- 1735 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
PERRAN KUTMAN
Anne’sinin zoruyla konservatuar eğitimi yapan,
Türkiye’nin „PERİHAN ABLASI“
PERRAN KUTMAN…
Senaryosunu Gani Müjde’nin yazdığı, Aydın Bulut’un yönettiği, 1918-1923 yılları arasındaki İşgal altındaki İstanbul’un işgali sırasında bir semtte yaşananların mizahi dille anlatıldığı “Deli Saraylı” dizisinin çekildiği köşke gitmek için erkenden Büyükada vapuruna bindik. Bir gün önce dizide oynayan Ani İpekkaya ile evinde söyleşi yaptım. Bugün için dizinin usta oyuncularından, Türkiye’nin “Perihan Ablası” Perran Kutman’la söyleşi yapmak için sözleştik. Bu kolay olmadı tabiki... Eğer söyleşi yapacağınız sanatçı bir dizide oynuyorsa yandınız... belli bir gün ve saat için randevu alabilmeniz “Allaha kaldı” demektir!.. Bunun acısını daha önceki söyleşi turumdan biliyorum. Arif Erkin ile belli bir gün ve saat belirleyebilmek için sağolsun Arif Hoca neler yapmamıştı, ne çareler aramıştı. Güç bela söyleşi yapabilmiştim kendisiyle. Aslında Ani İpekkaya ile de söyleşiyi dizinin çekildiği Büyükada’daki sette yapacaktım. Ancak olmadı, ayarlayamadık. Mecburen çekiminin olmadığı gün evinde söyleşi yaptım. Vapurdan ine inmez, dizinin çekildiği köşkü bulabilmek için ilk rastladığımız adalıya “Deli Saraylı” dizisinin çekildiği köşkü soruyoruz. Hemen nasıl gideceğimizi tarif ediyor. Bu arada hazır buraya gelmişken biraz Büyükada’yı anlatayım sizlere:
Büyükada, çam ormanları, kır kahveleri ve faytonlarıyla İstanbul’un yanıbaşında bambaşka bir dünya. Adaların İstanbul’a hem en uzak, hem de en büyüğü olan Büyükada, vapurdan iner inmez tarihi iskelesi ve büyük çarşı meydanıyla kucaklıyor sizi. Sol tarafta adanın ünlü balık lokantaları. Sağ tarafta ise çay bahçeleri. İskeleden gözüken, tam karşınızda ise tarihi saat kulesine giderken sağlı sollu birahaneler ve cafeler. Adanın tek ulaşım aracı faytonların durağı ise saat kulesinin sağ tarafında yer almakta. Fakat biz yürümeyi tercih ettik.
Köşke giden yokuşu (her yol yokuş zaten) çıkmaya başlıyoruz. Dizide Perran Kutman, Çetin Tekindor, Ani İpekkaya, Cüneyt Türel, Köksal Engür, Engin Alkan, Melis Birkan, Özge Özpirinççi gibi oyuncular var. 2010 Eylülünde başlayan bu güzel dizi maalesef 13 bölümden sonra yayından kaldırıldı.
