- 680 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
ÇUKUR
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Saat sabahın ikisiydi. Zayıf bir ışık huzmesi karanlığın bütün soğuğunu kırıyordu. Canhıraş bir şekilde kazılan kazma kürek sesi dışında ortalıkta hiç ses yoktu. Metal kürek toprağın içine pençelerini geçiriyor, göğsünden en verimli, en nemli parçalarını un ufak ederek parçalara ayırıp avuçluyor ve en sonunda açtığı çukurun kenarına doğru onu tükürüyordu. Toprak kırmızıydı, tortuluydu, serindi, sessizdi, meraklıydı fakat toprak. Gecenin bu vaktinde, uykusundan uyandırılışının ve bunca eziyete layık görülüşünün sebebini merak ediyordu.
Yağmur çiseliyordu henüz. Gökyüzü bulutlarla kaplanmış olmasına rağmen, birkaç yıldız ve ay ışıltısını yeryüzüne ulaştırmayı başarmıştı. Yağmur bulutları katran rengi buhar küreleri olarak yoğunlaşıyor, en sevdiği sevgilisine kavuşmak için parçalarına ayrışarak hızla ve alelacele yeryüzüne ağıyordu. Yağmur, nazlı bir kraliçenin beyaz elleri gibi dokunuyordu toprağa. Toprak kana kana içmek istiyordu onu. Nicedir kurumuş hâlde oluşundan, iliklerine kadar hissetmeliydi yağmuru. Yağmur ve toprak bu karanlık vakitte, baş başa hasret gidermek, hâlleşmek istiyorlardı. Vuslata ermeyi diliyorlardı. Kazma ve kürek bu feryadı dinlemeden bir inip bir kalkıyor, yeni kavuşmuş sevgilileri baş başa bırakmamak için hain bir çaba harcıyordu.
…
Ne zaman karar verdiğini hatırlamıyordu Veysel, yapacağı bu zahmetli işe. Nasıl ve hangi şartlarda aldığı mühim değildi bu önemli kararı. Şimdi buradaydı, aslında olması gereken en son yerde.
Elindeki küreği açtığı çukurun yanına yorgunluk ve kudretsizlik dolu kollarından hızla düşürdü. Ayakkabıları ve pantolon paçaları çamur içindeydi. Eğer yeterli bir aydınlatma olsaydı, gözlerinin altının morardığı ve yüzünün gözyaşlarına bulandığı görülecekti. Bacaklarındaki mecalsizlik toprak yığınının yanı başına yığılıp kalıvermesine sebepti.
El fenerinin pili epey azalmış, ışık karanlıkta göz kırpan ateş böcekleri gibi yanıp sönüyor, ancak kendisinin görmek istediği merkezi aydınlatmaya yetecek bir güç sergiliyordu. Fazla bir işi kalmamıştı Veysel’in. Az sonra elindeki fenerin aydınlığına ihtiyacı kalmayacaktı artık.
Bu orman, bu karamsar zaman diliminde, bu kapkaranlık çukur, Veysel’i içinde boğuşur gibi olduğu ruh hareketliliğinden çekip alacak, bir kurtarıcı olacaktı ona.
Vakit iyice ilerliyordu. Karanlık ve aydınlık, ıslak toprakta birbirleriyle yarışıyor ve bu yarışı her geçen an biraz daha aydınlık kazanıyordu. Işık, yere dökülen bir kova süt gibi hızla toprağı beyaza boyuyor, kuru yer kalmayıncaya dek bu böylece sürüyordu.
Veysel işini tamamlamış olmanın verdiği sükûnetle başını gökyüzüne kaldırıp, henüz doğmakta olan güneşin ışığının gözlerine dolmasını engellemek için gözlerini kısıyordu.
Gece kuşları son çığlıklarını savururken ormana, gündüz hayvanları da yavaş yavaş gecenin şerrinden sığındıkları sığınaklarından başlarını, kanatlarını dışarı doğru uzatmaya başlamışlardı.
Sanki vakit araftaydı. Geceyle gündüz ağaç dallarında, hayvanların seslerinde ve okşanılası fakat aynı zamanda da korkutucu tüylerinde, gölgede ve aydınlıkta, uyku ve uyanıklık arasında, hayat ve ölüm çizgisinde, kalmakla gitmek meselesinin tam ortasında eşitti işte! Ne gecedir diyebiliyordu Veysel içinde bulunduğu an için, nede tam anlamıyla gündüz!
Açlıkla tokluk arasında bir burukluk hissetti sonra midesinde.
…
Veysel dün gece yine unutkanlıklarının doruğunda, efsunlu bir hâle ortasında, arkadaşlarıyla beraber takıldıkları “DEBDEBE BAR” da varoluşunu kutluyordu. Bar tıklım tıklım insan, ter, sigara dumanı ve hayal kırıklıklarıyla doluydu. Veysel’in var oluşuysa çetrefilli bir konuydu aslında. Bir vardı Veysel; ete kemiğe bürünüyor, dünyada görünür kılıyordu kendini, dünyevî oluyordu yani, bir yoktu; kimse bilmiyordu Veysel’in nereye yok olduğunu.
Ve arkadaşları ara sıra yaptıkları gibi yine Veysel’in varlığını kutluyor oldukları hâlde,Veysel, ruhen hiçlik âlemine doğru yelken açmış bir geminin çelimsiz bir miçosuna dönüşüyordu işte.
