- 1047 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
Bİzim Köyden Mektuplar - 4
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Sevgili Oğlum Mehmet Ali, 4.
Göndermiş olduğun değerli mektubunu aldık. Anan ile ben çok memnun kaldık. Memnun kaldık kalmasına da fakat, bazı yerlerini anlayamadık. Kusura bakma olur mu? Lütfen, bir daha ki, mektubunu bizim anlayacağımız dilden yaz.
Dil deyince aklıma hep şu olay gelir; bundan üç sene önce köyümüze tapu kadostra memurları geldiler. üç kişiydiler. İkisi oldukça gençti. Başları olacak kişi de biraz geçkindi. Memurlar köyümüzde iki yıla yakın kaldılar. Tarlaları, bağları, bahçeleri, avluları hatta evleri, ahırları ölçtüler. Tapularını yazıp herkese verdiler.
Benim sana yazacağım; bu memurların tapu kadostra işi ile uğraşırken yapmış oldukları hatalar ve yanlış işler değil. Bazı kişilerin bu memurlara yakın olmasından dolayı, bazen de verilen ifadelerden ötürü ortalık çok karıştı. Kiminin tarlası başkasının üzerine tapu yapılmış. Karşı tarafta rıza göstermeyince, mahkemelere haddinden fazla iş çıktı. Çarşafçı Emine ile kimse başa çıkamadı. Biliyorsun o sülalenin içinde bu Çarşafçı, oldukça belalı ve kavgacıdır. Onun belasından ve küfürlerinden çekinen Abdullah Amcası dahi ses çıkaramadı. O da malların üzerine yattı. Zavallı Sultan Nine, Çarşafçı’ya durmadan beddua ediyor. Köylüler;
„Bu beddualar, bir gün Çarşafçının başına dolanır ya...“ diyorlar.
Bu üç memur gelinceye kadar öğretmenden başka yabancı, köyümüzde bulunmuyordu. Ara sıra kahveye çıkan öğretmen bizim ile sohbet ederdi. Ekseriya tatillerde de cuma namazlarına katılırdı. Namazdan sonra da ilk iş olarak köyümüzün değerli hocasına tenkitler yağdırırdı. Bu tenkitleri genellikle dil konusundadır. Öğretmen de inançlı birisi. Imamımız, onun vaazlarında söylediğine göre bir hayli Arapça, Farsça kelime kullanıyormuş. Köylüler onları anlamıyormuş. Bazı kelimeleri söyleyip, manasını sorardı. Anlamını bilemezdik ve bükerdik boyunlarımızı. Öğretmenin o zaman büyük bir zafer kazanmış gibi gözlerinin içi gülerdi. O kelimelerin Türkçesini söyleyip, anlayıp anlamadığımızı sorardı. Bu sefer yarıdan fazlasının anladığını görünce; hocayı niçin tenkit ettiğini izah ederdi.
Biz tekrar tapu kadostra memurlarına dönelim. Bu üç memurun da bir hastalığı varmış. Hemen aklına rüşvet filan gelmesin. Memurun hastalığı denince ilk akla gelen elbette odur. Fakat, bunlar bir değişik. Köye ilk geldikleri zaman; onların şerefine muhtar, köy sandığından ödenmek kaydıyla kuzu kızartıp, içkili bir sofra hazırlatacağını gizlice kulaklarına fısıldamış. Fısıldamış ama onlar şiddetle karşı çıkmışlar. Bir daha böyle bir teklifin yapılmamasını da tembih etmişler.
Köyümüze gelen yabancıya gayet sıcak ilgi gösteririz. Bu bizim çağdaş bir geleneğimizdir. İçkili bir sofrayı bu memurlar kabul etmediler. Onlara başka neler teklif edebiliriz diye kafa yorarken, bir yandan da onları takibe aldık. Hafta sonlarında canları çok sıkılıyordu. Kahveye çıktıklarında da kağıt, tavla gibi oyunlarda oynamıyorlar. Bizlerle de pek fazla sohbet edecek mevzuları yok.
Eskiden beri yetişkinler ya kahvede, ya da cami avlusunda toplanarak sohbet ederler. Gençler ise belli yerlerde veya mahalle aralarında, yıkıklarda toplanıp, oralarda konuşurlar. Ne bizim köydeki, ne de komşu köylerdeki gençlerin meşgul oldukları bir işleri vardır.