Ve köşkü buluyoruz. Köşkte bir telaş var. Bahçesinde çekim yapılıyor. Sessiz olunması için komuta veriliyor. Çekim başlıyor. Ben ve abim, kenardan sessiz bir şekilde köşkün ana giriş kapısına doğru gitmeye çalışıyoruz. O arada bir yetkili gelip ne istediğimizi soruyor. Perran Kutman’la söyleşi için randevumuz olduğunu söylüyoruz. Perran Hanım’ın içerde sette olduğunu, çekime ara verildiğinde kendisine geldiğimizi haber vereceğini söylüyor. Böylece içerde de çekim olduğunu öğreniyoruz. Bu arada bize ne içeceğimiz soruluyor. Çay rica ediyoruz. Çaylar hemen geliyor. O arada içerden Osmanlı kıyafetleriyle oyuncular sigara içmek için zaman zaman dışarıya çıkıyorlar. Selamlaşıyoruz. Bir ara Çetin Tekindor da sigara molası için çıktığında kendisiyle tanışıyorum. Onunla da söyleşi yapma isteğimi dolaylı yoldan anlatmaya çalışıyorum. Prensip olarak kimseyle söyleşi yapmadığını belirtiyor. Kendisine takdim ettiğim “Yaşamlarını Tiyatroya Adayanlar” kitabımı imzalamam için benden ricada bulunuyor. Usta bir oyuncunun karşısında elim titreyerek kitabı imzalamaya çalışıyorum. Derken Perran Hanım dışarı çıkıp yanımıza geliyor. Heyacanım daha da artıyor. Hemen sohbete başlıyoruz. Dışarıda beklettiği için özür diliyor. İçerideki çekime yemek molası için ara verildiğinde hemen söyleşi yapacağımızı, o zamana kadar da dışarının biraz serin olduğundan içeri, ikinci kata çıkabileceğimizi söylüyor. Ve içeri, çekimin yapıldığı setin kenarından geçerek yukarıya çıkıyoruz. Bu ara çaylarımız da tazeleniyor. Çekimi, sadece gelen seslerden takip edebiliyoruz. Yaklaşık yarım saat sonra Perran Hanım yukarı çıkıyor. Beklettiği için tekrar özür diliyor. Söyleşimizin başlayacağını tahmin ederek sesalma cihazımın kırmızı düğmesine basıyorum...
İçine kapanık bir çocuktum...
1949 yılında İstanbul’un Aksaray semtinde doğmuşum.
Ailede tiyatro ile uğraşan yoktu. Ancak bayağı komik bir ailenin içinde büyüdüm ben. Babaannem, o dönemin keman çalan bir hanımefendisiydi. Aile kendi içinde komikti. Birbirlerine espiriler yapan bir aileydi. Bense tam aksine, çok içine kapanık bir çocuktum. Ve de çok yalnız büyüdüm. Terbiyem bozulmasın diye kimselerle görüştürmezlerdi beni. Ben tektim, yani uzun yıllar ailenin tek çocuğu idim. Daha sonra, babamın ikinci evliliğinden kardeşim olduğunda ben 16 yaşında idim. Dolayısıyla 16 yaşına gelinceye kadar ailenin içinde tek çocuk olduğum için halalar, dayılar ve yengeler tarafından bayağı şımartılmıştım. Yaşıtım da olmadığından çok yalnızdım. Onun için masa bacaklarıyla filan konuşuyor, onlarla dünyamı kuruyordum. Tavuk ve kuzum da vardı yalnızlığımı benimle paylaşan. Kuzum benden nefret ederdi. Çünkü devamlı onun burnunu silerdim. Ben hep onlarla oynamak zorunda kaldım.
Annemin zoruyla konservatuar eğitimi...
Mesela odada tek başıma iken üç kişiyi, kendi yazdığım hikaye çerçevesi içinde konuştururdum. Hatta annemin arkadaşları bizdeyken, sesleri duyunca “içeride temizlikçi kadınlar mı var?” diye sorduklarında, annem “hayır kızım kendi kendine konuşuyor içeride” cevabını vermiş. Annem bendeki bu oyunculuğun farkına varınca konservatuara gitmem için ısrar etti. Babamla ayrıldıklarında ben sekiz yaşlarında idim. Babamla ayrıldıktan sonra da iyi arkadaş olduklarından, babam annemin beni konservatuara göndermesine karşı çıkmayıp kabul etmiş. Benim ise hiç te konservatuara gitmek gibi bir isteğim ve düşüncem olmamıştı. Annemin zorlamasıyla konservatuar imtihanlarına girmiştim. Nedense ben hep minübüs şöförüyle evlenmek istiyordum. Onun akşam iş dönüşü eve getireceği bozuk paraları saymaktı benim hayalimde olan.
