Allah’ım, ay Allah’ım, ben şimdi ne yapayım? Satsam zengin mi olsam, satmasam koluma taksam, gidip sahiplerini arasam, yoksa hep yoksul mu kalsam; ben şimdi ne yapsam?
Gökçe benim karımdı. Bir elmaydık biz, o, öbür yanımdı. Işığa bakan çiçeğim, camgüzelim, o benim canımdı. Bunca yıl bir saati olmamış, koluna bile takmamış. Hep yok, hep yok. Yoklar ülkesinde her şeyden mahrumdu. Hep yarın dedik. Yarın, yarın, yarın… Yarın geldi ne geldi? Hep yok geldi. Gene yarın dedik. Düşeş bekledik hep yek geldi. İşte, şimdi üç tane saatim var. Kırmızı elmasım, som altınım var. Vermiyorum. Vermiyorum ulan kime ne! Kime ne ulan kine ne! Sana ne ulan sana ne! Bu dünya tek senin mi? Dünyanın hepsi senin mi? Neden senin oldu da benim olmadı? Sende var, bende yok. Sen çalıştın da ben çalışmadım mı? Onun tırnaklarına toprak dolmadı mı tarlada? Başına sıcak geçmedi mi yazıda, yabanda, yaz aylarında? Yapış yapış terleri akmadı mı bacaklarından? Soğuklarda üşüyüp donmadı, dudakları çatlayıp kanamadı mı? Onu da bir ana doğurmadı mı? Ben buldum, üçü de benim! Kimsenin değil benim! Sizlere verir miyim? Onlar define, onlar gömü. Gemi değil, gemicik hiç değil; gömü gömü! Osmanlı’dan beri, ta Bizans’tan, Traklar’dan beri… Belki daha da eski. İşte sel gelmiş, toprağı eşmiş, toprak da bana vermiş. Al demiş, bunlar senin. Ekmeğine sür, sırtını giydir demiş. Altın saatleri bana vermiş. Az önce yağmur yağmadı, az önce seller akmadı, bütün pislikleri yıkamadı mı? Bin yıl sonra bile her şey aynı mı? Bu dünya hep yamukken içinde tek doğrucu ben miyim? Hep doğruculuk güttük, doğru gittik yan yola girmedik de elimize ne geçti? Sömürdünüz, sömürüp semirdiniz, malı götürdünüz. Siz uyanık, biz uyuklar mıydık? Siz akıllı, biz salak mıydık? Sömürünce zengin mi oldunuz? Zengin olunca bey mi oldunuz? El üstünde tutuldunuz, devlet kurdunuz, bu yamuk dünyaya hükümdar mı oldunuz? Üç bin yıldır sömürdünüz de gene doyumsuz muydunuz? Artık yeter! Çatlayın, patlayın ulan! Yiyip yuttuklarınız, yutup içinizde tuttuklarınız, sıçmaya kıyamadıklarınız, köpeklerden bile kıskandıklarınız yerlere dökülsün artık. Yeter ulan! Siz tokken ötekiler aç gezmesin, insanlar açlıktan ölmesin. Çocuklar ölmesin. Analar üzülmesin. Kimse üzülmesin. Sevgi ölmesin. Sevgisizliğiniz yeter ulan!
Bu ikisi buraya neden gelmişlerdi ki? Geçip gitseler, Meşeköy yoluna düşselerdi saatlerin ikisini onlara verirdim. Bir som birine, bir som birine… Altının sarısını, elmasın kırmızısını. Onların sevgilisi yok mu o köyde? Onlar da alıp götürürler, sevgililerine hediye verirler; hoş ederler, gönül eğlendirirlerdi bin yıldan sonra. Meşeköy’de, sarı tozun gölgesinde, çayır çimen üstünde…
Kahvede kasa kasa gazozlar vardı. Nedendir bilmiyorum, bu kasaları üst üste diziyorduk. Dizdik, dizdik, dizdik… Kasaların yüksekliği boyumuzdan büyük oldu. Kahvedeki tanımadığım insanlar hep gazoz diziyordu. Kırmızı kasalara şifa gazozu diziyorlar, dolu kasaları omuzlarına yükleyip alt kata iniyorlardı. Kardeş orada, yoldaş oradaydı. Ben tedirgindim, onlar gamsız ve neşeli. Dünya yamukmuş umurlarında değil. Onlar da kahvedeki insanlar gibi gazoz diziyor, başlarını kaldırıp bana bakarak; “abi, ne çok gazoz, ne çok ne çok…” diyorlardı. “bunlar düğüne… Düğünde pilav yiyip gazoz içiyorlarmış…”
Oysa bize ayran ikram etmişlerdi. Bu nasıl şeydir böyle diyorum, burada ne işimiz var? Neden girdik, neden durduk, bize ne? Neden gitmiyoruz? Üç tane saat buldum som altın, zengin olduk; gazozdan bize ne!
