- 1199 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
OYUNA GELDİK
OYUNA GELDİK
KEVİN işine düşkün tipik bir Alman işçisidir. Günlerin büyük bir kısmını çalışmakla geçirir. İşini çok sevdiği gibi hayatta da en çok işsiz kalmaktan korkmaktadır.
Bizim mahallenin çalışkan ve dakik işçisi olan Kevin, otuzbeş yaşını çoktan geçmiştir. Eşi Tatyana ise bundan onbeş sene önce, Ural Dağlarının güneyinde bulunan bir Başkurt kasabasından gelen göçmenlerdendir. Kevin’den dört yaş küçük olan Tatyana, orada belli bir eğitim almıştır. Hastanede hemşire olan Tatyana, Almanya’ya Alman olarak göç etmiş ama burada her şeyi garanti olduktan sonra, kendisinin önce yarım, sonra çeyrek Alman derken, şimdide bu oranı sıfırlamıştır. Artık bu göçmenler hiç birşeylerini gizlemeden her yerde Rusça konuşmaktadırlar. Açtıkları dükkanlarına dahi geldikleri ülkenin kültürünü yansıtan şehir adları, ya da ona yakın isimlerle adlandırıyorlar.
Kevin ise hakiki bir Almandır. Yıllarca terkettikleri topraklarında kalan Alman azınlığıyla yakından ilgilenmiştir. Yüreği onlar için büyük bir üzüntü ile çarpmıştır. Onların tekrar hürriyetlerine kavuşması için gerekli yerlerde toplantılara katılmış, yürüyüşlerde bulunmuştur. Duvarların yıkılıp, Sovyetler Birliği’nin kendi kendini festetmesinden sonra, ilk izinini Rusya’da ve Ukrayna’da geçirmiştir.
İşte o zaman Başkurtistan’a gidip, orada yaşayan Almanlarla temasta bulunmuştur. Tatyana’nın ailesi ile de o zaman tanışmıştır. Onların Almanya’ya gelip, uygarlıktan nasiplerini almalarını tavsiye etmiştir. Tercüman vasıtasıyla Tatyana’nın ailesi, Kevin ile anlaşmışlar. Hem esir Almanların kurtulmasını isteyen Kevin, hem de aynı zamanda Tatyana’nın güzelliği karşısında dili tutulmuştur. Tatyana, arkadaşı Olga’nın da gelebilmesi için Kevin’e rica etmiştir. Bu iki aileye de hakiki Alman diye belgeler çıkarılmış. Ve sonunda bir bahar sabahı adımlarını Almanya’ya atmışlardır.
Sevincinden deliye dönen Kevin, Tatyana gelmeden önce bir çok hazırlığı bitirmiştir. Evini öyle bir güzel hazırlamıştır ki, bütün komşular onun birisiyle beraber yaşayacağına inanmışlardır. Duvarları kağıtlatmış, kapıları boyatmış, taban halılarını değiştirtmiş, ev de bulunan fazla eşyaları da atmıştır.
Kevin’in sokakta yürüyüşü bile değişmiştir. Daha önce kimseye selam vermeyen Kevin, küçük çocukların bile hatırını sorar olmuştur. Nasıl sevinmesin ki, yıllarca hürriyete kavuşmaları için arzu ettiği Rusya Almanları, esas anayurtlarına geliyordu. İkincisi de güzelliğini hayal dahi edemediği bir Rusya Almanıyla yuva kuracaktı. Belki büyük ataları aynı köktendi. Yüzyıllar sonra aynı soydan olanlar yine birleşecekti. Ne büyük bir sevinçti...
Gerçi sokakta, herkes onun gibi bu mesele üzerinde kafa yorup düşünmüyordu. Bir çoğu, onlar Alman değildir; onlar, Almanların çoban köpeğidir diyorlardı. Milyarlarca Alman Markını onlar için mi biriktirdik diye hayıflananlar da oluyordu. Yabancıları sürüp, onların yerine kendi ırkımızdan olan bu göçmenlerimizi yerleştirmeliyiz diyenlerde vardı.
