- 540 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
KÜSMELERİN MÜZMİN TARİHİ-2
Her çocuğun tarihi, tarih öncesinde başlar değil mi? Büyüklerin tarihi zamanı geride bırakır, oysa çocukların tarihi gölgesi gibi kendisini izler, o nereye gölgesi oraya… Öyleyse niçin hiçbir bilge tarihin bu alanıyla ilgilenmemiştir? Niçin bir çocuğun gördüklerine onun gözüyle bakmamıştır? Onun yarım yamalak ve sözcükleri ağzının içinde yuvarlayarak mırıldandığı ezginin yapmacıksız içtenlikli nağmesine niçin kulak kabartmamıştır? Bulunduğu ortamın ahval şeraitini düşünmeden büyüklerin riyakârlığını, yalancılığını, ikiyüzlülüğünü patavatsızca yüze vuran bir çocuğun sadeliğinden, hesapsız kitapsız oluşundan mı endişe edilmiştir. Yoksa büyüyünce yine aynı sürünün koyunu olmayacağından mı korkulmuştur ya da daha diplomatça davranılıp o yaşta bin bir ustalıkla büyüklerin toplumuyla uyumlu, allı-yeşilli, sarılı-kırmızılı bütün renkleri silinmiş “uysal modeller” gibi “iyi vatandaş” yapılmaya çalışılan çocuğun “size benzemeyeceğim” çığlığından korkulup da yüzüne yapıştırılan maskenin egzersizini yırtıp atacağından endişe mi edilmiştir? “Ben çocuğum, yazdığınız tarihin yaldızlı sayfalarından korku salan Sezarlar, Atillalar, Cengiz Hanlar, İskenderler hiç mi hiç ilgimi çekmedi” dersem siz büyükler gıcırdattığınız dişlerinizin arasından “Bak oğlum, bak kızım, onlar tarihin büyük adamlarıdır, tarihi onlar yazmıştır, bugünlerimizi onlara borçluyuz” demeye başladığınızda gözünüzden saçılan öfkenin yüzümü yalayıp geçmesinden öylesine korktum ki… Oysa onlar birer fatihti, kılıçları vardı, üniformaları vardı, topları tüfekleri vardı ve meslekleri öldürmekti. Oysa ellerinde hiçbir zaman bir demet menekşe olmadı, kırlardan papatya da toplamamışlardır, otuz iki dişleriyle gülmemişlerdir bir defa. Niçin… Çünkü büyümüş adamlar ciddi adamlardır ve ciddi adamlar gülmezler, korkuturlar, korku salarlar da ondan. Kadınları da sevmemişlerdir. Onlarla bir iki saat beraber olmuşlardır “şey etmek” için sadece ama onları sevmemişlerdir bile. Nerden mi biliyorum?… Onlar da sizin gibi büyümüş adamlardır ve sizin kılavuzlarınızdır.Sizin kılavuzlarınız, sizin önlerinde secdeye durduklarınız sevgiyi biliyorlar mıydı ki siz bilesiniz?.. Siz değil misiniz ne öğrendiysek onlardan öğrendik diyen?… Ben sizde onları görüyorum ve korkuyorum… Sahi, ne kadar çok insan öldürülürse o kadar kahraman olunuyordu değil mi?.. Bunlar sürüyle insan öldürmüşlerdi de öyle kahraman olmuşlardı, öyle fatih olmuşlardı. Ama ben öldürülmekten de ölmekten de korkuyorum… Biraz daha ileri gitsem pençelerini gırtlağıma geçirmeye hazır masallardaki ejderhalar gibi parçalayacaksınız beni. Elleriniz sanki bunun için yaratılmış gibi emrinize amade, bir işaretiniz yeterli… Sizin o korkunç görüntünüzden ürkerim, kaçıp saklanacak yer ararım ama siz orada da bulursunuz beni… “Susmalıyım” değil mi?. Sizden korktuğum için size küsmedim.