Kasa kasa gazozlar dizildi, kasaların yüksekliği boyumuzu geçti. Sonra birisi geldi. Herkes bir kasa alıp merdivenlerden aşağıya iniyordu. Döne döne… Burası ne yüksek! Bir kat, iki kat, üç kat… Geldiğimizde iki kattı bu bina, şimdi kaç kat? Ben de bir kasa yüklenirsem iş çabuk biter, sonra gideriz diyordum. Gazoz kasalarından birisini kucaklayıp kaldırmak istedim, çok ağırdı. Herkes bir kasa alıyor, omzuna vuruyor ve bacakları titreye titreye dönen merdivenlerden alt kata iniyordu.
Bu gazoz şişelerinde ne var? Şekerli su, cıva, ya da kurşun mu? Şişeler kurşun doluydu. Demek ki, bu gazoz taşıyanlar karşı köyün yolcusu değil, insan vurucusuydu.
Zayıf ve güçsüz birisinin bacakları titredi. Bacakları titreyince bedeni titredi, sonra devrilip yere serildi; kurşun gazozların altında kalıp ezildi. Merdivenlerden düşmüş, yuvarlanıp gitmişti paldır küldür.
Adam ölücü mü, öldürücü müydü? Bilmiyorum. Ama olsun… Sonuç ölüm değil mi? Kaldırmak istediğim ama kaldırıp götüremediğim kasayı orada bırakıp düşen adamın yanına gittim. Düştüğü yer genişti ve ölmeye elverişliydi. Yumulup kalmış iki büklüm, kurşun gazozlar etrafa saçılmış, alnından kaşına, kaşından gözüne, çıkık elmacık kemikli kuru yüzüne doğru kan akıyordu.
Endişeliydim. Korku ve telaş içindeydim. Nesi var? Ne olmuş? Kötü mü olmuş? Başından akan kan yüzüne sızıyor, o ise boynunu tutuyor, çıkmayan sesiyle anlaşılır anlaşılmaz bir şeyler söylüyordu. Sonra sesi kesikleşti, bir eli gevşedi, yalvaran bakışları vardı. Hışırtılı bir sesle; “boğazım delindi…” dedi.
Korkunç bir şey!
Parmaklarının arasından kan fışkırıyor, fışkırarak duvarlara sıçrıyor, aman tanrım ölüyor! Adam ayaklarımın dibinde, gözümün önünde ölüyordu. Şah damarı delinmiş, delik genişlemiş, kan kabarcıklar çıkararak fışkırıyordu. Köpürüyordu, bu korkunç bir şey. Kimse gelmiyor, gelip yardım etmiyor, diz bağlarım çözülmüş bacaklarım titriyor, hiçbir şey yapamıyordum.
Deliği tıkamalı, kanı dindirmeli, kurşun taşıyıcıyı hastaneye götürmeliydik. Ama nasıl? Geçen her saniye adamın zarar hanesine yazılıyordu. Bir insanın damarlarında kaç litre kan var ki? Böyle akarsa biraz sonra bitecek, adam da Cudi’ye değil tahtalıköye gidecek. Cudi’ye mi gitsin, tahtalıköye mi; onun için hayırlısı nedir o da belli değildi ama olsun. O bir insandı ve ölmez de yaşarsa er ya da geç doğru yolu bulurdu. Doğruyu bulunca barış olurdu. Olsun. İnsan olup doğruyu bulsun. Ya da doğruyu bulup insan olsun…
“Getirin be, getirin! Bez getirin, paçavra, pamuk, çaput getirin! Tıkayın, tıkayın! Tıkayın, büyümesin. Delik tıkansın, kan akmasın. Kül basın, kabuklansın. Kül getirin! Tütün getirin! Getirin bee!”
Kimse duymuyor, gelmiyor, bir şey getirmiyor, kimse yardım etmiyor, adam ölüyordu. Sonra ne oldu bilmiyorum. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Baktım delik tıkanmış, kan durmuş. Ne olmuştu da böyle olmuş, bilmiyordum.
O güzel ülkeden geliyor, kendi ülkemize gidiyorduk. Kardeşim yok, yoldaş yoktu. Beni bu zor zamanımda yalnız bırakmışlar. Hâlbuki üçümüz gitmiştik. Kaç bin yıl. Babil’e gitmiş, asma bahçelerinde gezinmiştik. İnsanlar kendilerine tanrılar yaratmış, sonra da denize atmış. Şimdi orada bile açgözlülük yapıp fakir insanlardan vergi alan acımasız tanrı kalmamış. Yeryüzü cennetindekiler öyle diyordu. Kral tanrılar ölmüş, sevinçliydiler. Gördük. Sonra dönüp geldik. Bugünlere, gerçek günlere...
İnsanlık ölmüş de insanlar ölmesin mi?
Kanı akan ölsün de kansızlar ölmesin mi?
Yanımda Gökçe vardı. O benim karım, öbür yarımdı. Arkadaşım, yoldaşım, candaşım, zor günümde gene yanımdaydı. Ben koltuklarından tuttum, o bacaklarından; yaralı adamı kucaklayıp kaldırdık. Bir kat indik, iki kat, üç kat… Merdivenlerden yere, sonra bahçeye. Ama öndeki değil arka bahçeye inmişiz.