Büyük gün geldi çattı. Tatyana merkez istasyonda trenden indi. Onu karşısında gören Kevin’i bir telaş aldı. Birbirlerine sarıldılar. Tatyana’nın ailesi ile kalması gerekiyordu. Onlar için Benrath’ta bir ev hazırlanmıştı. Bu kafilede gelenlerin hepsi bu göçmen evine geldiler. Kevin, resmi işlemlerin bitmesinden sonra, Tatyanagile yardım edip, onları odalarına yerleştirdi. Kevin’in düzenlediği belgeler ile Olga ve aileside gelmişti. Onlar da Almanca bilmemelerine rağmen Kevin’e sarılıp sarılıp teşekkür ettiler. Kevin çok mutluydu ve ağzı kulaklarına değiyordu. Adeta zaman Kevin için durmuştu. Gözlerini güzel Tatyana’dan ayıramıyordu. Gerçekten Tatyana ve Olga çok güzeldiler.
Aradan geçen bir mevsimden sonra Kevin ile Tatyana belediyenin evlendirme dairesinde hayatlarını birleştirdiler. Kevin’in evine taşındılar. Alman resmi dairelerinden yeterli maddi yardımı alan göçmenler, bu arada Almanca kursuna gönderilmişlerdi. Bu kursların üçretleri dahi çeşitli daireler tarafından ödeniyordu. Halbuki bu ülkeye her türlü emekle katkı yaban yabancı misafir işçiler, böyle bir imkana sahip olamamışlardı. Toplumdaki bu ayrımcı davranışa karşı kıpırdanmalara, resmi makamlar ve basın - yayın kuruluşları sert davranıyordu. Ne siyasi platformda, ne de ekonomik alanda Rusya’dan gelen dedelerinin dedeleri Alman olan göçmenlere karşı hiç bir zaman konuşulmuyordu.
Evliliklerinin ilk üç yılında Sascha adlı bir oğulları oldu. Tatyana’da bu arada Almancayı sökebildi. Artık sokakta, alışverişte kendisini kurtaracak kadar Almanca konuşabiliyordu. Hatta, bazı devlet dairelerinde memurlar, Tatyana gibi olanlar ile o ülkede yirmi yıldır yaşayan Ali’ye, Fatma’ya;
“Bakınız Tatyana geleli iki sene oldu ne güzel Almanca konuşuyor. Sizler geleli yirmi seneyi geçti hâlâ Almanca bilmiyorsunuz!” diye hakaret ediyorlardı. Zavallılardan birisi çıkıpta;
“Onlara tanıdığınız imkânları bizlere de verseydiniz her halde bizlerde güzel Almanca konuşurduk! Bizden aldığınız vergi gelirleriyle onları finanse ettiniz; şimdi de bizleri suçluyorsunuz! Bu doğru mudur?” diye cevap dahi veremiyordu.”
Böyle bir cevap verilse bile oradaki memur, işi pişkinliğe döküp;
“Eğer buradan memnun değilseniz, vatanınıza gidin o zaman!” diyerek sırıtıyordu.
Hemen Tatyana’ya bir de üniversite kliniğinde iş bulundu. 25 yıldır o bölümü idare eden bayan Borkumer, iki sene içinde emekli olacaktı. Onun yanında çalışan Koreli Kim ile İtalyan Petra, aday gösteriliyordu. Bayan Borkumer emekli olunca; Tatyana, onun yerine geçti. Artık servis ondan soruluyordu. En kısa zamanda kurslarını tamamlayan Olga, Natascha ve Staphanie’yi de yanına aldırdı. Bu serviste çalışan diğer hemşeriler, yabancı oldukları için, bu göreve getirilmediler. Bazılarına ya kısa zamanda şu işleri de yaparsınız, ya da iş akdinizi festederiz dediler. Onlarda bu sinir harbinde fazla yıkıntıya uğramamak için seslerini çıkarmadılar. Aldıkları üçretleriyle yetindiler.
Tatyana’nın ikinci çocuğu doğduktan sonra, Almanya’daki hayat tarzını da tanımış oldu. İki çocuk dünyaya getirmesine rağmen vücudu çok şahaneydi. Sarkan hiç bir yeri yoktu. Kendisinede bakardı. Makyajını yapmadan dışarıya adımını atmazdı. Ses tonu insanı etkiliyordu. Cıvıl cıvıl bir hayat yaşamak istiyordu.
