- 3378 Okunma
- 7 Yorum
- 2 Beğeni
Yılmaz Odabaşı / Eylül'e dair her şey
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
“Her sonbahar aslında dökülen biraz da ömrümüzün yapraklarıdır,” diyor Eylül’e dair Yılmaz Odabaşı ve ekliyor:”Eylül’de bir bakarsınız yaza ait o uçarı coşkular yalan olur, bazen Eylül gelir, beş general darbe yapar, ömrünüz talan olur.”
........................
- 12 Eylül 1980 ayrı bir tarihtir. Diyarbakır Askeri Cezaevi ayrı bir tarih. Aynı anda her ikisini de yaşayan biri olarak o sürece tanıklık ettiniz. İlk yakalanmadan hemen sonra felaketlerin yaşanacağı izlenimi, izleri var mıydı? Nelerle karşılaştınız ilk?
Ben 12 Eylül’ü gözlerim bağlı olarak soruşturmada olduğum Diyarbakır Kurdoğlu Kışlası’nda işittim ilk olarak. Arada bir filistin askısına, elektrik şoklarına alınıp sonra yerde çırılçıplak ve gözleri bağlı olarak bekletiliyorduk. Sadece potinlerini görebildiğimiz askerler başımızda saat başı nöbet değiştiriyorlardı. Bitişik odaların birinde astsubayların radyosundan sürekli marşlar çalınıyordu.12 Eylül’den itibaren orada yirmi beş gün soruşturmada kaldım.
Bir ara belki de teyp kayıtlarından kadın çığlıkları dinlettiler; sonra beni soruşturmaya aldıklarında kız kardeşimi de gözaltına aldıklarını, eğer bir polis minibüsüne binip Diyarbakır’da örgüt üyeleri arkadaşlarımın yerlerini söylemezsem kardeşimi iğfal edip öldüreceklerini filan söylediler. Bu şantajı gerçek sanarak çok tedirgin olmuştum. Sonra yeniden insanların bekletildiği odaya alındığımda, gözbağımı açarak karşıda gördüğüm krem renk boyalı cama vurdum kendimi.Çünkü oradan düşersem , ölmesem bile yaralanacak ve hastaneye kaldırılacak, böylece bana istediklerini yaptıramayacaklardı. Alındığımda bir iki kat merdiven çıkmıştık, fakat kaçıncı kattaydık bilmiyordum. Kalkıp o krem renk boyalı cama vurdum kendimi. Fakat camın arkası demir parmaklıklarmış. Çarpıp yere düştüğümde üzerime üşüşen askerlerin potinleri çiğnedi karnımdaki kesiği.
Kötü şeyler olabileceğini ilk olarak ben Diyarbakır Merkez Komutanlığı kışlasında gözaltındayken, İstiklal marşı okunurken elleri kıpırdamış filan diye yüzlerce insanın toplanıp getirildiği gün anlamıştım. Bir ranzada üç kişi nöbetleşe uyuyorduk. Polis ve asker, Diyarbakır’da canının istediği herkesi döve söve oraya getiriyordu.
O süreci zaten “Eylül Defterleri” adlı kitabımda yazdım. İnsiyatif verildiğinde kamu görevlilerinin, başta asker ve polisin ne oranda barbarlaşabileceğini o dönem Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde gördüm. Bugün aynı şey olsa, kendini “emir kulu” olarak tanımlayan birilerinin devlet namına aynı şeyleri yapabileceklerinden kuşku duymuyorum. Bu yüzden insanın sadece anatomik-fizyolojik olarak değil, duyarlık olarak insanlaşması bakımından şiirin, edebiyatın ve genel anlamda sanatın çok önemli bir işlevi olduğunu düşünüyorum. Örneğin kalbinde şiirin zarafetine yer açmış bir insana kolay kolay kimse iradesi dışında bir şey yaptıramaz. Buna çok inanıyorum.
Sert yıllar, çok sert koşullardı tabii. Belki 80’lerde bizler dövülüp sövülürken, çarmıhlara gerilirken 2000’lerde genç insanların aynı şeyleri yaşamayacaklarını umarak da hayata tutunuyorduk. Fakat 2000’li yılların Türkiye’ sine, bugüne baktığımızda, o beklentinin yerini koca bir düş kırıklığına bıraktığını söyleyebilirim. Biz, o yıllarda doğanların da gelecekleri adına hayatlarımızı ortaya koymuştuk. Bakıyoruz ki devlet, yine aynı totaliter devlet.Yine o büyük sevgisizlik, yine hep şiddet...
Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde komando erler nöbeti birbirlerine devredip namaza gidiyor, sonra dönerek işkence yapmayı sürdürüyorlardı. Cennete inananların cehennemini görüyorduk. Bugün de biraz daha zarafet kazanmış olarak sürüyor bu rasyonalite. Şimdi de namaz kılıp döndükten sonra insanları sömürüyor, siyaset yapıyor, gözlerimize bakarak yalan söylüyorlar. Yani cennete inananların cehennemi sürüyor işte.
-Sonra zor günler bekliyordu sizi. 15 dakikalık havalandırmalar, geceleri gördüğünüz kabuslar, uyandığınızda açlık grevleri ve direnişler. Acının her biçimi vücudunuza işlenirken koca bir ömürle tanıştınız. Nelerle tanıştınız başka? Neleri aldı götürdü hayat sizden?
-Bütün bunlar kendi adıma çok şey götürmedi, aksine güçlendirdi.Kale gibi olduk. Sonra ömrümüze sert esen, savuran rüzgarlara aldırmayışımız belki bu yüzdendi. Fakat 12 Eylül’ü sadece işkenceler, direnişler ve cezaevi süreciyle sınırlı değildi. Çıktığımızda herkesin çekinip sakındığı adamlar olmak, akrabalarına dek herkes tarafından dışlanmak, bozuk sicille peşinde polisle iş bulamamak, kendine bir paket cıgara alamaz hale düşmek, en az gördüğüm işkenceler kadar onur kırıcıydı.Üstelik bu süreci 80’lerin sonuna dek yaşadım.
O yıllar dışarısı da 90’lara kadar bizim için büyük bir hapishane olarak inşa edilmişti. İçeride hiç değilse elimizi elinin üzerine koyabileceğimiz, bir cıgarayı birlikte paylaşacağımız insanlar vardı. Dışarıda ise yapayalnız kalmış, üstelik dışlanmıştık. Bu süreci, yani dışarının içerisini de “Eylül Defterleri” adlı kitabımda yazmıştım.
12 Eylül’de Diyarbakır Askeri Mahkeme’sinde yargılanırken on sekiz yaşımdaydım. Hakkımda TCK 171/ 1 maddesi uyarınca “vatan topraklarının bir kısmını veya tamamını bölmeye yönelik örgüt kurmak” isnatıyla sekiz ila on beş yıl mahkumiyetim isteniyordu. Önce tahliye edildim. 1989’da sekiz yıl ağır hapis cezasına çarptırıldım. Sonra bu karar yargıtayda bozuldu ve onca acıdan, on iki kez gözaltına alınıp defalarca işkence gördükten sonra 1990 yılına sicili temiz bir adam olarak girdim.Yani on yıl boyunca hayatımız karartıldıktan sonra suçsuz bulunduk...
Hayat ve zaman, kendini iyi hissetmeyeni, güçlü olmayanı asla bağışlamıyordu; bu yüzden yeniden hayata tutunduk. Fakat devletten yana payımıza düşenleri de bağışlamadık.Kendi adıma ben bağışlamadım ve yaşadıkça hem kendime, hem kuşağıma, hem halkıma yaşatılanları asla bağışlamayacağım.
-Cezaevinden çıktıktan sonra şiirlerini kitaplaştırdınız. Ödüller aldınız ve özellikle 90’larda düşünce suçları nedeniyle çok yargılandınız., tutuklandınız. Yılmadınız, direndiniz. Siz yazdıkça yeni davaların hazırlandığını bilmek, beklemek nasıl bir duyguydu?
-80’lerde ilk kitabımı yayınlamam çok zor olmuştu. 90’larda bu kez de yazdıklarım ve söylediklerim için art arda davalar açılıyordu. Bir yazımda “Kürt halkı” dediğim için bile bir buçuk yıl hapis cezasına çarptırıldım. Sonunda tepem attı ve bana bu kararı açıklayan Ankara 1 no’lu DGM heyetine “sizinle aynı ülkede ve aynı çağda yaşamaktan utanç duyuyorum!” dedim. Bunu söylediğim için de aynı gün tutuklanıp Ankara Ulucanlar Cezaevi’ne konuldum. Daha önce de Ulucanlar’da yatmıştım. Aradan yıllar geçtikten sonra, geçtiğimiz aylar bana da bir bölüm ayrılan Ulucanlar Cezaevi Müzesi’ne ziyaretçi olarak gittim.Yaklaşık yirmi yıl aradan sonra orayı dolaşmak, benim için çok sarsıcı oldu.