Arka bahçenin ötesinde büyük bir cadde vardı. İki yanında kaldırım vardı, kaldırımda mavi kare taşlar, iri yapraklı ıhlamurlar vardı. Reklâm yazılarıyla kirletilmemiş banklar, tek katlı barklar, çiçekli bahçeler, parklar vardı. Gümüş direklerdeki altın lambalar sokakları aydınlatıyorlardı. Otomobil yok, otobüs yok, kamyon yok; duman yok. İnsan çok ama yerlerde ambalaj kâğıtları, çekirdek kabukları yok. Gene geçmişe mi gitmiştim? Bin yıl, üç bin yıl geriye…
Caddenin karşısı vardı, karşıda köşe başı vardı ve orada bir hastane vardı. Ole, hasta yaşadı! Yaralıyı kucaklayıp karşıya taşıdık. Sevinsem mi, üzülsem mi, telaşlanmayıp sakinlesem mi? Aslında bağırmak istiyordum. İmdat sesimi duysunlar, buraya koşsunlar istiyordum. Gelsinler, yardım etsinler, kanı akan adam ölmesin istiyordum. Kimse ölmesin, insanlar ölmesin. Ölenler dirileri üzmesin. Nefesim bitmiş gibiydi, soluk alamıyordum. Ciğerlerim bomboş.
“Ambulans getirin! Nerdesiniz be! Ambulans yok mu, sedye getirin. Sedye sedye… Nerdesiniz? Yardım edin, yardım edin! Kanı bitti, kanı bitti, kanı… Adam ölecek. Ölecek bee!”
İki kişi koşup geldi. Ak elli, ak kasketli, ak ceketliydiler. Delik boğazlı adamı aldılar, yeşil bezli sedyeye yatırıp içeri taşıdılar. Biz de peşlerinden gittik. Hastanenin geniş salonunda, dar koridorlarında çok hasta ve hasta yakını vardı. Yardım için çırpınan ak kanatlı melekler vardı. Köşeye çökmüş bekleyen Azrail, delik boğazlı adamı getiren karım ve ben, ak saçlı anam da oradaydı.
“Boğazı delik… Delinmiş. Kan akıyor. Fışkırıyor. Adam ölecek! Burda melek var da doktor yok mu? Doktor, doktor… Nerde, yok mu? Azrail’i buraya kim soktu? Onu başköşeye kim oturttu?”
“Beyefendi, beyefend! Hasret Bey, Hasret bey! Lütfen! Sakin olun! Lütfen! Çekilin. Siz görevinizi yaptınız. Lütfen! Şimdi biz varız. Ona bakarız. Bağırmayın lütfen!”
Sedyedeki yaralı sımsıkı sarılıydı. Biz onu kucaklayıp almıştık. Almıştık da acaba ne zaman sarıp sarmalamıştık?
Ak etekli, ak ceketli, ak kasketli hemşireler ak sargıları açıyorlardı. Açtılar, açtılar, açtılar… Sargılar açıldıkça uzuyor, uzadıkça uzuyor, yayılıyor, koca salon sargı beziyle doluyordu. Sargılar açıldı, sonra herkes donup kaldı. Sargılar içinde küçük bir bebek vardı. Çıplaktı ve gözleri kapalı. Kapalı gözleri şişti ve çekirge gözü gibiydi. Şaşırdım kaldım dilimi yutmuş gibi, bağıramadım.
Bu ne böyle? Bu ne bu? Bu ne? Bu kombalak gözlü bebek de ne? Bu da ne? Telaşla dışarı çıktım, dönüp hemen de içeri girdim. Gittim, geldim; dikilip baktım, seyrettim. Gene gittim, gene geldim; gene seyrettim. Bu da ne! Aklımı yitirmiş gibiydim. Bu ne! Başım nerede, aklım nerde, elim, ayağım, kolum, bacağım, gövdem nerde? O adam… Boğazı delik adam nerede? Onu bırakmış bunu almışız; bu nasıl şeydir böyle? Karıma bağırmak istiyordum. Onu nerede bıraktık, neden bıraktık? Onu bırakıp neden bunu aldık? Deli gibi…
Çıldırıyor muydum? Adamı bırakıp bunu aldık, boğazı delik adamı ölüme bıraktık! Onu bıraktık! Bu kadar koştuk, hastaneyi bulduk ama adamı unuttuk. Şimdi yok. Öldü işte, öldü! O öldü, kurtaramadık. Yazık, yazık! Aldık, hastaneye kundaklı bir bebek taşıdık. Tanrım bu çekirge gözlü bebek kimin?
Ağlıyordum. Gözlerimden seller akıtıyordum. Kolum, kanadım kırılmış, utkum tutulmuş; çaresizdim.
Gökçe:
“Ağlama…” dedi, “boş yere ağlama! Yüreğimi dağlama!” Hem böyle diyor hem de gözyaşlarımı siliyordu ak elleriyle. “biz onu bırakmadık ki!” diyordu, “bu işte! İşte bak, bu o! Neden ağlıyorsun? Bak ölmedi işte! Bak gördün mü? Gözlerine bak! Bak açık, kapalı değil! Bak, şiş değil. Çekirge gözü gibi değil. Gözlerine bak. Nasıl da gülüyor. İyileşmiş, ölmemiş. Yeniden doğmuş. Kurşun gazoz taşımaktan kurtulmuş. Bir şeyi yok ki! Başı kanamıyor, boğazı delik değil ki, sen neden ağlıyorsun?”
