YEŞİLLENDİ MARSIK KÖMÜR MERTEK
Onu akşam sürü dönüşü, çobanlar meşe palamutlarının altında ağlarken bulmuşlardı. Çula- çaputa sarılmış son derece cılız daha birkaç günlük olduğu anlaşılan bir erkek bebekti. Köyün büyükleri ve imamı uzun görüşmelerden sonra, çocuk sahibi olma şansını yitirmiş genç bir çiftin himayesine verdi ve “Alın bu kimsesiz sabiyi, kendi evladınız gibi ihtimamla yetiştirip, büyütün” dediler.
“Allahın ne güzel bir lütfudur bu” deyip çok sevindi evlat sahibi olmak için her gün Allah’a dua edip yalvaran genç aile, kendi öz evlatlarıymış gibi bağırlarına bastılar, kimsesiz bebeği.
Tüm köylere, mezralara haber salındı, günlerce araştırıldı soruşturuldu, bebeğin gerçek sahipleri bulunsun diye, ama hiç kimse sahip çıkmadı bebeğe. Belli ki bu araştırma ve soruşturmalar daha uzun bir süre devam edecekti.
Zaman çok hızlı geçmiş, çobanların dağda bulduğu bebek haberi önemini yitirmiş, hatta çoktan unutulmuştu. Bebeği evlatlık alanlar adını Kısmet koymuşlardı. Kısmet bebek kendinden beklenmeyen bir dirençle hızla gelişmiş, bebeklikten çıkıp, nerdeyse çocukluk dönemini dahi geride bırakmıştı.
Artık okulluydu. Ele avuca sığmaz, yerinde duramaz, cin gibi, son derce atak bir insan gelişimi yansıtıyordu. Onun geçmişini bilen yaşlılar “Allah yüzüne baktı garibin, yiğit ve çok zeki bir insan olacak, kendini ezdirmeyecek, maküs talihinin ona çizdiği zor ve dar yolları aşmasını bilecek bu genç adam” diyorlardı.
Öyle de oldu. Onu evlatlık alanlar çok mutlu ve sevinçliydiler. Kısmet onlar için çok sağlam bir güvence olmuştu. Yalnız onlara değil tüm insanlara sevgiyle yaklaşıyordu. Yaşlılara, çocuklara, hasta ve yardıma muhtaç olanlara, insanüstü bir çabayla yardımcı olurdu. Haksızlığa uğrayanların yanında olur, şiddet ve zorbalık gösterenlerin karşısına çıkardı.
Yörenin su kaynakları kıt olduğundan, bostanlıklar ve mısır bitkileri sıra usulüyle geceleri sulanırdı. Onlara sıra geldiği bir günde, o da bahçe ve bostanlarını sulamak için bütün geceyi yabanda geçirmişti.
Kuşluk vakti eve döndüğünde, bütün köy halkının evlerinin çevresinde olduğunu gördü. Tüm yorgunluğuna rağmen telaş ve heyecanla ne olduğunu sordu.
- Ah sorma oğul, sorma eviniz yandı” dediler.
- Annem…. Babam….. onlar nerede, onlara bir şey odlumu ? diye bağırdı.
Donmuş gibiydi insanlar. Gölgeli yüzler, biraz daha asılıp kararmıştı. Yaşlı imam,
-Başın sağ olsun evlat, ikisi de uyurlarken yanarak ölmüşler, diyebildi ancak.
Kendinden geçti Olduğu yere yığılıp kaldı, genç adam. Uzun süre de kendine gelemedi.
Aklı ermeğe başladığında ona her şeyi anlatmışlardı. Nerede, nasıl bulunduğunu, anasının babasının bilinmediği, kendisini yetiştirenlerin gerçek anne ve babası olmadığını, ancak gerçek evlatları kabul ettiklerini, bizzat talihsiz ebeveynleri anlatmıştı ona, başkalarından duyup da, kahır yapmasın diye.
Şimdi bu yaşında da, doğduğu zamanda kimsesiz, yalnız ve çok uğursuz bir insan olduğunu düşünmeğe başlamıştı. İnsanlardan kaçıyordu. Yalnız kaçmakla la kalmıyor kin ve öfke de duyuyordu onlara. O sevecen, merhametli ve yardımsever, hep hakkı savunun insan, kendini bir canavar gibi görmeğe başlamıştı. Zaman, zaman yalnız kendisinin duyabileceği mırıltılı seslerle, “Zaten hepsi canavar bu insanların. Ben onlardan olmayacaktım, ama işte beni de kendilerine benzettiler.” Diyordu.
Çevresindeki insanlar da onu terk etmişti. Ona hep kuşkuyla bakıyorlardı. Daha sı ondan korkuyorlardı. Çünkü çok yiğitlikler göstermiş, haksızlık ve kötülük edenlerle hep dalaşmıştı.
Şimdilerde, sadece kendisine gösterilen işi yapar, kimseyle konuşmaz, köy bakkalında her gün bir ekmek, bir şişe de sıra şarabı alır mezarlığa gider orada yer içer ve uyurdu.