Ben çocuğum ve kaç bin yaşında olduğumu siz nereden bileceksiniz ki… Ya da ben bu yaşta bir çocuk olmasam Roma’yı, Galya’yı bilumum Doğu ve Batı’nın büyük köylerini (Siz büyümüş adamlar bu büyük köylere imparatorluk diyorsunuz değil mi?), muhteşem Roma’nın sevimli çocuğu Caligula’yı nereden bilebilirdim ki… Bir âlem çocuktu Caligula… Romanın başındaydı o çocuk. Biz diğer çocuklar Roma sokaklarında Mısır firavunlarına nanik yaparken o, bu oyundan sıkılmıştı da bizi güldürmek için atını senatör seçtirmişti. Caligula’nın bizi gülmekten kırıp geçiren matraklığına diyecek söz bulamamıştık. “Bu büyümüş adamlar her tarafı çöle çevirdi, atımın tırnağını onların topuna değişmem” deyivermişti. Atlara sevgim de o günlerden kalmadır. Gerçi birçok kez kılıçları kınlarında kanlanan adamlar atlarla gösteri yaparlarken kimi atlar sırtındaki dallamanın emrine verirlerdi vücutlarını ama benim sevdiğim atlar ilk fırsatta sırtındakileri atıverirlerken bir kenara, ön ayaklarıyla şaha kalkarlardı ve biz çocuklara da göz kırparlardı. Caligula’nın atı tam da bu cinsten bir attı. Senatoya girdiğinde kelli felli senatörleri hiç tınmadan şöyle bir dönüvermişti meydanda da ortada senatör menatör kalmamıştı. Büyümüş adamlar deli demişlerdi ona ama ben çocukluğumun bin yaşında Roma sokaklarında oyun arkadaşlığı yaptığım Caligula’yı pek sevmiştim. Neron’u da bu yaşımda tanıdım. Büyüklüğünün azametine sığınıp Roma’yı yakarken devlet adamı olmanın da ilkelerini yazmıştı. Ağzını açtığında dilinden zehir, dişlerinden kan damlardı. Sezarlardan Neron… Beklenen Neron… Yaşamımızın her anında, her köşe başında hazır ve nazır Neron… Birisi gitti, diğerleri geldi. Devletlerin Neronlaşması, Neronların devletleşmesiyle başladı… Arka arkaya öylesine çoğaldılar ki Neron’suz devlet yumurtasız omlete benzedi… Bunlara zamanla Neron yerine devlet adamı denildi… Neronlara hiç küsmedim ama bunlara nanik yapmayan çocuklarla bir daha oyun oynamadım. Tacitus’a da küsmedim. Ne de olsa o da yetişmiş adamların tarihçisiydi ve elbette Caligula’yı delilikle suçlayıp, Sezarları kutsallaştıracaktı, o da öyle yaptı. Neron’un bilmem kaçıncı kuşak soyundan torunu Mussolini öyle bir devlet de devlet diye tutturdu ki, diğer ülkelerdeki Neron’un torunları da birbirleriyle yarışıp yırtma yapıştırma adam müsveddesi Hitler birinci geldi bu yarışta. Yarışın eğlence reyonlarında kullanılan malzeme yine insandı ama bir tek farkları artık arenalarda yırtıcı hayvanların önüne atılan insanın dehşetli çağlığı karşısında zevkten huşu olup kahkaha atmak yerine Hitler toplama kamplarında zehirli gaz odalarını tercih etti. Pinochet stadyumlarda gitarist şarkıcı Victor Jara’nın gitarının tellerine dokunan parmaklarını kesip stadyumdakilere eğlencenin hasını gösterirken, Latin Amerika nam ülkelerin Neronları bu dehşetengiz keşfin büyüsüne kapılıp onlar da kendilerine nanik yapan on binlerce çocuğu uçaklara doldurup on bin metre yükseklikten okyanuslardaki köpek balıklarına yem ettiler. Gökleri bir başka duru, suları bir başka berrak ülke Vietnam’da çocuklar Amerika’nın Neronlarına “Ne bok işiniz var bizim kırlarımızda, şehirlerimizde” demişlerdi de Amerikalı Neronlar daha Uygurca davranarak ve daha çok öldürecekleri çocuk olduğundan zaman kaybetmemek için Vietnamlı çocukları topluca öldürüp, “Bu çocukları birbirlerinden ayırmayalım, yazıktır” diyerek toplu mezarlar inşa etmişlerdi. Bunlar müsveddelerinden cidden daha Uygur idiler ve dünyanın neresinde demokrasi yoksa oraya demokrasi götürüyorlardı. Bu ülkelerin demokrasisinin önündeki engeller de hep çocuklardı ve önce çocuklar bertaraf ediliyordu. Bir ön Asya ülkesinin türev Neron’u da “Asmayalım da besleyelim mi” diyerek Neron’a yakışır devlet adamlığını tartışmasız ilan ediyordu.