Salonun ortasına çöktüm. Başım dönüyor, kulaklarım uğulduyor, titriyorum. Gözlerim bulutlandı, kulaklarım tıkandı. Sesler uzaklaştı, uzaklaştıkça karmaşıklaştı ve her yer, her şey bulanıklaştı. Sonra bitti. Ses yok, görüntü yok ve ben yok…
***
Gözlerimi açıp uyandığımda çocukluğumun köyünde, çocukluğumu yaşayamadığım iki göz evde toprak kokuları içindeydim. Terlemiş soğumuşum. Göz kapaklarım yumuşacık, hissediyordum. Ellerim yumuşak, şiş gibi, nemli ve serin. Gece miydi ne. Duvardaki gaz lambası tısıl tısıl yanıyor, fitili ışılıyor, isli şişenin üstünden çıkan ışıklar tavanın toprak sıvalarında gölgelerle oynaşıyordu.
Odada çok insan vardı. Ama konuşmuyorlardı. Can sıkan bir suskunluktu bu. Gecenin yarısı mıydı vakit? Belki de sabahın karşısı...
“Çok hasta oldun oğlum.” dedi anam, “hep bekledik. Başında bekledik. Bin yıl… Ateş ateş yandın hep. Ateşler içinde… Biz bekledik. O hep ağladı. Gökçe… Bin yıl. Hep bekledi, hep yolunu gözledi. Dönüp de gel diye. Şükür döndün…”
Perdesiz camın ötesinde koyu bir karanlık vardı, gözün gözü göremediği. O ışıklara ne olmuştu? O şehir, o hastane, boğazı delik adam, ya da kundaklı bebek… O beyaz kanatlı melekler… Ne olmuştu onlara? Doktor gelmiş miydi? Azrail gitmiş, hasta iyileşmiş miydi? Bir şeyler anımsamak istiyordum. Başım zonklamıyor, kulaklarım uğuldamıyor, gözlerim açılmış; görüyordum. Karım başucumdaydı ve pamuk eli terleyip soğumuş alnımın üstündeydi.
“Zehra ebe geldi,” dedi anam, “sana iğne yaptı. Penisilin iğnesi. Sonra ateşin düştü. Gelip de iğne yapmasaydı ateşler içinde yanıp kül olacaktın...”
Geceye yağmur mu yağıyordu ne? Sap saçaklardan ıslak yerlere düşen su damlacıklarının şıpırtılı seslerini duyuyordum. Camın karanlık ötesindeki ıslak ve çamurlu yerlerden ardı sıra birileri geçiyordu, koşarak, ayak şapırtılarıyla. Sessiz bir uğultu kör bir kuyunun derinlerinden gelirmiş gibi, anlaşılır anlaşılmaz sesler duyuyor, sonra gene dalıp uyuyordum ölü gibi. Ya da afyon yutmuş gibi…
Bir kız bağırıyordu uykumun içinde; “kaçın, kaçın, kaçın!” diyordu, “kızı öldürmüş, kızı öldürmüş! O katil! Katil, katil… Köyde katil var, kaçın!”
Sonra uyanıyorum, fırlayıp kapıya koşuyorum. Gece ve kör bir karanlık… Bakırdan dökercesine yağan bir yağmur… Güz değil, kış yağmuru. Don gömlek, yola öyle yarı çıplak çıkıyorum. Kör karanlık içinde iki asker… Görüyorum. Orada, yağmurun altında, ıslak ve çamurlu yolda… Ağırlaşmış ayaklarını bir kaldırıp bir indirerek; çamurları, gölcükleri postallarıyla çiğneyip ezerek, derecikleri dalgalandırıp taşırarak yukarı, pekmez hane tarafına doğru koşuyorlar. Başları miğferli, elleri tüfekli, öyle öldürücüler gibi…
Onlar askerdi. Peşi peşine koşup gittiler. Yukarıda bir yerde yoldan çıkıp Bekir ağanın bahçesine girdiler, sonra gözden yittiler. Karanlık yolun ötesinde, taş duvar üstünde kadınlı, kızlı, genç, yaşlı toplanmış bir sürü kimse vardı. Hararetli, telaşlı konuşuyorlardı ama sesler işitilmiyor, ne söyledikleri anlaşılmıyordu.
“Köyde katil var, köyde katil, katil…”
Kimdi bu katil? Kim kimi öldürmüş ki?
Köyü askerler basmış, karanlık gecede ıslak ve çamurlu yollar askerle dolu. Ne oluyor? Tuhaf bir şeyler oluyor ki bu yüzden içimi tarifsiz korkular kaplıyor.