İlk konservatuar imtihanını kazanamadım...
Annemin isteği ve zorlamasıyla Ankara Konservatuarı giriş imtihanlarına başvurdum. Babam oraya götürdü beni. İmtihanda koskoca bir sahne üzerinde idim. Spotları da görünce ben afallamıştım. İsmimi sordular; cevap yok. Üç defa sordular, ben bir türlü ismimi hatırlayamıyorum. Eh onlar da, ki aralarında Cüneyt Gökçer varmış, hatırlamıyorum, “ismini hatırlayamayan kişiden tiyatro oyuncusu olmaz!” diye düşünmüş olmalılar; imtihanı kazanamadım. İkinci kez İstanbul’da girdiğim imtihanda ilk önce ismimi söyledim; olur da yine unuturum diye. Jüride Yıldız Kenter var. Bir şiir, bir dram bir de tirad ezberlemek gerekiyordu. Sultan Gelin’i ezberlemiştim. Bir de ikinci oynamam gereken oyun Antigone’dendi. “Evet çirkinim” diye başlıyordu. İsmimi hemen söyledim. Arkasından tirada başladım. “Ben çirkinim” dedim gerisi bir türlü gelmiyor aklıma. Donup kaldım. Yıldız Kenter söylediğimi tekrarladı “evet kızım gerisi” bende yine ses yok. Başka ne ezberledin? Diye sordu Yıldız Hanım. “Sultan Gelin” dedim. Ben iki rolü de ezberlemiştim. Bir oraya bir buraya geçerek her iki rolü de oynamaya başladım. Yüzümdeki örtüyü de bir yukarıya bir aşağıya indirip kaldırıyordum. Jüridekiler ayaklarını yere vurarak gülüyorlardı. Şiir kısmındada “Han Duvarları”nı ezberlemiştim. 32 sayfalık uzun bir şiirdir. Birkaç satırdan sonra Yıldız Hanım durdurdu. Yoksa diğer imtihana gireceklere vakit kalmayacaktı. Sınavı da kazanmıştım böylece.
Doğduğum Aksaray semti...
Ben İstanbul’un Aksaray semtinde büyüdüm. Büyüdüğüm semte çok şey borçluyum. Çok parlak, çok güzel insanlar ve tipler vardı. Farkında olmadan gözlemleyip, arka tarafa atmışım o tiplemeleri, ki benim yaşıtım veya benden büyük olan sanatçılarımızdan bazılarıyla aynı muhitte büyüdüm. Metin Akpınar, Gazanfer Özcan gibi... Aksaray çok sanatçı yetiştirmiştir.
Hocalarım ve sınıf arkadaşlarım...
Benim konservatuar öncesi sahne tecrübem hiç olmadı. Yukarıda da belirttiğim gibi; çok içine kapanıktım. Bu yüzden de konservatuar bana çok zor gelmiştir. Hiç istemediğm okul olmuştur. Ancak girdiğimden itibaren de konservatuarın en iyi öğrencisi oldum. Çok çalışkandım. Hocalarım arasında Yıldız Kenter, Seyit Mısırlı, Melih Cevdet Anday, Sabahattin Kudret Aksal vardı. Bir de Ahmet Kutsi Tecer’e yetiştim. Ancak benim başladığım sene vefat etti. Dönem arkadaşlarımdan Erdal Özyağcılar, Güzin Özyağcılar vardı. Diğerleri bıraktılar tiyatroyu. Ali Poyrazoğlu filan bizden iki sınıf büyüktüler.
İlk oyunum KURBAN...
Konservatuar eğitimim sırasında, 1966’da Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu’nda Kurban oyununda koroda bir rolüm vardı. Kara çarşaf ve maskeliydim. Tanınmıyordum bile. Çünkü yüzüm gözükmüyordu. Sözüm bile yoktu. 1967’de İstanbul Belediyesi Konservatuarı Tiyatro Bölümü’nden mezun olduktan sonra da Ulvi Uraz Tiyatrosu’nda başladım oynamaya. 16-17 yaşlarında idim.