Tatyana’nın akrabaları ve çocukları ile Kevin uğraşıyordu. Kevin evden dışarıya çıkmak istemeyen bir yapıya sahipti. Evden adımını dışarıya attığı zaman parası yetmiyordu. Tatyana ise her gün bir yerde yemek yemek, yeni elbiseler alıp onlarla caddelerde yürümek istiyordu. Kevin ona ayakbağı olmaya başlamıştı.
Bu hayat böyle gitmezdi. Kevin, televizyonda haberleri izlediği zaman, sonunda bağırıp çağırıyordu: Amerika’ya kızıyordu. İşsizlik artınca suçu yabancılara buluyordu. Avrupa Birliği’nde bütün zorluğu Almanya’ya çektiren politikacılara, öfke püskürüyordu. Alman topraklarından başka bir yerde yazlık izin geçirmeyi düşünmüyordu. Hayatını yaşamak isteyen Tatyana ise, Akdeniz sahillerinin tadını çıkarmak istiyordu. Arkadaşı Olga, Akdeniz sahillerinde güneşlendikten sonra Jamaika’ya, dahi gitmişti.
Bu arada çalıştığı hastanedeki servise yeni bir doktor gelmişti. Güney Afrikalı’da doğmuş olan bu doktor, Florida’da tahsil görmüş, aynı zamanda Amerika Birleşik Devletleri vatandaşıydı. İnce uzun boylu, kıvır kıvır saçlı olan zenci doktor, müzik ve dans ile iç içeydi. Adamın gözlerinde yaşama sevinci vardı. Hastalarıyla şakalaşırdı. Servisteki odasında devamlı müzik dinlerdi. Hatta ara sıra oturduğu yerden kalkıp sambaya benzer danslar yapardı. Bu doktorun bekar mı evli mi olduğunu, henüz Tatyana bilmiyordu ama onu görünce yüreği kıpır kıpır atıyordu.
Serviste çalışan bütün hemşireler o doktorun etrafında pervane gibi dönüyorlardı. Hatta B ve C servisindeki hemşerilerde ara sıra ilaç veya birşeyler mana ederek gelip, kapı aralığından olsa da, doktoru görmek istiyorlardı. Servis D’de bulunan Münichli hemşire Beate, bu zenci doktora neredeyse çengeli takmak üzereydi. Tatyana, allem etti kallem etti hemşire Beate’nin ayağını bu servisden kesti. Beate ile kendi servisinde bulunan hemşire Monika’yı kavga ettirdi. Bu kavgada personel şefinin kulağına gidince, her iki hemşireyi de azarladılar.
Güney Amerikalı doktor Norton, kısa zamanda kendisini bütün hastaneye sevdirdi. Başarılıydı. Ara sıra bu hastaneden ayrılıp Frankfurt’taki üniversite hastanesine gitmek istediğini belirtiyordu. Tatyana, doktor Norton’a kahve yapıp getirirken içinden “Gitmez inşaallah!” diyordu. Evde ise Kevin günden güne daha da asabileşiyordu. Olmadık küçük şeylerden kavga çıkarıyordu. Hatta bir keresinde Tatyana, evde doktor Norton’dan bahsetmişti.
“Doktor Norton, zenci bir doktor ama yüreği pırıl pırıl” demişti. Bu sözü işiten Kevin;
“Doktor Norton zenci mi?” diye sordu. Tatyana’da gülümseyerek;
“Evet. Hem de çok şirin bir zenci!” deyince Kevin öfkelendi. Yumruğunu masaya vurarak ayağa kalktı ve;
“Ne olmuş Alman asıllı doktorlara? Alman hastası kara derili bir doktor bozuntusuna terkedilir mi? O ne anlar doktorluktan?” diye bağırdı.
“Öyle deme ama Kevin! Doktor Norton, hem hastalar, hem de kadınlar tarafından çok seviliyor!” deyince Kevin’in kafasının tası attı.