Bir çok yıllarını bu minvalde tüketti. Bıçkın bir adam olup çıkmıştı, omzunun üzerinde uçan serçeye, burnunun yalayarak geçen sineklere bile sunturlu küfürler savuruyordu. Ekmek ve şarabını her alışta cami imamına uğruyor, ona ısrarla şu soruyu soruyordu:
-Söyle bakalım imam efendi: Ben cennetlik miyim, cehennemlik miyim ?
Bu soruyu her gün dinlemekten bıkan, hoca,
-Evladım sen cennetliksin dese, “Yahu bu denli günah işlemiş uğursuz bir adamım ben, nasıl cennetlik olurum hoca efendi” der, beni öldürür;
-Evladım sen cehennemliksin desem, “nereden biliyorsun sen Allah mısın” der yine beni öldürür diye düşünür,
-Kısmet sen bana yarın gel, ben sana cennetlik, yada cehennemlik mi
Olduğunu söyleyeceğim, derdi.
Yine Kısmet’in kendine doğru geldiğini gören imam, daha önce hazırladığı yanarak iyice kömürleşmiş bir merteği, cübbesinin altına saklar. Kısmet yine sorar: “Hoca efendi söyle bakalım, ben cennetlik miyim, cehennemlik miyim?
Marsık merteği imam kısmete uzatarak;
-Al evladım şu marsık merteği, götür mezarlıkta en kumlu toprağa göm ve her gün sula. Bu mertek kök salıp yeşil yapraklı filizler verdiğinde bana gel, ben senin cennetlik mi, cehennemlik mi olduğunu ancak o zaman söyleyebilirim, der.
Kısmet hocanın verdiği kömürleşmiş merteği, mezarlığın en kumlu tümseyine diker ve ihmal etmeden de her gün suyunu verir ve onun yanı başında şarabını içer uyurdu. Bu durum yıllarca sürer.
Kısmet her şeye olumsuz bakar, insanları dövmek, yaralamak, hatta öldürmek hep onunla anılır olmuştur. Herkes ona korkudan para verip iş yaptırıyordu. Oysa o iş yaptıklarından hakkettiği kadar para alır, hiç kimseye tek kuruş borcu olsun istemezdi. En sonunda insanlar onun aklını kaybettiğine, verdiği zararlardan, işlediği şiddet suçlarından dolayı cezai ehliyetinin olmadığına inandı, kısmeti o haliyle vurgun yemiş, yada cin çarpmış deli birisi olarak kabullendiler.
Köylerinde bir yıl önce birbirlerini çok seven iki genç evlenmişti. Bunlar kısmeti çok sever, onu zaman, zaman yemeğe davet ederlerdi. Bıçkın ve her zorbalığı şiar edinmiş Kısmette onlara karşı çok sevecen davranırdı. Tam da evliliklerinin yıl dönümünde doğum yapmak üzere Melek hanım hastaneye yatırıldı. Ama ne yazık ki doğum esnasında melek hanım bebekle birlikte hayatını kaybetti.
Vasiyeti üzerine onu gelinliği ile birlikte, mezarlıkta tesadüfen Kısmetin yeşillensin diye diktiği marsık merteğin yakınına gömdüler. Bu sırasız ve acı ölüm olayına en fazla üzülenler, loğusa ölen hanımın kocası Refik efendiyle, bıçkın deli Kısmet ti.
Deli Kısmet o gün de, ekmeği ve bir şişe şarabı koltuğunda marsık mertek için su dolu testiyle yatsıya doğru mezarlık yolundaydı. Öncelikle marsık merteğe yine mutat suyunu verdi. Sonra da yamalı yemek sofrasını toprağa yaydı, domates, soğan, ve salatayla, azıcık da peynirden oluşan yemeğini yemeğe başladı. Biraz uzağında ki o gün ölen genç kadının taze mezarı tümsek bir karartı halinde hep gözlerine takılıyordu. Gece ilerlemiş, ay bir altın tepsi gibi tüm mezarlığı, en fazla da taze ölü gelinin mezarını aydınlatmıştı.
Vakit gece yarısını geçmişti, biraz daha su içti testi hala yarı beline kadar doluydu. İçinden, kalan suyu taze gelinin mezarına dökmek geldi; çünkü hem kadın, hem de kocası ona çok iyi davranırlardı. Kısmette onlara içinden gelen kardeşçe bir sevgi duyardı.
Elinde testi o bunları düşünürken, siyak bir karartının mezarı eşelediğini gördü. Şaşırdı, yere çöküp bekledi. Siyahlar giymiş bir adam taze mezarı açmağa çalışıyordu. “Acaba kocasımıdır” diye düşündü kısmet. Kocası da olsa bu saatte toprağa gömülmüş bir mevtanın mezarı açılır mıydı.