Son hapis cezam yedi aydı; DGM heyetine söylediklerim için “heyete hakaret ve mahkeme asayişini bozmak” tan son olarak 2000 yılında bu yüzden yattım. Sonra yapılan yasa değişiklikleri, 312. madde gibi Tayyip Erdoğan’la aynı maddeden hüküm giymiştim örneğin. Bunlarda yapılan düzenlemeler sonucu düşünce suçlarından on kadar dosyadan yargılandıktan 2002 yılında yeniden bembeyaz bir sicile sahip oldum.
-Yani sonra bütün davalardan beraat ettiniz. Sicilinizde herhangi bir suç isnat edilmemiş ki, üstüne bir de yeşil pasaport verdiler size. Hayatın komik tarafıyla mı yüzleştiniz burada, nasıl gelişti bu durum?
Açık dosyalar veya cezaların infaz süresi gibi nedenlerle 2002’ye kadar hiç yurtdışına çıkamamıştım. İlk kez pasaport başvurusunda bulunduğumda beni gözaltına altılar. Bir telefon edip edemeyeceğimi sordum.Edebileceğimi söylediler. Haşmet Babaoğlu dostumu aradım. O da hem basına hem de Ankara’da bir yerlere ulaşıp birkaç saat içinde serbest kalmamı sağladı. Sonra yeniden pasaport için başvuruda bulundum.Hem Avrupa Yazarlar Parlamentosu’na üye olmam hem eşimin doktor olması nedeniyle 2003’te yeşil pasaport verdiler bu kez. İlk kez 2004’te yani kırk iki yaşındayken yurt dışına çıkabildim.
Hayatımın dört yılı hapiste geçti. Çok dosya kapattım. Fakat şimdi memuriyet sınavlarına bile girebilirim.Girsem de pekala kaz kazanabilirim. Şaka bir yana Türkiye’de yaşamak, 18 yaşında Diyarbakır’da bir genç olmak, 90’larda Türkiye’de yazar olmak şaka gibiydi.Dönüp geriye baktığımda trajikomik çok şey görüyorum. Fakat nostaljik ilenmelerle yaşamıyor, önüme, bugüne bakıyorum. Çünkü hayat, insanların trajedileriyle değil, ürettikleri veya nerede, nasıl durduklarıyla ilgileniyor daha çok.
-Oysa Feride hep vardı. Şiirde romantizm, şiirlerinizde bir lirik dili sonraki dönemlerde kullanmaya başlıyorsunuz. İdeolojik şiirler, Toplumcu Gerçekçi Şiirler yazılırken neden şairler romantikleşmekten çekiniyordu?
Somut anlamda bir Feride yoktu belki; fakat hep bir aşk duygusu vardı. Aşk, vicdan, adalet; bunlar benim ömrümde çok dominant kavramlardı hep. Evet, 80’lerin sonuna kadar ideolojik şiirler başat bir rol oynamıştır hayatımızda. O zaman ideolojik ve nehir şiirler yazan Hasan Hüseyin gibi şairler nedeniyle sanırım. İkinci Yeni şiirine sempati duymamaya koşulluyordu bizi bunlar. Oysa yeni şiirin asıl yatağı İkinci Yeni’deydi.Bunu 80’lerin sonlarında anladım. Epik şiir, o dönem daha yaygındı ve hayatlarımızda bir nesnel karşılığı da vardı.Fakat bugünün modern dünyasında kanımca epik şiir bitmiştir. Yazılabilir, fakat nesnel karşılığı yok artık.
Şiirden şairaneliği kovmamayı hep önemsiyordum. Özellikle 90’ların başından itibaren yalnızlık dahil pek çok temayla ilgili toplumcu gerçekçi kategoride anılamayacak türde şiirler de yazdım. Hem tematik hem içerik olarak. Yani bir anlamda şiirin estetiğini ideolojiye kurban etmedim. Şiirden lirizmi kovmamak da işte bir anlamda mısranın haysiyeti dedikleri şeydir. Şiiri şiir yapan bütün faktörler mısranın haysiyetini inşa eder: İmge, ritm, metaforlar vs.
İmge yoğunluklu bir şiir yazdım ben. Şiirimin gücü de, yaklaşık otuz yıldır şiir kitaplarımın okunuyor olması , Kürt olduğum halde, yani edebiyat dükalığı nezdinde bir anlamda kimliksiz sayılmama rağmen, beni yok edememelerinin nedeni şiirimin gücündendir.O lobilerin kenarında kıyısında hiç yer almadan, yazdıklarımla, okurumla kendimi oldurdum.Bu yüzden kimseye minnetim ve eyvallahım da yoktur.
-Siz yarışmalara da katılmıyorsunuz bildiğim kadarıyla?
-Evet, 1999 yılının sonundan beri hiçbir ödüle katılmadığım gibi, ilkesel olarak hiçbir yarışmanın seçiciler kurulunda da yer almıyorum.