Elini bira bardağının yanındaki çerez tabağına uzattı Veysel. Tabaktan kurtulan bir leblebi tanesi yuvarlanarak mavi örtünün üzerindeki kalp şeklinin üzerinde kaldı. Kalp şekli masa örtüsünün üzerinde büyümeye, dallanıp budaklanmaya, bir insan sureti hâlini almaya başladı. Deminki leblebi tanesi şimdi o insan suretinin kalbinin olması gereken yeri dolduruyordu. İnsan sureti mavi masa örtüsündeki iki boyutluluktan çok sıkılmaya başladı. Ayağa kalktı, Veysel’in bardağının kenarına oturdu. Ayaklarını bardağın içine sarkıttı, yüzü Veysel’e dönüktü. Suret şimdi Veysel’in yüzüne bakıyor olmalıydı. Yüzüne bakıyor, ellerini inceliyor, yanağındaki yaranın hikâyesini dönüştürüyordu zihninde. Veysel sessiz hecelerden oluşan bir lisanla konuşuyordu şimdi suretle.
Tavanda parlayan ışık Veysel’in içkisinin içinde yakamoz hülyalar damlatıyordu. Leblebi yürekli leke adam, Veysel’i ellerinden tutup eski bir anıya sürüklüyordu.
…
Veysel henüz sekiz yaşında…
Güneşli bir Haziran öğleden sonrası… Ceviz ve dut ağaçları ılık ılık esen rüzgârda yapraklarını hışırdatarak raks ediyor.
Veysel’in amcası karısı ve çocuklarını köye göndermiş. Bahçeye yaz başında kurdukları somyada oturuyor ikisi. Akşamları ağustos böceklerinin hışırtısı içinde, yıldızların, yaz gecelerinin tatlı serinliğinde birer bardak çay içmek için bir de masa koymuşlar önüne. Somyanın üzerine yengesi zambak desenli bir örtü örtmüş, pembe, yeşil, mor; masaya yeşil bir örtü uygun görülmüş yalnızca.
Veysel’in amcası karpuz kesmiş, serinlesinler diye. Biraz da leblebi var masada. Veysel çatalını karpuza saplıyor, tam ağzına götürecekken çataldan kurtuluveriyor karpuz, hop masaya düşüveriyor birden. Apar topar alıyor karpuzu Veysel düştüğü izden. Amcası çok titiz, kızmasından korkuyor. Ürkek. Gözlerini korkuyla amcasının gözlerinin içine gömüyor, gülümsüyor amcası, rahatlıyor Veysel. Şimdi daha cesur, daha mutlu... Karpuzun düştüğü yere bakıyor, kalp şeklinde bir iz kalıyor masa örtüsünde. Bir avuç leblebiyi avuçluyor küçük ayaları Veysel’in. Bir leblebi tanesi parmaklarının arasından usulca düşüp kalbin tam ortasına yuvarlanıyor. Veysel tekrar başını kaldırıp amcasının yüzünde aynı tebessümü arıyor. Amcasının yüzü kıpkırmızı! Elleri titriyor amcasının, gömleğinin çoğu düğmesi açılmış. Göğsünde milyonlarca kıl var. Bir insanın göğsünün bu kadar kılı nasıl taşıdığını anlayamıyor çocuk. Bir elini göğsünün kılları arasında dolaştırıyor amcası, diğer eli nerede?
Veysel ayağıyla masaya vuruyor, irkiliyor Veysel, devriliyor masa. Veysel kaskatı kesilmiş sekiz yaşında bir çocuk heykeli şimdi. Bedeninin içine hapsedilmiş bir ruh huzmesi. Kaçmak istiyor, kaçamıyor, sesi içine bağırıyor. Başını masanın kenarına çarpıyor sonra sol yanağı kan…
Güneşli bir Haziran öğleden sonrası, amca yeğen, baş başa, güzel hatıraların paylaşıldığı bir bahçede, güzel hikâyelere aşina bir masanın iki yanında yepyeni bir hikâye yazıyorlar.
Zaman sonsuza eviriliyor…
…
Sabah olmuştu çoktan. Veysel dünyada yaşadığı müddette kendini her konuda suçlu buluyordu. Onun kaçmak istediği ancak kendi içinde yaşayan kötülüktü. İşte dün gece verdiği kararı artık uygulamanın zamanı gelmişti.
Göğsünü son baharın serinliğiyle şişirdi, tekrar nefes verdi. Dün geceden beri çılgınca kazdığı çukura atladı.
…
“Dün gece ormandan sesler geldiğini haber verdiler, bahsedilen yeri bulmamız kolay olmadı. Birilerini öldürdüler de gömüyorlar sandık. Oysa delinin teki, büyük bir çukur kazmış, artık ben burada ölene kadar duracağım, diyor başka şey demiyordu. Sabahtan beri güç bela adamı çukurdan çıkarıp tımarhaneye yollayabildik. Geldiğimizde çukurda oturmuş, başını dizlerinin arasına çekmiş sallanıyordu. Allah kimseye akıl noksanlığı vermesin. Kim bilir ne derdi vardı” diye anlatıyordu Debdebe barda oturmuş iki kişiden biri diğerine…
Hayat devam ediyordu…