Bıçkın deli Kısmet adeta donmuştu. Meçhul adam mezarda çıkardığı taze ölüye tecavüz ediyordu. Birden kendine geldi adeta uçarak mezara ulaşmış, adamın gırtlağını sıkıyor, ve “Neden, neden, bu nasıl iştir, hiç ölüye tecavüz edilir mi!” diyerek , olanca öfkesiyle adamın gırtlağını sıkıyordu. Hırıltılı bir sesle adam, “Ben onu çok sevmiştim, ama o beni sevmedi ve benimle olmadı; işte ben de ona öldükten sonra sahip oldum, intikamımı aldım” diyordu.
Deli Kısmet; “ çok günah işledim, canlara da kıydım, nasıl olsa Allah beni affetmez, senide geberteyim, bir fazla, bir eksik hiç fark etmez” deyip bütün gücüyle adamın gırtlağını sıkarak on hareketsiz kıldı.
Taze ölü gelini tekrar mezarına koydu, toprağını düzledi, susamıştı su içmek için gidip testiyi aldı, ama bir damla dahi su içmeden testideki suyun hepsini mezar toprağına döktü.
Öldürdüğü adamı hiç kimsenin bulamayacağı bilinmez bir yere gömmek için ölüyü sırtlayıp karanlıklarda kayboldu.
Bir süre hiç kimselere görünmeden dağlarda saklandı, ot ve yabani meyvelerle karın doyurdu. Oysa onca kavun karpuz tarlaları ve üzüm yüklü dolu bağlar vardı, ama deli kısmet hiç birisine girip karnını doyuracak bir şey almamıştı.
“O dağ senin, bu dağ benim” derbeder dolaşırken bir gün kendini mesken tuttuğu mezarlıkta buldu. Doğruca taze gelinin mezarına gitti. Üzerinde papatyalar, yoğurt çiçekleri bir güzel açmış, tatlı, tatlı esen ılık bir rüzgarla, titreşiyor, çırpınıyor sanki onu selamlıyorlardı. O arada kumlu tümseğe diktiği marsık kömür merteği geldi aklına. Derin bir rüyadan ayıkmış gibi irkildi ve hızla tümseğe koştu.
Deli kısmet gördüklerine inanamadı. Kömür mertek yemyeşil filizler vermiş, zümrüt gibi görünüşüyle adeta ona gülümsüyordu. “ Allah’ım, güzel Allah’ım ! sen nelere, nelere kadirsin” diyerek göz yaşlarıyla, marsık kömür merteğin yapraklarını okşayıp kokladı, sonra da dikmesi için onu kendisine veren imama koştu. “ Marsık kömür merteğin filizlenmiş imam efendi” diye bağırıyor, imamı elinden yakalayarak sürüklercesine mezarlığa koşturuyordu.
İmam hayretten dona kaldı. Gerçekten de kömür mertek yapraklanıp dal budak salmış, görkemli bir ağaca dönüşmüştü.
Dönüp kısmete sordu: “Hayli zamandır yoksun, nerelerdeydin ve bu arada neler yaptın sen Kısmet” diye sordu.
Deli kısmet imamın gözlerinin içine yıldırım çakması bir bakışla, “ sana anlatacağım sende kalsın olur mu imam efendi, ” dedi ve “ o gün gömülen taze ölüye tecavüz eden adamı ve onu öldürdüğünü , yalnız kendisinin bileceği bir yere gömdüğünü söyledi. “Şimdi bana doğruyu söyle imam efendi. Bak kömür mertek de toprağa tutunmuş, yeşillenip dal budak salmış; ben cennetlik miyim, yoksa cehennemlik miyim” diye tekrar, tekrar, nefes almadan soruyordu,
İmam ellerini Kısmetin omuzlarına koydu: “Şimdi inandım, iyice kani oldum Kısmet yavrum, sen cennetliksin” diyerek, alnından yanaklarından öptü, var git evladım istediğin gibi yaşa, istediğini yap, sana yılan bile dokunamaz” dedi.
O günden sonra, Deli Kısmeti bir daha gören duyan olmadı.
Gaipten geldiği gibi yine gaiplere karışıp görünmez olmuştu.
“Hoca efendi Deli Kısmeti en son gören senmişsin şimdi nerelerdedir acaba” diye soranlara imam efendi, “işte orada, mezarlıkta ki tümseğin başında” diyerek, dal – budak salmış zümrüt yeşili bir ağacı gösteriyordu. KEMAL POLAT O7 EYLÜL 2013
YORUMLAR
Evet!..Paranın,kuvvetin, imanın kimde olduğu bilinmez...Hani denir ya insanlar bir birine eş yaratılmıştır.Üstünlük yalnız takvadadır...İşte bu o...Kul hakkı olmadıktan sonra Allah dilediğini bağışlar bir hardal tanesi iyiliği olsa bile.Ne olursa olsun tövbe eden kulları Allah dilerse af eder. Dualara icabet ettiği gibi...Yeter ki Kur-an'da yasakladığı fiilleri tekrarlamasın.Kendisine şirk koşmasın...Ana babasına saygıda kusur etmesin...Allah'ın rahmeti ve mağfireti boldur...Selam-saygı ve dua ile...