Ulvi Uraz...
Kendisini sevgi ve saygıyla anmak isterim. Çok iyi bir hocaydı. Mesleğe saygıyı, sahne tahtasına ve kostüme saygıyı ondan öğrendim. Kostüme saygı çok önemlidir. O zamanlar şimdiki gibi temizleyiciler yoktu. Kostümlerimizi çok iyi korumak zorunda idik. Özel tiyatro, ödenekli değil ki, birileri seni giydirsin. Adım adım Anadolu’yu dolaştık. 17 yaşında idim. Adım adım Anadolu’yu dolaşırken ülkemi öğrendim.
Orhan Kemal sahnede...
Orhan Kemal’in “İspinozlar”ını oynuyorduk. Boğaz Köprüsü yoktu o zaman. Vapurla geçiliyordu karşıya. Oyuncularımızdan Zati Özgüler Üsküdar’da otururdu. Aksaray Küçük Opera’da oynuyoruz. Lodos olduğundan Zati Özgüler oyuna gelememişti. Fırtınadan dolayı vapurlar çalışmıyordu. Kadroda eksiklik oldu. Orhan Kemal o gün külise gelmiş sohbet ediyordu. Uraz’ın çok iyi arkadaşıydı. Ulvi Hoca “Orhan, başka çaremiz yok, sen oynayacaksın” dedi Orhan Kemal’e. Orhan Kemal çok heyecanlandı. Titremeye başladı. “Nasıl olur, ben nasıl oynarım” diye cevap verince, Ulvi Hoca “Merak etme, biz seni idare ederiz” dedi. Ve Orhan Kemal o gün bizle beraber oynadı.
Nisa Serezli...
Ulvi Uraz Tiyatrosu’ndan sonra 1969’da Nisa Serezli – Tolga Aşkıner’le aynı sahneyi paylaştım. Her ikisi de çok candan, çok güzel insanlardı. Ne kadar acı ki, hep “ışıklar da yatsınlar” demek zorunda kalıyoruz bu değerli, bu yeri doldurulamayacak insanlar için. Nisa Serezli ile çok mutlu çalıştım. Hatta “Cennetlik Kaynana” adlı bir oyunda beş dakikalık çok kısa bir rolüm vardı. Seyirciden Nisa’ya mektuplar gelirdi. Tabii o zaman şimdiki gibi email olayı yoktu. Gelen mektuplarda “O kızın hakkı yeniyor! Siz mi mani oluyorsunuz daha uzun rolü olmasına, kıskanıyor musunuz?” diye tepki veriyorlardı. O kız dedikleri de bendim. Daha tanınmıyordum. Sadece “o kız” diye adlandırılıyordum. Çok gülüyorduk o mektuplara.
Müjdat Gezen’le çalışmalarım...
1980 yılında Müjdat Gezen’le ortaklaşa Miyatro’yu kurmuştuk. Sahneye çıkıp şov da yapıyorduk beraber. Ancak o ara ihtilal dönemi olduğundan sokağa çıkma yasağı vardı. Tiyatromuzu kapatmak zorunda kalmıştık. Sonra Müjdat Gezen’le 1987’de Artiz Mektebi adlı oyunla son kez tiyatro oyununda oynadım. İyi reaksiyon almış bir oyundu. Hala zaman zaman televizyonlarda gösterilir. Bu arada yaklaşık on yıl kadar da Müjdat’la beraber sahne şovları yaptık. Beraber televizyon çalışmalarımız da oldu. Onunla çok beraber çalıştığımızdan bizi evli sananlar bile oluyordu. Hiç unutmam, eşim Koral askere giderken ben de beraber gittim. Otele geldik. Resepsiyon bana oda verecek, fakat eşim Koral için oda yok dedi. Ben ikimiz için bir oda istediğimde, tuhaf tuhaf baktı; Müjdat Bey nasıl? diye sordu. Meğer beni Müjdat ile evli sanıyormuş. Durumu anlayınca özür diledi.
