- 623 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
MİSKİN
MİSKİN
Çocukluğumun yazlarından aklımda en çok kalanlar; gündüzleri köyün kavrulan kupkuru toprakları, “çıngıl çıngıl” yalnızlığın sesini veren dağlar ve kucağında huzur bulduğumuz uzun yaz geceleriydi. Yaz ayları tatil alışkanlığı olan insanlar için eğlenmeyi, rahatlamayı akla getirir. Bizlerse sıcağa soğuğa aldırmaz, parçası olduğumuz tabiattan ayrılmadan yaz veya kış maceramıza devam ederdik.
Elektriğin, şebeke suyunun olmadığı, karpuzların soğuması için kuyulara atıldığı zamanlar… Gündüzün kızgın sıcakta pişen evlerde geceleyin sıcak ve terden uyumak imkansız olurdu. Bu yüzden bahçelere sonradan bozulması , sökülmesi kolay olan çardaklar,oturaklar yapılır ; ailecek gündüzün güneşin altında çalışıp yandığımız gibi, gece de yıldızların altında gök yüzünü seyreder, aya komşu olur, kuyruklu yıldızların kaymasını seyrederdik. Gecemize kuş sesi, böcek sesi karışır, yanık toprak kokusuna sabaha karşı rutubetli bir çiğ kokusu karışır, peşinden bir soğukluk hali sabah olmadan günü sona erdirirdi. Bu gecelerde bizim en sevdiğimiz şey bize anlatılanlardı. Babamız gece yarılarına kadar masallar anlatır, kuşların efsanelerini, dedemden dinlediği Kurtuluş Savaşı hatıralarını, yer ve zaman atlamadan bir bir sıralar, hepimizi hayranlıkla dinletmesini bilirdi.
Yazın insanların çoğu ovalara göçtüğünden köyler sakinleşir, insanlar yaza uygun tedbirler alırdı. Yangına karşı otlar temizlenir, dağ köylerine giden yollar üzerindeki musluklardaki testiler bir bir doldurulur, dağlardaki pınar ve küçük kuyuların çalı ve dikenleri temizlenir. İnsan ve hayvaların içimine hazır hale getirilirlerdi. Herkes birbirine muhtaçtır, fakat buralarda insanlar birbirlerinin külüne de tezeğine de daha çok muhtaçtılar. Evimizin halkıyla birlikte yanımızdaki evinde yalnız yaşayan ninemi de düşünmek zorundaydık. Dedemden kalma eski evinde yaşamayı tercih ederdi. Yetmiş yaşını geçmiş olmasına rağmen beş altı ineği vardı. Her zaman kendi başına yemeğini yer, hiçbir konuda kimseye yük olmayı sevmezdi. Başkalarıyla her zaman mesafeliydi, onunla en yakın olduğumuz anlarımızda bile şaka yapamaz, en derin sevgisini bile sadece gözlerinden anlayabilirdik.
Annem anlatırdı: hacca atlarla veya yaya gidildiği zamanlar babası Ahmet, hacca giderken yolda ölür; memleketi kasıp kavuran kolera salgınında iki kardeşini de kaybeder. Sadece ana kız kalırlar. Zaman kötülerin dağ başında, bir soluk ötede olduğu zamandır. Dul olarak kalmaya hiçbir kadının gücü yoktur, çünkü dağa kaldırırlar. Dul annesi evlenir, sonra iki erkek kardeşi olur. On üç yaşında kocaya verirler, fakat birkaç ay sonra kocası da ölür. Dedem bir savaş dönüşünde- ilk eşi de öldüğünden- bu küçük köylü kızıyla evlendirilir. Altı çocukları olur. Kah savaşta, kah barışta dedemin yollarını gözlemiş, onun ölümünden sonra da hiçbir çocuğuna minnet etmeden, geçimini sağlamış.
