- 724 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
PASLI ÇİVİ-1
Bu salona nasıl geldim bilmiyorum; aslında epeyce zamandır ne yapıyorum, kiminle konuşuyorum, hayatta mıyım, değil miyim onu da bilmiyorum. Yaşadıklarımı saniyenin milyonda biri yoğunluğunda kılcal damarlarıma kadar hissettiğimi biliyorum ama ayrıntılarıyla ne yaşadığımı anımsamakta güçlük çekiyorum. Bir psikolog arkadaşım insanların büyük travmalardan sonra o travmaya dair hiçbir şey hatırlamayabileceğini yalnızca çektiği ıstırapla baş başa kalabileceğini söylediğini anımsıyorum. Ah evet bir şeyi çok iyi biliyorum, az sonra o gür sesiyle mübaşir adımı haykıracak ve ben büyük bir keyifle hakimin sonucu söylemesini bekleyeceğim. Hakimin ağzından çıkacak her sözcük aylardır çektiğim ıstırabın yükünü bedenimden söküp alacak diye umuyorum. Ne umması canım, öyle olacak biliyorum! Akıttığım göz yaşlarının her damlası için, kirlenen her duygu parçam için gülümseyerek dinleyeceğim kararın açıklanmasını. Hakimin başka bir karar vereceğini hayal etmek dahi istemiyorum, çünkü öyle bir karar çıkmayacak! Günlerce döktüğüm göz yaşı, uyuyamamanın ve çaresizliğimi düşünmeden edemediğim anların bedenimde açtığı derin yaralar, az sonra göreceğim muhtemelen bembeyaz saçlara ve asık bir surata sahip, pek tabii sözlerini bir kitaptan seçercesine itinayla telâffuz eden o hakim tarafından onarılacak.
Kendimi tanıtmadan söze başladığım için kusura bakılmasın, diyorum ya uzun süredir aklım başımda değil diye. Adımı söyleyerek başlayayım o gün yaşadıklarımı anlatmaya. Pelin, evet Pelin benim adım, soyadımın ne önemi var ki? İzmir’in önemli bir dış-ticaret firmasında satış müdürü olarak çalışıyorum. Çalışıyordum, demeliyim. O malum günden sonra hayatımı etkileyen olaylar pek de arzu ettiğim gibi gelişmedi.
Selma ile o gün yemeği şirkette değil de dışarıda yemeye karar vermemiz beni sonu bugüne varan bu yola sürükledi diyebilirim. Merdivenleri birer birer inerken bir yandan topuklu ayakkabımın bir azizlik yapıp beni yerle yeksan etmesini önlemeye çalışıyor, diğer yandan Selma’nın erkek arkadaşından yakınışını ayıp olmasın diye dinliyor gibi yapıyordum. Ben insanların dertlerini dinlemeyen, onlara her durumda kayıtsız kalan biri değilim inanın ki. Selma’nın artık rutine bağlanmış, insanın kendi dertlerini sunmasına fırsat tanımayan o aceleci konuşması pek tabii herkes gibi beni de sıkıyordu. Tanışıklığımız 10 yıl öncesine ta üniversite yıllarımıza dayanmasa pek çok insanın yaptığı gibi bu sürekli konuşan, dış görünüşüne düşkün arkadaşımın yanında zaman geçirmemeyi tercih edebilirdim ancak iş işten geçmiş, bir final günü benden kalem isteyen bu masum kızla dostluğumu çoktan kurmuştum. Hem bu şirkette bir iş bulmuşsam bu Selma’nın sayesinde olmuştu. Bu yüzden ona karşı kendimi borçlu da hissediyordum.
Selma her şeye rağmen derinlerinde kocaman bir kalp taşıyordu. Kendi sıkıntıları içerisinde boğulmadığı nadir günlerde o derinlerine gizlediği kalbini daha sığlara, yukarılara benim de görebileceğim yerlere taşıyordu. Yardımseverdi Allah için. Son sevgilimin saçma sapan bahanelerle apar topar yurtdışına gidişi, doğru anladınız beni dımdızlak ortada bırakışı, sadece Selma gibi çok konuşan, konuşurken insana başka şeyler düşündürtmeyen bir insan ile unutulabilirdi. Sağ olsun, onun dertlerini dinlemekten kendime üzülemiyordum bile. Gerçi kafamın içerisinde yankılanan tek ses “ o alçak beni nasıl böyle ortada bırakıp gider ?” değildi. 3 yıldır hastane odasında bir makineye bağlı yaşamak zorunda kalan ağabeyimin nefes alışverişlerini her an kulaklarımda duyabiliyordum. Babamın adının telefonumda her belirişi beni tarif edilmez bir korkuya sürüklüyordu. Bütün bu hislerin eşliğinde Selma’nın arabasına bindik. Selma usta şoför sayılmazdı. İstanbul’da okuduğumuz yıllar boyunca arabasıyla pek çok yere gitmiştik ama her seferinde arabanın koltuğuna gömülür mutlaka kapının kenarında bulunan tutamaça sıkı sıkıya tutunurdum. O gün de Selma’nın arabasının ön koltuğuna gömülmüş halimle öğle yemeğimiz için Gazi Osman Paşa bulvarından geçerek eski itfaiye binasının içinde yer alan restorana doğru ilerliyorduk. Burada dilediğimizce karnımızı doyuracaktık. Selma, en sıkıntılı zamanlarında dahi yüzünden düşürmediği o çocuksu gülümsemesiyle bana döndü ve
“Unutkanlık bulaşıcı mı dersin Pelin, senin her zaman yaptığın gibi para çekmeyi unuttum. Ama sende olmayan bir şey var neyseki bende. Şans!kızım şans! Şurada ATM’si varmış benim bankanın.”
Gülüşmüştük. Benim şanssızlığım konusunda çok haklı olduğunu o da ben de çok iyi biliyorduk. Ne zaman bir işe kalkışsam aksilikler yakamı bırakmaz, olmaz denen şeyler benim başıma gelirdi. Ee zaten evliliğe doğru gitmesi muhtemel son ilişkimde adam "yaşayamıyorum bu ülkede" deyip Amerika’ya göçmemiş, beni ortada bırakmamış mıydı? Ah işte yine aklıma gelmiş, boğazıma bir yumruk gibi oturmuştu. Selma arabayı az sonra hızla oradan uzaklaşacağımızı belli edercesine gelişi güzel ATM’nin önünde durdurdu ve “hemen geliyorum canım” diyerek ATM’nin önünde sıra bekleyenlerin arasına karıştı.
Camlar kapalıydı ve araba çalışır haldeydi. İzmir’İn o zalim sıcağının içeri girmesini istemezdik, klima harıl harıl çalışıyordu ayrıca. İçeride çok sevdiğim o melodi ve dudaklarımda şarkının sözleri bir de şarkıya tempo tutarcasına tık tık sesleri çıkaran dörtlü ikazı Selma’nın gelmesini bekliyorduk. Kendi kendime mırıldanıyor bir yandan tempo tutuyordum: “aptığın cezaya girer senin / Gün olur her alev küllenir/ Küllenmiyor şu yangının büyüyor hay aksi / Gözlerin Cezayir menekşesi /Şu yağan karlar gönlümün ceza-i müeyyidesi, Gözlerin Cezayir Menekşesi İmdat!!”
……………..
D E V A M E D E C E K
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.