Perihan, Şehnaz, Afet tiplemeleri...
1972’de “Şehvet Kurbanı” adlı filmde ufak bir rolüm vardı. Daha sonra “Köyden İndim Şehire”, “Salak Milyoner” ve “Hababam Sınıfı”, “Gırgıriye” gibi filmlerde oynadım. Sabahat tiplemesini yarattım. Televizyon dizilerinde ise “Perihan Abla”, “Şehnaz”, “Leyla” ve “Afet Hoca” gibi karakterleri oynadım. Perihan Abla, Şehnaz, Afet Hoca gibi tiplemelerden ayrılırken hep zor gelmiştir bana. Bu tiplemelerin hepsini özlüyorum. Ve de ben taklit yapmasını beceremem. Bu karakterlerin hiçbiri taklit olmadı. Doğdular, karakter oldular. O karakterler başkaları tarafından taklit edildiler. Bu beni çok mutlu ediyor tabii. Oynadığım karakterlerin hepsini çok severek oynadım. Bir de benim ismim çok zor bir isimdir. Perran yerine zaten herkes bana Perihan derdi. Onun için de esas ismim unutuldu; adım Perihan oldu. Hala pazara filan gittiğimde, arkamdan “Perihan Abla” diye seslenirler.
Prensiplerim...
Her yaptığım işin arasına muhakkak en az iki yıl gibi bir boşluk bırakırım. Bu defa dört yıl oldu. Dört yıl sonra en sonunda “Deli Saraylı” dizisine evet dedim. Çünkü o kadar birbirine benzeyen projeler geldi ki önüme; hepsi birbirinin kopyasıydı. Geçenlerde saydım; 38 adet proje gelmiş. Şöyle bir karşılaştırdığımda; 38 projeden neredeyse 30’u hemen hemen birbirinin aynısı, benzeri. Bir de kötü karakteri sevmiyorum. Kötü karakteri oynamıyorum, kabul etmiyorum. Seyirci bunu benden istemiyor. Kahraman olmasını, kendi yapamadığını yapsın istiyor. Ayakları yere basan bir karakter olmasını istiyorlar benden. Şundan dolayı çok mutluyum: Oynadığım karakterlerden sonra evliliklerde, yanlız kadınlarda daha ayakları yere basan karakterler oluşmaya başladı. Bunları görmek beni çok mutlu ediyor.
Tiyatroyu özlüyorum...
Müjdat Gezen’le 1987’de oynadığım “Artiz Mektebi” son oynadığım oyundur. O yıldan bu yana maalesef tiyatro projesi olamadı. Televizyonda daha geniş kitlelere hitap etmeyi seviyorum. Tiyatro çok farklı. Çok heyecanlandıran bir şeydir tiyatro seyircisi. Ancak ne öyle bir oyun geldi, ne öyle bir salon var. Ne de eski yüreklilikte yapımcılar var. Bizleri bir araya getirebilecek yapımcı kalmadı artık. Tiyatroyu özlüyorum tabi ki... Oyun seyrederken de en çok kıskandığım selamlama bölümüdür. Selam faslına gelindiğinde içim çok kötü oluyor. Oyuncular çıkıp ta alkış aldıklarında çok duygulanıyorum...
ADEM DURSUN
YORUMLAR
Tiyatroyu özleyenlerimizeydi, özlenmelerin büyükçesiydi çünkü o.
Fakat böylesine usta bir oyuncunun yalnızca iyiliği öğütleyen karekterleri sahiplenip ötesine yüz çevirmesi garip geld ibana. Neden? Nedenini kendince izaha çalışmış. İzleyicinin bu yöndeki telkinleri ve beklentilerini gerekçe göstermiş. O halde oyuncular iyiler ve kötüler diye mi ayrılmalı? Bu tuhaf geldi bana. Tüm bildiklerimin aksi, tezatıydı.