Askerler birisini kovalıyordu ellerinde silahlarıyla. Biri kaçıyor, onlar kovalıyor. Kim kaçıyor? Kaçan gerçek bir katilse ve kıstırılınca çaresizlik içine düşüp ürkmüşse, dönüp pençelerini gösterirse, ya da buraya gelirse! Can derdindeki katil kimi öldürmüş? Kıstırılmışsa can havliyle aslan kesilmez mi? Kapıyı kapayıp içeri girmeliydim. Terli giysilerim çıkarılmış zaten yarı çıplak haldeydim. Hemen içeri girdim ve kapıyı sürgüledim. Sürgü tahtadan, kilit çavdar sapındandı.
Her yerde koşuşturan askerler görüyordum. Aslında görmüyor, hissediyordum. Yukarı ötelerden dönüp geri geldiler. Çamurların, küçük selciklerin sesinden belli, camın dibinden geçiyorlardı. Metal tokalı kayışların, bellerindeki kasatura ve mataraların, postalların, derecik ve gölcüklerin, durmadan yağan yağmurun ve gürleyen bulutların sesleri…
“Buradan geçti, buradan! Tam buradan! Aşağı kaçtı, köy içine doğru…”
Askerler taş duvarın üstünden atlayıp dereye indiler. Dereye sel gelmişti. İki insan boyu, çok derin. Ve bulanık. Uğuldayarak evlerin, ahırların, delikleri dere içine çıkan helâların duvarlarına çarpa çarpa ovanın Ergene’sine, Tunca’ya, Meriç’e, sonra da Ege denizine doğru akıyordu.
Seli yüzerek geçip Hasan çavuşların evine doğru gittiler. Selden çıkan askerler ıslak, elleri havada ama silahları hep ıslak. Silahlar ıslanmışsa patlamaz, katil de ölmekten kurtulur. Öyle umuyor, öyle olsun istiyordum. Askerler koşuyordu. Islak kayış sesleri, kasatura, matara ve rap rap ayak sesleri…
Birisi bağırıyordu:
“Çeşmenin önünde, çeşmenin önünde, önünde… Kaçıyor!”
Askerler oraya doğru koşuyorlar.
Yukarı mahalleden, bizim evin oralardan(aslında evimiz köy içinde değil doğu yakasındaki yamaçtaydı) telaşlı köpek ürmeleri, anlaşılamayan karman çorman insan sesleri geliyordu. Duyuyordum. O sesler… Gecenin yarısı, belki yarıyı geçmiş sabahın karşısı bu sesler neydi böyle? Ne anlatıyor? Ağlıyorlar mıydı? Ağıt yakıyor ya da yakarıyorlar mıydı bir yitirilmişliğin çaresizliğinde?
Yamaç patikadan çeşmeye doğru birisi koşuyordu; sinerek, saklanarak, hedef küçülterek. Kendisini görmüyordum, ayak seslerini işitmiyordum ama hissediyordum.
“İşte, katil o! Kaçıyor. Sine sine kaçıyor. Katil kaçıyor. Tutun, tutun!”
Askerler, çeşme meydanının başındaki ulu cevizin dibinde durdular. On üç asker. On üçü de tam teçhizat; ellerinde silahlar, ağacının kalın gövdesi dibinde yan yana dizilip diz çöktüler. Silahları kaldırıp omuzlarına yerleştirdiler, köprüye doğu nişan aldılar. Dehşet bir andı.
Birisi:
“Öldürün onu!” diye bağırıyordu, çok keskin. “öldürün, kaçmasın! Öldürün, öldürün!”
Nişan almış askerler birazdan ateş edecek, köprübaşındaki adamı acımadan öldüreceklerdi. Dehşet bir an.
“Hayır!” diye bağırdım.
Bağırıyordum ama sesim çıkmıyordu. Sesim çıkmayınca askerlere doğru koştum. Koştum ama koşamıyordum.
“Öldürmeyin! Durun öldürmeyin! Babam o! Öldürmeyin babam… Babam…” diyemiyordum.
İki insan boyu sele girdim. Sel derin ve azgın, giriyor çıkamıyordum. Nefes alamıyor, boğuluyordum. Gök delinmiş, sel delirmiş, yatağından taşmış sular ağaç köprünün üstünden akıyordu.
Askerler, silahlarını aynı anda patlattılar. Patlama sesi dağlarda yankılanırken bir top ışık gök karanlığını aydınlattı. Dehşet bir andı…
Adam, yüz yıllık servi ağacının dibindeydi. Servi de köprünün dibinde… Boş çuval gibi düşüp köprünün başındaki ıslak yere yığıldı. Bacaklarını karnına çekti, yumuldu, iki büklüm oldu, sonra da kıpırtısız oldu.
“Öldü, öldü! On üç yağlı kurşun yedi ve öldü!”
Askerlerin telaşı birden bitmiş, sakinlemişlerdi; hiç bir şey olmamış gibi. Oldukları yerde doğrulup ayağa kalktılar, silahları yere salıp rahat nefes aldılar. Hiçbir şey olmamış gibi. Öyle çok durmadılar. Sadece nefeslenip rahatladılar, sonra yerdeki silahları alıp kayışlarını şakırdatarak omuzlarına astılar ve gittiler.