- Edebiyatın özgürlüğü sürdürmesi dışında, şairin bir sorumluluğu vardır, evet. Bu sorumluluk, dönemden döneme değişiyor, ya da sorumluluk derecesinden sorumlu olan yalnız şair değil içinde bulunduğu toplumunda değiştiğini görerek, birlikte bir süreci yaşıyorlardır diyebilir miyiz?
-Hayat dinamik ve her şey diyalektik bir devinim içinde.Takvimler değiştikçe algı biçimleri, yaşama kültürleri de değişiyor; bunlara koşut olarak edebiyat algısı da gelişiyor ve dönüşüyor. O da kendini yeniliyor. Değişimi yadsımamak, yeniliklere karşı statükocu olmamak gerektiğini düşünüyorum.
-Sahi kaç şiiriniz bestelendi?
Aynı şiirin bestesinin birden fazla yorumcu tarafından okunmasını saymazsak otuzu aştı sanırım. Fakat aralarında Ahmet Kaya’nın bestelediği üç şiirimden biri olan “Yakarım Geceleri” ile Onur Akın’ın bestelediği “Ey Hayat” çok etkili oldu.”Ey Hayat”ı son olarak Hayko Cepkin okudu. “Yakarım Geceleri” ise Ahmet Kaya’dan sonra Sevcan Orhan ve TSM formunda Leyla Atay tarafından yorumlandı.
-21 kitabınız yayınlandı ve tümü toplam 135 kez basıldı ve yazmaya devam ediyorsunuz.Bu sefer yeni kitaplar geliyor uzun bir aradan sonra?Yeni dosyalardan söz eder misiniz?
2004’te yayınlanan“Şarkısı Beyaz” adlı romanımdan sonra yeni kitap yayınlamamıştım. Bu yıl denemelerimden oluşan “Hayatın Düşlere Borcu Var” adlı kitabım yayınlandı. Bugünler bendeki Diyarbakır’ı yazıyorum. Bir anlamda anılarımın, acılarımın şehrine uzun bir mektup. Çünkü artık Diyarbakır, benim bugünümde ve yarınımda somut anlamda olmayacak. O şehri başkalarının anılarına emanet ettim.
Zaten şehirlerin ömrünün yanında insan ömrü nedir ki? Belki zamana direnecek, gelecekte de okunacak bir Diyarbakır kitabı yazıyorum. Bitirmek üzereyim. Bu kitabım birkaç aya kadar İletişim Yayınları’ndan çıkacak. Sonra yeni, ikinci bir roman olacak ve ömrüm vefa ederse sırada başka dosyalar da var.
Zeki Çelik
DEVE DERGİSİ Eylül 2013
YORUMLAR
Bazen bu nefti yaşanmışlıkları okuyunca uzun uzun bir düşünce alıyor beni ister istemez.
Sonra bu gibi şair-yazar-‘ lerin karşısına dikilip bakın ben de şiir yazıyorum diye dikilme
cesaretini nasıl bulacaksın diye sorarım kendime. Belki de bu yüzden böyle şairlerin
mürekkebinden dökülen şiirler dimdik ayakta durabiliyor,kimseye muhtaç kalmadan hem de.
Evet şiirlerinde haklı bir isyan gizli,ancak bu duygudan daha çok ‘’lirik’’ sözcüğü hakim.
Yakışıyor da çok.
Mesela ‘’iyi ki bu düştesin’’ şiirinde yer alan bir dize o kadar duygu dolu ki:
/vurulup düştükçe, düştükçe seni sevmekten caymayacağım
gece insin, el ayak çekilsin gelip kapında ağlayacağım!/
Tabii sadece okumak yetmiyor;dinlemek de gerekir.Tıpkı bu şiirde olduğu gibi.
Şiir.Şiir!..
İnsan olduğunu hatırlıyor insan şiir okurken. Şöyle diyebilirim,böyle zamanlarda insana en çok
lâzım olan şey şüphesiz ‘’sanat’’tır.Yani bir nevi şiirdir,tiyatro ve müziktir.İkinci Dünya Savaş’ında İngiltere’de tiyatro sahnelerinin dolu olması da bu yüzden değil mi? Şimdi bir yandan insanlar
ölürken,bir yandan sanat yapmak imkansız neredeyse.Samimiyet ve ahlak o dünya savaşlarında
büyük bir yara aldı maalesef.
Umudumuz sürsün diye tek sığınağımız gaz maskeleri mi yoksa?
Evet her şeye rağmen şiir.
Burada olmak-yine- güzel Zeki Bey.
Not: Çekilen acının karşısında dik durabilmek böyle bir şey olsa gerek.