Yetmiş yaşını geçtiği halde ayran döver; kaymak, çökelek yapardı. Tavukları bolcaydı. Tavuklarına biraz yem lazım olsa, hemen üç dört tavuğu alır ilçeye pazarda satmaya götürür, pazardan arpanın yanında çam sakızı çoban armağanı bir şeyler almayı ihmal etmez, bütün çocuklara bunlardan verir, hepsini sevindirirdi. En çok dikkat ettiği şey de çocukları ve torunları arasında ayrım yapmamaktı. Annemin “Gel bizimle kal” ısrarlarına diğer çocuklarını üzmemek için kabul etmezdi. Son iki yılda artık hayvanlarına biz bakmaya başlamıştık. Onları bakamayacak hale gelmesine rağmen, tabiata kafa tutuyor, hayatından vaz geçmiyordu. Ömründe hiç doktor görmemişti. Yaşlanmak ve ölüm ona çok yabancı kelimelerdi. Hâlâ hoşaf eriğini küllü suya batırırarak kurutur, nar ekşisi çıkarır, kabaklama(küpte yapılan çökelek peyniri) basardı. Aşure ayında kazanlar dolusu aşure yaptırır, çocuklarını ve torunlarını bir araya getirirdi.
………………
O kış soğuk geçti. Her yer çatır çatır buz kesiyordu. Ninem son zamanlarda iyi görünmüyordu. İki gündür yatağından kalkamamıştı. Annem bir sabah bizler soba başında otururken-kimseye sormadan- ninemi sırtına bindirmiş, almış eve getirmişti. Sobanın başına doğru oturttu. “Vereyim iki sunum ekmek, çocuklarınlan dur işte. İkide bir seni düşünüp durmuyem!” diyerek onu ikaz etti. Ninemin pazarlık edecek tarafı yoktu. Artık yaşlanma denilen şeyle karşı karşıyaydı. Bu iş İstiklâl Harbi’nde kocası harp ederken, yoksullukla, çaresizlikle mücadele etmeye, iki oğul büyütmeye de benzemiyordu. “Ah, kahbe gençlik!” diyordu belki içinden. Fakat elinden bir şey gelmiyordu. O günden sonra bizimle yaşamaya başladı…
Ninemin bize gelmesiyle birlikte birkaç ineğini de biz satın aldık. Ahır bize geçmiş, ancak eski düzen aynen devam ediyordu. Bu düzene en çabuk alışan ninemin kedisi oldu. Boğaz ve karnının alt kısımları beyaz, geri kalan her yeri siyahtı. Ninem onu “Miskin” diye çağırırdı. Uslu ve sakin hali bir fare veya dişine göre bir av hayvanı gördüğünde onu bir canavar yapardı. Sahibine gönülden bağlı olan hayvan, yaşlı sahibinin yeni halini hemen kavramış, daha ilk günden onun yanına gelerek yorganın üstünde yatmaya başlamıştı.Sanki iki dul kadın gibi ninemle kafa kafaya verip adeta dertleşir, birbirlerinin halinden gayet iyi anlarlardı. Evde bir kedimiz olmasına rağmen, bu katlanılabilir bir misafirlikti. “Köpeğin hatırı yok, sahibinin hatırı var” atasözü bizde kedi için kendini gösteriyordu. Bu talihsiz hayvan, belli zamanlarda doğurur, ancak yavruları hep erkek kedilerin katliamına uğrar ve elleri boş kalırdı. Sonra birkaç hafta uzak kaldığı sahibine geri döner ve her şeye yeniden başlardı. Hayvan birkaç gün sızlanır, durumu kabullenir ve gelip ninemin dizinin dibine yatardı…
Büyük ahırın içi çok genişçe olup, ot, saman ve bir çok malzemenin karma karışık bulunduğu bir yerdi. Bu dağınık hali yüzünden fare, gelincik, kedi, yılan gibi hayvana barınak olurdu.Ninem bize geldikten sonra babam, ilk iş olarak bu eski kerpiç yapının arındırılmasını istedi. Çürük kokan samanlar, malzeme eskileri, her türlü hayvandan geri kalan bir sürü artığın temizlenmesi iki gün sürmüştü. Artık koca dam temiz temiz otun, samanın konulacağı bir yer haline getirilmişti.Ancak ninemin bitişikteki iki odalı evini yıktırmaya kalkmadı. Sadece üstünün “köy kiremitleri” ni değiştirtmiş, başka bir şeyine hiç dokundurtmamıştı. “Mal canın yongası, derler, dağınık da olsa böyle kalsın, hatıraları canlı kalsın, yoksa dayanamaz, ölür” derdi.