Ölü orada, köprübaşında, yağan yağmurun altında yatıyordu. Her yer insan doluydu. Çeşme önü, mezarlık yolu, karşı yamaç, cami yanı ve köy meydanı… Onu herkes tanıyordu. Cüceler gibi küçük adımlarla ve dillerini yutmuş gibi suskun, köprübaşına, onun yanına gittiler. Ölünün yanına. Erkekler, kadınlar, çocuklar… Genç, ihtiyar, herkes… Anam da geldi sessizce. Ölü ölmüştü. Herkes ölü gibi suskun ölünün yanında, çepeçevre, boş gözlerle ölüye bakıyorlardı.
“Ana,” dedim, “babam o! Babam. Onu vurdular. Öldürdüler! Babamı öldürdüler ana!”
Durmadan dualar okuyordum. Önce verip sonra alana yalvar yakar ediyordum. Hem de sorular soruyordum. Neden verdin, neden aldın? Öldürtecektin de neden yarattın, neden yaşattın? Askerlere mermileri sen mi sattın? Gene de, inşallah, inşallah diyordum, inşallah o değildir! Ölen inşallah babam değildir.
Kalabalığı yarıp ölünün yanına gittim. Artık dizlerim tutuyor; yürüyebiliyor, sesim çıkıyor; konuşabiliyor, uykudan uyanmıştım ve görebiliyordum. Ölü inşallah babam değildir! Askerler yaşlı babamı neden öldürsün ki? Suçludur ya da suçsuz, neden öldürsün ki, öyle diyordum. Vermedikleri canı neden alsınlar…
Ölünün üstüne çok ince şeffaf bir naylon örtmüşlerdi. Her kim, ne zaman örttüyse… Ağaç direklerdeki elektrik lambaları yanıyor, yelde savrulan yağmur damlacıkları ışıklar altında garip oyunlar oynuyordu. Zaten bu gece garip bir geceydi; çok tuhaf, acayip, anlamsız. Çok anlamsız…
Naylonu açıp ölünün yüzüne baktım. Hemen de kapayıp anamın yüzüne baktım. Anam tepkisiz. Hiçbir şey söylemiyor, gözleri bön, elleri göbeğinde birleştirmiş, öylece duruyor ve üzülmüyor. O bile acayip. Çok anlamsız! Çok tuhaf! Gözünde yaş yok, yüzünde hüzün yok, üzüntü yok. Bunca yıllık kocası, hayat arkadaşı ölmüş; o, buz gibi donuk, umursamaz bir halde. Feryat etmiyor, bağırmıyor. Saçını, başını yolmuyor. Giysilerini yırtıp parçalamıyor. Bense çaresizlik içindeyim. Neden ki, neden, neden?
Birisi:
“O Filiz’i öldürdü.” diyordu. O sesi duydum. Ses kalabalığın içinden geliyordu.
“Kim bu Filiz?”
Anam:
“Dayının kızı…” dedi, öyle cevap verdi.
Tuhaf! Dayımın kızı kim? Filiz kim? Dayımın Filiz adında bir kızı olduğunu bilmiyordum. Değil kızı, onun hiç çocuğu yoktu ki! Çok tuhaf! Hem, babam onu neden öldürsün? Dayımın kızını… Yani olmayan kızını… Bilmiyorum. Çok tuhaf! “Sabahtan gittilerdi.” diyor o biris, “hep o Zigoş yüzünden. Yemişler, içmişler; karınları şişmiş davul gibi. Hem de sarhoş olmuşlar. Sonra insan olduklarını unutmuşlar…”
Ölü ölmemiş...
Babam ölmemiş. Öldüğüne, ölmüş olabileceğine inanmıyordum. İnanamıyordum. Gene eğildim, üstündeki şeffaf örtüyü çektim, yağmur suları içinde yatan ölüyü seyrettim.
“Soluyor bak, o ölmemiş! Bak, bak! Soluk alınca karnı şişiyor, soluk verince karnı iniyor. Bak, o ölmemiş! Göğsü bir şişiyor, bir iniyor. On üç kurşun yememiş o. On üç kurşun yiyip on üç yerinden delinmemiş. Kırmızı kanlar on üç delikten süzülmemiş. Kalbi durmamış. O ölmemiş. Ölmemiş, ölmemiş, ölmemiş... Bak, o ölmemiş!”
Askerler çekip gittiler mi? Silahları omuzlarına asıp ıslak kayışları şakırdatıp gittiler mi? Demir postallarıyla çamurları çiğneyip ezdiler mi?
Bu ne biçim bir dünyaydı böyle? Duvarlarım delik deşik, sıvalarım dökük, tavanım yerde, gökle yer bitişik, ciğerim yara, bere içinde, içim sızlıyor.
Bir insan suçlu olsun, isterse suçsuz; bir köyün orta yerinde nasıl kurşuna dizilir? Böyle sorgusuz sualsiz, acımasız, gaddarca…
Kara giysili askerler kara ciplere binip gittiler mi? Dereleri, selleri, ıslak yerleri çiğneyip gezdiler mi? On üç kurşun yemiş ölüyü demir paletleriyle ezdiler mi? Köyü terk ettiler mi?