Bir ay geçti. Bizim tapucuların can sıkıntısı gözle görülür şekilde meydana çıktı. Ikinci, üçüncü ay derken bu durum hepimizi etkiledi. Köylü, kendi arasında bu konuyu görüşmek için camide toplanmaya karar verdi. Bu toplantının gayet gizli yapılması gerekiyordu. Şayet, tapucuların haberi olur ise, onlara ayıp olurdu. Derken camide toplandık. O gün camiyi bütün ışıklandırmadık. O toplantıda köyün bekçisi de bulunuyordu. Onun anlattığına göre, bu adamlar işlerini yaparlarken en çok top ve takım üzerine konuşuyorlarmış. Köyümüzün imamı durumu anladı ve muhtara;
„Bu pazar kasabadan meşin bir top aldır ve onların önlerine yuvarlıyıver“ dedi.
Kasabanın pazarını iple çektik. Balıkçı Hüsmen’in Osman kasabaya gitti. O da köy sandığından fazla para gitmesin diye adi, naylon bir top alıp gelmiş. Biz, gerçi topun nasıl ve ne şekilde olacağını bilmiyorduk. Top getirildi kahvenin ortasında muhtara teslim edildi. Muhtar da köyün zimmetine bu topu geçirdikten sonra bekçi ile tapuculara gönderdi.
Adamlar topu görünce çok sevinmişler. Köyümüzün, biliyorsun iki tane harman yeri var. Ikisi de çayırlık. Çok geniş ve dümdüz. Mesai saatlerinden sonra soluğu orada alan memurların yanına bizim gençlerden de bir kaç kişi katıldı. Günler ilerledikçe bir de ne görelim: Köyümüzüde „Akgençlik“ ile „Yıldızgençlik“ diye iki ayrı takım kurulmuş. Tapucuların birisi Akgençlik’in, diğeri de Yıldızgençlik’in başına geçmiş, yaşlıca olanı da hakemlik yapıyormuş. Hafta sonlarında artık bizim çocukları harman yerlerinde arıyorduk.
Gençlerin top peşinden koşturmalarını bizler de seyretmeye başladık. Acaip bir hastalıktı bu... Köyde genç ihtiyar derken bu iki takımın taraftarı olduk. Haftada bir yapılan maçlara takımların idmanlı çıkmaları için hazırlanmaları gerekiyordu. Köyün alt başında ki, harman yerini Akgençlik’e verdik. Diğerleri de Tarlabaşı’ndaki harman yerini aldılar. Hatta bu takımlara köylüler birer oda gösterdiler. Takım eşyalarını odalarında saklayıp, arasırada toplanıyorlardı.
Her takım birer de küçüklerden yıldız takımları oluşturdular. Bu arada her iki takımdan da hoşnut olmayanlar „Kartallar“ diye bir takım kurdular. Komşu köylere de durum arzedildi. Onlarda kendi aralarında örgütlendiler. Sanki milletler arası karşılaşma yapılıyormuş gibi o köylerle maçlar yapıyorduk. Davul zurna da hazır. Bazen bütün köy karşı köye toplanıp gidiyorduk. Eğer maç berabere biterse hiç bir sorun çıkmadan dostça ayrılıyorduk. Ya biz yenersek, ya da onlar yenerlerse bazen mahkemelik olaylarda zuhur edebiliyordu.
Komşu köylerin ise bizim sahip olduğumuz gibi bir şansları yoktu. Biz, açık tribün, amigo, amblem, antrenör, atak şansı, avantaj, aut, baraj, çeyrek final, defans, disiplin, deplasman, endirekt, elektriklenmek, estantane, ekip, faul, frikik, forma, futbol, final, forvet, flama, federasyon, gol, grup, hoparlör, idman, klüp, kapalı tribün, klasik kadro, kaptan, kontrol, kart, kupa, kupon, karambol, klasman, kariyer, kurye, karşı atak şansı, kritik, lider, liste, liğ, mentalite, masör, markaj, milimetrik paslar, maç, ofsayt, ofsayta düşmek, organizasyon, penaltı, puan, puan cetveli, play-off, paslaşmak, protesto etmek, partner, prim, performans, pozisyon, rakip, rekor, rövanş, sportif, sezon, skorerlik, sanrafor, süper, spor, spiker, sportoto, sporloto, sembol, sempatizan, sistem takımı, serbest vuruş, sağbek, solhaf, stadyum, şok, şık, şampiyon, şut, şutlamak, şike, şeref tribünü, şort, tempolu, turnuva, taç, taç atışı, transfer, taktik, tribün, vole yapmak, yarı final gibi kelimeleri öğrendik. Komşu köylerin takımları bu kelimeleri tanımıyorlardı. Biz;
„Penaltı!..“ diye bağırınca onlar;
„Bu da ne yahu!..“ deyip çıkışıyorlardı.