Sıcak bir Temmuz gecesinin ardından sabah serinliğiyle herkes kalkmıştı. Güneş henüz doğmadan, sıcak bastırmadan bağ bağ yapılmış mısır sapları ot damına taşınacaktı. Aslında bu iş sadece boş zamanlarda yapılan sıradan bir işti. Çünkü asıl iş pamuk suyu idi. Bunlara sadece pamuk suyuna ara verildiği bir iki gün içinde vakit bulabiliyorduk. Mısırlar on gün önceden biçilmiş, güneşte kurutulmuştu. Üç gün önceden de hayıt değnekleriyle deste deste bağlanmışlar, güneşte bekletilmişlerdi. Ninem bize taşındığından ve artık hiç hayvanı kalmadığından, onun ahırını ve kerpiçten yapılmış ot damını da biz kullanacaktık. Ben evin en küçüğü olduğumdan, üç ağabeyim de ben bahçeye varıncaya kadar desteleri çekmeye başlamış, ot damına yerleştiriyorlardı. Babam bir yandan da “ Aman ha, kuyruklu(akrep) vardır. Elinize almadan bir bakın” diyordu. Aslında içimizde akrebin sokmadığı hiç kimse yoktu, fakat yine de tedbirli davranıyorduk. Bir karınca gibi saatler süren bir koşuşturmanın ardından dam, ağzına kadar mısır sapıyla dolduruldu. Bu babamı memnun etti. Artık diğer dama saman koyduktan sonra, sığırların kışlığı hazır demekti. Sığırlar “kara sığır” denilen yerli hayvanlardı. Diğer yabancı sığırlar gibi hazır bakım istemez, merada yayılır, çok az bir bakımla yüz yıllardır nesillerini devam ettirmişlerdir. Çünkü onlar bu toprağın çocuklarıydı… Babam, kapıyı elleriyle kapayıp, döşeme taşların üzerinden yürüye yürüye bahçeye çıktı. Hepimize “Hadi işinize “ gibilerinde bir şeyler söyleyip gönderdi.
Akşam üstü hava biraz serinlemeye başladı. Küçük buzağılara bakmak için ninemin küçük damına (ahıra) doğru gittim. Bir paket ottan bir parça alıp, üç dört buzağıya dağıttım. Büyük damın olduğu yerden kedi sesi gelmeye başladı. Bu içten, derin ve acı bir sesti. Büyük bir tedirginlikle koca dama vardım. Miskin, mısır sapı dolu damın önünde durmuş içeri girmek için feryad ediyordu. Derdini iyi anlatabilmek için pençeleriyle kapıyı tırmalıyor, sık sık, acı acı olağan üstü bir sesle yardım istiyordu. O anda felaket bir şimşek olmuş, başıma bir yıldırım gibi inmişti. İki gün önce Miskin, ahırda doğurmuş, yine yavrularını burada büyütmeye başlamıştı. Ancak biz bu karanlık yerdeki yavruları fark etmeden mısır bağlarını üzerlerine bırakmış, hiçbir yavru veya ses fark etmemiştik. Koşarak babamın yanına gittim. Bir şeyler yapmasını istiyor, bir yandan da ağlıyordum. Babam bir Miskin’e, bir de kapısını açtığı damın içine baktı.
-Yürü oğlum, gidelim. Biz gidince gece o, yavrularını sapların altından çıkarır, dedi. Ben de başka çarem olmadığından bu söze inanmıştım.
Anne kedi o gece ninemin yanına hiç gelmedi. Sabah ilk işim saman damına koşmak oldu. Miskin, bitmiş tükenmiş haliyle bağırmaya devam ediyor, gözünü de kapıdan bir an ayırmıyordu. Babama seslendim. Beni kırmadı, geldi. Üzgündü ve teselli eden birkaç söz söyledi. Başımı okşadı. Fakat bu sırada anne kedi acı acı bağırmanın yanında ak sütünü taş döşemeye bırakmaya başlayınca hıçkırıklara boğuldum. Babam beni kolumdan tutup oradan uzaklaştırdı. Artık oraya iki gün hiç uğramadım. Fakat ben, o zavallı kedimizi bir daha göremedim. Nineme de uğramamıştı. Hatıramda siyah beyaz rengiyle, yavrularından umudunu kestiğinde sütlerini yere, göz yaşlarını bize bırakarak terk edip gitmişti.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.