Gidip komutanın yakasına yapışsam, sen kimsin desem ona? Anan yok mu, baban yok mu, karın, çocukların yok mu? Senin vicdanın yok mu? Parayla insan vurulur mu? Neden desem? Askerleri böyle neden dizdin, diz çöktürüp ateş ettirdin, babamı neden öldürttün? Bu adalet mi desem, nasıl bir adalet? O, katil miydi ki? Nerden bildiniz? Yargıladınız mı ki? Bir insan yargısı yapılmadan, savunması alınmadan nasıl kurşuna dizilir? İnsanoğlu insan bu, nasıl kurşuna dizilir? Bir can nasıl öldürülür? Silahları sana kim verdi desem, sana bu emri kim verdi? Emir verene kim emir verdi?
Boş ver mutluluklar ülkesi insanı, boş ver be! Varsın yazıyı onlar yazsın. Alın yazısı mı? Pehh! Babamın alnına kim yazdı bu yazıyı? Tanrı mı? Pehh! Varsın kanunları, kuralları onlar yapsın, onlar uygulasın. Öyle mi? Onlar yazsın, istedikleri gibi uygulasın, biz konuşmayıp susalım. El pençe divan duralım. Kader denilen şeye razı olalım. Kader, alın yazısı, öyle mi? Sus pus olalım, konuşmayalım. Öyle mi olalım? İstedikleri gibi at koştursunlar köstek olmayalım, öyle mi? Varsın, varsınlar… Altlarında atlar, ayaklarında mahmuz, ellerinde kement, kırbaç… Dizginler kendilerinde. Dünyayı böyle görmek isteyenler, insanları aç, susuz, sefil, kan revan içinde… O, ölmemiş. Ölmediğini duymasınlar, bilmesinler. Duyarlarsa geri gelir babamı yeniden öldürürler. Belki de ulu kavağın tepesinden yere ip çeker ölünün boynuna ilmek geçirirler…
Kurşun yüklü askerler gitmiş, gitsin gelmesinler. O ölmemiş ya gün ola, harman ola, dünya döne, devran süre…
Örtüyü açıp baktım; ölü başını kıpırdatıyordu. İnce zayıf bedeni, uzun parmaklı kuru elleri, kolları, ayakları, çarpık bacakları, yüzü, gözü, bütün her yeri sımsıkı sarılıydı. O, alıp hastaneye taşıdığımız yaralı adamdı. Ama boğazı delik değildi. On üç kurşun yememişti ve göğsü delik deşik değildi. Ama sıkı sıkı sarılı, bu yüzden nefes alamıyordu. Şah damarı delinmiş ölmemiş, kurşun yemiş ölmemiş ama şimdi soluksuzluktan ölecek gibiydi. Cebimdeki çakıyı çıkarıp naylon örtüyü kestim. Örtü kefen gibiydi. Kefen ölü içindi ama babam ölmemişti ki!
Anam; “bırak,” dedi bana, “bırak nefes alsın.”
“Ölmemiş,” dedim, “o ölmemiş, bak gözlerine…”
“O geliyor.” dedi kalabalıktakiler.
“Kim? O dediğiniz kim?”
“Zigoş,” dediler, “köpek Zigoş! Adamın kanına giren o! Kan içen vampir o! Köpek Zigoş! Bekçi köpeği! Emperyalist köpeği! Satılmış köpek! Yedirip içiren o, sonra üsküren o! Oyunbozan, dünyayı karıştıran, her kötülüğün başı şeytan. Şeytan, şeytan… Şeytan o! Asıl şeytan öteki dediler, bu onun kıç bacağı…”
Artık herkes konuşuyordu. Suskun kalabalık dillenmiş, hep konuşuyordu. Birbirleriyle, çevreyle, öteyle, beriyle… Hepsinin gözleri açılmış, hepsi haksızlığın, hukuksuzluğun farkına varmış, derin uykulardan uyanmıştı. Kapıyı bekleyen karabaşı, koyun güden kangalı çok seviyorlardı ama Zigoş’a Amerikan köpeği diyorlardı. Evcil değil yabanıl köpek! Sadık değil satılmış köpek! Emperyalist köpek, kuduz köpek; öyle diyorlardı.
***
O gün Filiz onlara hizmet etmiş. Gün boyu kavurma yiyip viski içmişler. Sonra karınları doyup akılları donunca Filiz’i bir odaya sokmuşlar. Tef çalıp oynatmışlar. Sonra soymuşlar, çırılçıplak bırakmışlar. Biri girmiş, biri çıkmış, biri girmiş, biri çıkmış; sıra sıra. Kızı iğfal etmişler. Evet, evet, öyle olmuş. Ölünün başında dikilenler böyle diyordu. Sonra babam onu vurmuş. Filiz’i… Babam Filiz’i neden vurmuş? Namus için vurmuşmuş. Akşam olunca köye gelmişler. Filiz ölmüşmüş, köprübaşında dikilenler öyle diyordu.