“Baktıkça şu güzel Alman kızlarına, şaşırıyorum: Gidip elin yabancısı ile evleniyorlar. Alman milletini karışık hale getiriyorlar. Dünyanın en yakışıklı ve güçlü gençleri mutlaka Almandır! Umarım Tatyana, sen de diğer kadınlar gibi yabancı erkeklerin peşinden koşanlardan değilsindir?” dedikten sonra Kevin sustu. Ortalıkta bir sessizlik oldu. Tatyana sanki bu son söyleneni duymamış gibi davrandı. Bu sessizlikte Kevin’i çileden çıkardı. İçine kıskançlık duygularını düşürdü. Neden sonra Tatyana elindeki bardakları dolaba dizdi ve;
“Haa! Kevin sen bir şey mi söylemiştin?” diye sordu. Kevin rahatladı. Demek ki işitmemişti. Sözlerini tekrar edip;
“Sen hakiki bir Almansın! Ayrılırsan ben buna dayanamam! Elimden bir cinayet çıkar!” deyip Tatyana’ya korku verdi. Tatyana ise hiç oralı olmadı ve oturma odasına gitti. Oradaki eşyaları düzeltti.
Aradan üç gün geçmişti. Tatyana’nın işte olduğu bir gündü. Kevin evde yalnızdı. Kahvaltısını yapıyordu. Kapının zili acı acı çaldı. Postacıya bin türlü kötü sözler söyleyerek; kapıya gitti. Kapının ziline cevap verip, açtı. Merdivenlerden ayak sesleri geliyordu. Kapıda bekledi. Bir de ne görsün Tatyana’nın arkadaşı Olga merdivenlerdeydi. Şaşırdı. Hemen;
“Tatyana işte!” diyebildi. Sesi kısılmıştı. Olga ise;
“Ya öyle mi? Geri döneyim o zaman” dedi.
Kevin ise ona böyle soğuk davrandığı için kendisini biraz suçlu hissetti. Hemen müdahele ederek;
“Olur mu Olga! Ben de şimdi kahvaltı ediyordum. Eğer vaktin varsa beraber kahvaltı edebiliriz?” dedi. Olga bu işe dünden razıydı.
“Eğer seni rahatsız etmezsem bir fincan kahvenizi içebilirim” diye gülümseyerek cevap verdi.
Olga’nın yanakları al aldı. Gözleri çakmak çakmaktı. Altın sarısı saçları omuzlarına dökülmüştü. Sırtında ise yarı açık tişörtu vardı. Göğüslerinin üzerine sarkan uçunda kırmızı ve küçük bir kalp bulunan altın bir zincir takmıştı. Tişörtu omuzlarında bir şerit inceliğindeydi. Hiç bir erkek arkadaşıyla evlenmeyen Olga, Tatyana’dan daha güzel ve cazip görünüyordu. Kevin, bu güne kadar ona bu gözle bir kaç defa bakmıştı ama karısının arkadaşı olduğu için hiç bir girişimde bulunmamıştı.
O gün bazı olaylar ikisininde yüreğinde kıpırdanmalar yaptı. Artık Kevin, Olga’ya karşı ilgisiz değildi... Hatta bir ara Olga, yere bir dilim ekmek düşürdü. Kevin hemen eğilip o ekmek dilimini almak istedi. Bu arada Olga’da eğilmişti. Başları tokuştu. Göz göze geldiler. Olga’nın nefesini yüzünde hisseden Kevin ona;
“Ne kadar da güzelsin Olga!” diyebildi. Cümlesinin sonu ses tellerinde kuvvet kalmayan boğazından çıkmadı. Olga’da ona baktı. Gülümsedi. Birden Kevin’in yanaklarına sımsıcak bir öpücük kondurarak;
“Sen de hayatımda gördüğüm en yakışıklı ve en güçlü iyi erkeksin!” dedi. Bu sözler karşısında erim erim eriyen Kevin, başını kaldırınca masaya çarptı. Masanın üstünde bulunanlar devrildi. Her yer marmelade, yağ, peynir batığı oldu. Beraberce topladılar. İki gün sonra komşu şehirde bir akşam yemeği için randevulaştılar.
Kevin evin içinde duramıyordu. Artık hiç birşeye kızmıyordu. Olga ile lokantaya gideceklerini Tatyana’nın duymasını istemiyordu. Sanki hayatının ikinci baharını yaşıyordu. İçi içine sığmıyordu. Bir de şu iki günü bir geçirebilseydi. Sanki bu iki gün iki asır kadar ona uzun geldi.