Köyümüzün pehlivanı olan Ayıboğan Osman’ın bu işe pek aklı ermedi. Futbol hastalığı köyün gencini, ihtiyarını sarınca;
„Olur mu yahu?!.. Ata yadigarı güreş dururken bu işte nereden çıktı? Ben, şimdiye kadar kimseye karakuçak, elense, kurt kapanı, kaz kanadı, cazgır, kısbet sözünü öğretemedim. Bu nasıl iştir?“ diye hayıflandı.
Köyün öğretmeni de futbol hastalığına müptela oldu. Genellikle sağ açıkta oynuyordu. Hangi takımda oynarsa; o takım, o hafta mutlaka puan alırdı. Maçlarda çok güzel frikik attığı için köylüler ona „Aslan Frikikçi“ lakabını takmışlardı. „Aslan Frikikçi geldi, Aslan Frikikçi gitti“ tabiri onun adını unutturdu. Bu lakabı, beğenmiş olacak ki söylendiğinde hiç kızmazdı. Daha başkalarına da bazı isimler takıldı. Penaltıcı Recep, Korner Cemil, Amigo Recai, Kova Selami bunlardan birkaçı...
Komşu köyler ile maçımız olduğu zaman önce hocamız dua ediyordu. Üç takımdan seçilmiş oyuncular maça çıkıyorlar. Maçı kazanırlarsa, muhtar da; köy de o gençlere ziyafet çekiyor.
Kaymakamımız bizim köyün ve çevre köylerin futbol hastalığını duymuş. O sene bütün köyler arasında „Atatürk Kupası“ turnuvası düzenledi. Bizim köylüler olarak bu kupayı almak için kıyasıya çalıştık. Bizi yetiştirenler işin ustaları tapuculardı. Bizim köy civar köylerin içinde futbol yüzünden tanınır oldu. Kaymakamın „Atatürk Kupası“ olarak yapmış olduğu turnuvayı da kazandık. Kasabadaki Cumhuriyet Bayramı kutlamaları münasibeti ile yapılan törende bizim takımın kaptanının eline ibrik gibi bir şey tutuşturdular. Biz onu değerli bir şey sanıyorduk. Halbuki tenekeden yapılmış adi bir şeymiş. Biz bu ödülü alabilmek için ne masraflar yapmıştık.
Köyün öğretmeni hocanın cuma namazının vaazında söylediği Arapça kelimeleri tenkit ediyordu. Hacının Ömer’i bilirsin. Hani şu mecnun çocuk. Öğretmene „Aslan Frikikçi!“ deyince, öğretmen sustu. Hiçbir şey demeden çekip gitti. Şimdilerde bizim köylülerin futbol maçlarında konuştukları sözleri diğer köylüler anlamıyor. Meğer bu sözlerin çoğu İngilizce imiş. Aman yavrum, sen de bize böyle gavurca sözler yazma anlıyamıyoruz. Selam eder, gözlerinden öperiz.
Halil GÜLEL
Düsseldorf
YORUMLAR
Ustam, bu yazıyı yazmak yağlıboya tablo resme başlayıp- bitirmekten zor... nasıl yazdın bu kadar çok spor kuralını?...
Sporlu günler dilerken, Türkçemizden bizi; Allah, mahrum etmesin.
Gecenin geç vaktinde kısa yazdım ya bağışla.
Selâm ederim... Vârol.
kadiryeter
tp://edebiyatdefteri.com/yazioku.asp?id=121481
Halil GÜLEL'E