Askerler giyinip kuşanmışlar. Başlarında çelik taslar, ayaklarında kalın postallar, silahlarını almışlar. Parka, palaska, matara, kasatura… Ve kara gecede gök delinmişken köyü sarmışlar. Filiz’i iğfal edenler ırz düşmanı, aynı zamanda da kanlı katillermiş. Zigoş askerlere öyle demiş. Bunlar yediği kaba sıçan nankör köpek, bunlar kırkından sonra azanlarmış. Bunları paklasa paklasa teneşir paklar, öyle demiş. Zigoş köstebekmiş. Satılmış köpekmiş. Arkadaşlarını kara giysili askerlere o gammaz etmiş; dere boyundakiler öyle söylüyordu.
Biz başında beklerken ölü örtüsünü sıyırıp içinden çıktı, kalkıp dikildi. Derin bir uykudan uyanıyormuş gibi şaşkın şaşkındı. Burnunda kan vardı. Kan azıcık akıp kurumuş. Sol eliyle kanlı burnunu tutuyordu. Üst dudağı yarılmış, iki dişi kırılmış ama ağzı değil de burnu kanlıydı.
O zaman anımsadım. Hatırlıyordum. O… Şimdi çok iyi hatırlıyordum. O… Evet, evet bir yaz sonuydu. Nallatırken beygir tepmiş, iki dişi kırılmıştı. Hatırlıyordum, dudağı o zaman yarılmış, burnu o zaman kanamıştı. Hatırlıyordum. Onun dişlerini tutsaklığı sevmeyen, özgürlük isteyen doru beygir kırmıştı. Ayaklarına demir halka takılmasın, zincirlerle çakılmasın, özgür bırakılsın diye…
Ölü, ölü değildi. Ölü babam değildi ve “ben kimseyi öldürmedim” diyordu. Ama bunu babam söylemiyordu. Çünkü ses onun sesi değildi.
“Peki, öyleyse… Madem kimseyi öldürmedin de neden korkuyor, kimden kaçıyordun?” dediler, “sen katilsin diye askerler seni bu yüzden öldürmedi mi?”
O zaman bana baktı, şaşkın şaşkın.
“Ben ne bileyim oğlum?” dedi, “ne bileyim. Sabahtı. Her sabah olduğu gibi anan inekleri sağmıştı. Ben de süt kovasını taşıyordum. Orda, sığır avlusu yolunda askerler beni tuttu. Sen katilsin dediler. Sonra gavatın kahvesine gittiler, oturup çay içtiler. Yahya’nın… Ben korkup kaçtım. Eve kaçtım. Kapandım. Sonra akşam olmuştu. Bizim sarıkulağın sesini duydum. Bu köpek boşa ürmez dedim, kümese tilki mi girdi acaba? Kapıyı açıp baktım. Baktım ki köyde kıyametler kopuyor. Gecenin içindeki birisi anlaşılır anlaşılmaz bir şekilde; kızı öldürmüş, kızı öldürmüş, katil, katil diye bağırıyordu. Acaba ne oluyordu, merak ettim? Evden çıkıp aşağı doğru koşmaya başladım. Yamacı indim, çeşme yanından geçtim, tam buraya, bu köprünün başına gelince askerleri gördüm. Oraya, koca cevizin dibine dizilmişler, diz çökmüşler, silahlarını bana çevirip nişan almışlardı. Gene korktum. Askerlerden korkunca kahveye doğru koştum. Sonra ateş ettiler. Yere düştüm. Düştüğüm yerde de kaldım. Korkudan bayılmışım. Ama bayılmazdan önce gördüm, katili burada vurdular, tam burada. Kavağın dibinde. Oraya gizlenmişti. Koca kavağın gövdesine. Onu gördüm. Sonra on üç kurşun yedi, on üçü de can evine. Ben onu gördüm. Can evi delinmişti. Sonra düştü. Buradan aşağı, sarı selin içine… O, köprüden sele düştü. Sel, aldı onu götürdü. Sel götürdü, ben gördüm. O zaman uzun kavağın başı bulutluydu. Bulutların yanında melekler uçuşuyordu. Ben gördüm. Melekler ak giysiliydi, hepsi gelin gibi. İçlerinde o da vardı. O, dağdan bir damattı. Filiz de oradaydı. Ben gördüm. Filiz gelin gölüydü. Gelin gölü güvey dağının yavuklusuydu, o da onun yavuklusu. Melekler uçuşuyor, sel uğulduyordu. Orada düğün oluyordu. Ben gördüm. Bulutlar susmuş, yağmur durmuş, artık yağmıyordu. O zaman Eylül sonuydu. Harman sonu…”
Harman sonu her yerde güzleme biter. Güzleme yeşil çimenlerdir. Yapraklar da yeşerir mi acaba, çimenler gibi…
gelin gölü gelin gölü
Babil’in beyaz gülü
seni güvey mi dövdü
sevgi öldü mü
öldü mü öldü mü
köprübaşında kim öldü
kim öldü kim öldü
söyle bana gelin gölü
Eylül/1988/Lüleburgaz
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.