Onbeş kilometre uzaktaki küçük kasabaya ayrı ayrı taşıtlara binerek sözleştikleri lokantaya gittiler. Kevin o gün çok güzel giyinmişti. Hatta onun böyle süslenmesi gören Tatyana ise;
“Hayrola Kevin! Ne bu şıklık?” diye sormuştu. O da hiç bozuntuya vermeden;
“Bizim klübün yönetim kurulu ile bizim patron ortak bir toplantı yapıyor. Ortak bir projemiz var da! Biliyorsun onları birbirine yaklaştıran kilit adam da benim” dedi ve evden çıkmak için kapıya doğru gitti. Bu arada Tatyana arkasından gelerek;
“Sakın ha! Bana böyle deyip de bir kadınla buluşmayasın!” diye söyledi. Birden Kevin’in başından aşağıya kızgın su dökülmüş gibi oldu. Yüzünü açtığı kapıya çevirerek;
“Canım karıcığım! Ben senin üzerine hiç gül koklar mıyım? Seni bulmak için ta Rusya’ya gittim!” dedi ve evden yıldırım hızıyla çıktı.
Lokantada Olga ile buluşan Kevin, ona hayranlığını, hatta ona olan sevgisini belirtti. Olga ise bu gün daha da cazip giyinmişti. Mini bir eteğinin üzerine yarı açık tişörtü ve makyajı Kevin’i çileden çıkarmaya yetiyordu. Artık Kevin’in başı Olga’nın güzelliği karşısında dönüyordu. Sanki bu güzellik ve Olga’nın ona ilgi göstermesi ile aklı çok uzak bir yere izine gitmişti. Gözleri ne çocuklarını, ne de güzel karısı Tatyana’yı görüyordu.
Bu buluşmaları kısa zaman içinde sıklaştı. Artık kimseden çekinmiyorlardı. Hatta Olga, Tatyana’nın yanında bile Kevin’in yanaklarından öpüyordu. Tatyana ise kocasına o kadar inanıyordu ki, bu öpücükleri arkadaş öpücüğü diye pek dikkate almıyordu. Aradan üç ay geçince; Olga ile Kevin karar aldılar. Evleneceklerdi. Ama Tatyana’yı kırmadan ayrılmak gerekiyordu. İkisi birlikte bir olup, aralarında olan durumu Tatyana’ya açıkladılar. O da bu durumu gayet olumlu karşıladı.
“Artık olan olmuş!” dedi. “Yapılacak bir şey yok!” deyip derin düşünceye daldı Tatyana.
Onu üzdüklerini hisseden Olga ve Kevin;
“Şayet sorun çıkarmadan ayrılırsa; her dediğini kabul edeceklerini” söylediler.
Tatyana’da çaresiz kalmış bir kadın olarak; dileklerini açıkladı. Çocukların nafakası Kevin tarafından ödenecekti. Kevin’in BMW arabası Tatyana’ya kalacaktı. Kevin kendisine yeni bir ev tutup, bu evden hiç bir eşyasını almadan gidecekti. Bir de Tatyana’ya yirmibeşbin Euro nakit verecekti. Bütün mahkeme masrafları da Kevin tarafından karşılanacaktı. Verdiği bu vaatleri noterde tasdik ettirecekti. Bütün bunları, Olga için Kevin hemen kabul etti.
Ve boşandılar. Kevin bütün verdiği sözlerini yerine getirdi. Boşanmanın üzerinden üç ay geçince Olga ile evlenmeyi düşleyen Kevin, ona, şehrin en lüks lokantasında evlilik teklifinde bulundu. Olga ise;
“Sen çok aptalsın! Tatyana benim can ciğer arkadaşım. O senden ayrılmak istedi. Biz sana böyle bir oyun kurduk. Ben hayatta arkadaşımın kocasıyla evlenmem!” dedi ve kapıya doğru gitti. Tam kapıyı kapatırken geri dönüp;
“Tatyana haftaya doktor Norton ile evlenecek!” dedi ve kapıyı kapattı.
Yalnız başına kalan Kevin;
“Tüh be! Oyuna geldik!” deyip ağlamaklı bir halde lokantadan çıktı. Rhein nehrinin kenarını boyladı. Orada hıçkıra hıçkıra ağladı. Çaresizdi.
Halil GÜLEL
Düsseldorf / 31.03.2004
Bu hikaye Havuz Yayınlarından aynı adla yayınlanan kitabımızdan.
RESİM : A 4 boyutunda, renklikalem desen, Halil GÜLEL’in çalışması...