Menelik’in hiç oyun oynamadığını annesi söylemişti. Annesi, “hadi oğlum sokağa çık, arkadaşlarınla oyun oyna” dediğinde Menelik “Ben” diyormuş “hiç çocukluk yapmadan büyüyeceğim”. Hiç çocuk olmadan, oyun oynamadan sırça köşkte devlet adamlığı yapan Menelik adına da üzülmüştüm çocukça… Sahi size Menelik’in kim olduğunu bile söylemedim daha. Menelik Etiyopya denilen kara derililerin beyaz zencisi. Ülkesinde öyle çok çocuk varmış ki, çocuklar Menelik’in sırça köşkünün camlarını kırarlar, tavuklarına “kış” derlermiş durmadan. Bekçinin bir sokaktan kovaladığı çocuklar diğer sokakta bitiverirlermiş durmadan. Zavallı Menelik ne yapsın o da çocukların yaramazlığı karşısında öyle çaresiz duruma düşmüş ki ne yapacağını bilemez duruma gelince, dizinin dibine bir cin gelip “Ey Menelik dile benden ne dilersen” demiş. Biçare Menelik “Ey cinler” demiş, “kurtarın beni bu çocukların elinden…” Cinler memleketleri ABD’ye dönünce konuyu daha etkili yetkili cinlere açmışlar. “Çocuklar bizim Menelik’i çıldırtmış, aman Menelik’e çılgın bir çözüm bulun”… Cinlerin başı “Ondan kolay ne var demiş, alın şu iki sandalyeyi hemen bizim aziz dostumuz Menelik’e hediye edin. Madem çocukları asa asa bitiremedi ve asılan çocukları izlerken yoruldu. Artık oturduğu yerden, yorulmadan işini yapsın. Oturtsun şu sandalyeye, taksın prizi, sandalyede çocuklar sarsıla sarsıla ölürken o viskisini yudumlayıp zevklerin alasını tatsın”. Gel gör ki Menelik’in ülkesinde elektrik olmadığından ve kendisi dahi çocuklardan elektrik alamadığından sevinci kursağında kalmış. O iskemleyi tahtı revan olarak kullanmış imparator Menelik… Habeş çocukları da Menelik’e ve adamlarına hiç küsmemişler ama gece gündüz, yaz kış demeden köşkün penceresine ver etmişler taşları. Menelik de diğer mevkidaşları gibi yakmış, yıkmış, öldürmüş ve öldürürken de sırıtırmış… “Ne alaaa, ne alaa……” Bütün Menelikler lütfen sırıtın fırsat elinizdeyken… Yarın biz çocuklar sizlere nanik yapmaya başladığımızda sizin yerinize senatör seçeceğimiz çok atlarımız olacak. Neron sizin olsun, siz Neronları çoğaltın. Biz Caligula’nın altın yeleli atlarına binip geleceğiz bir bayram havasında. Hem de kendi ellerinizle kendi yerlerinize siz senatör seçeceksiniz bizim atlarımızı. Biz çocuklar o gün güldüğümüz gibi güleceğiz yine.
Size hiç küsmedim bütün ülkelerin Menelikleri, sizi küsmeye değer bulmadığım için. Küsmedim ama darıldım dünyanın çocuklarına, hala sırça köşklerin camları sağlam olduğu için.
Devlet ve devlet adamlığı çocuk hafızama korkuyla ve ürpertiyle kazındı. O gün bu gündür devletten ve adamlarından hep korktum, kaçtım.
...........................
3. Bölümde görüşmek üzere umutla kalın.