- 675 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Ant içmiştik
Ant İçmiştik
Dolu ve boş. Hayatta her şeyin bir dolusu bir de boşu vardır. Bardağın, kovanın, tencerenin, belki insanın, belki de kelimelerin...
Bu yazımda suyla dolan bardaktan, yemekle dolu tencereden bahsetmek niyetinde değilim.
Ben bu yazımda adı konulan, fakat içi doldurulamayan kavramlardan bahsetmek istiyorum. Bu durum en tehlikeli boşluk diye düşünüyorum. Çünkü, bu boşluğu çabucak doldurmak isteyen zararlı sayısı, oldukça fazla.
İşte; içi yıllardır doldurulamayan kavramlardan birisi de okumak, yeterince okumuyor ve de yeterince anlamıyor ve düşünmüyoruz?
Lisanımız bir, eğitim sistemimiz bir, o hâlde biz niye ayrı telden çalıyoruz. Tamamda aynı fikirler genelde insanı, en doğruya götürmek için, bulunmaz birer itici güçtür.
Yalnız temel ve sarsılmaz olması gereken, kavramlar vardır. Bizim gibi, dili eğitimi bir olan, gelenek/görenekleriyle asırlardır var olan bir milletin, bu kadar zıtlıkları olması da, bizi en iyiye götürmek şöyle dursun, geriye çekebilir.
Atalarımız bize bir yön tayin edip bu yönü yazılı belgeler ile bize ilettiler. Biz bunları okumuyoruz, ya da anlamıyoruz.
Atlarımız geriye bakmadan ileriyi rastgele planlamadılar.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk, bu milletin esaret kabul etmeyeceğini, imanı inancı sâyesinde, mücâdelesinde kararlı olacağını bildirmedi mi?
Bunu bilmesi de, tabiî ki okumuş olmanın geçmişi bilmenin ve anladığının bir kanıtıdır.
Zaten Dil ve Tarih Kurumu’nu güncelleyerek, geçmişe verdiği önemi, gelecek nesillerin ondan ders alması gerektiğini belirtmiştir.
Buna göre bizim de, geçmişini bilenimiz ondan feyiz alanımız doğru olanı yapıyor demektir. Öyleyse geçmişi bilmemek yeterince okumamak ve ya anlamamak bir boşluktur. Hem de kocaman tehlikeli bir boşluk.
Atatürk, okumuştu biliyordu, yaşadı ve istiklâl Marşının Türk milletinin istiklâl marşı olmasını onayladı. Öyleyse bu, Atatürk’ün, Türk milletini imanı ile, bir bütün saydığının kanıtı değil midir?
Biz bir asırdır istiklal marşını okuduk ezberledik, hâlâ neden imanın bizi geriye götüreceğinden korkuyoruz, yani imandan korkuyoruz, neden?
Biz okuduğumuzu anlamaz bir millet mi olduk? Neredeyse hepimiz ezbere biliriz. Bizim için kutsal bir kelâmdır, istiklâl marşımız.
Bir dörtlüğü bile, hayatımızın özüdür, bir kıtasını anlasaydık bilirdik, boş kalmaz dolardık, vatan aşkıyla, imanla, cesaretle dolardık.
Fakat okuyup anlamadığımız ya da yalnızca okuyup icraata dökmediğimiz için birbirimizi, “şu dinci, bu milliyetçi, o yobaz, bu gerici…” diye yaftalayıp duruyoruz. Yıldır okundu, her gün okunuyor, inşallah dâima okunacak. Biz ne zaman anlamını kavrayacağız merak ediyorum.
Sonra andımız var.
İlkokulda başladık ant içmeye. Hadi bir hatırlayalım, kaç yıldır ve nelere ant içtik.
Doktor Reşit Galip tarafından 23 Nisan 1933’de yazılan andımızı o yıllardan bu güne kadar, okullarımızda okuyoruz.
Doğruluk, çalışkanlık, büyükleri sayıp, küçükleri sevmek için ant içtik.
Doğru muyuz, yani çalıp çırpmadık, vergi kaçırmadık, kaçak elektrik, su kullanmadık, yalan söylemedik, trafik de doğru, işte doğru, evde doğru söyledik doğru davrandık mı?
Yok, bütün maddeleri saymayacağım. Bu örneğe birde ülküm yükselmek, ileri gitmektir! Sözünü hatırlatsam yeterli sanırım. Bu Ant bizim, millî andımız, bir asra yakındır söyledik. Ne oldu bize, ne kadar sözümüzde durduk?
Ben sözümde durdum diyorsanız ne mutlu. “ ah duramadım sözümde! ” diyen varsa, düşünsün.
Ant içmek o kadar kolay mı? Millet olarak içtiğimiz ant’a bağlı kalmamız bile, birçok sorunun oluşmasını engellerdi.
Evet, okumak, konuşmak değil. Kim demiş “hayvanlar koklaşarak, insanlar konuşarak anlaşır” diye. İtirazım yok desin, tabi o da doğru fakat kısa vâdeli anlayışlarda.
Oysa bir milletin fertleri olarak, geçmişten günümüze yaşananları bilerek ortak kararlara saygı duyarak anlaşmamız daha doğru. Bu nedenle önce okuyalım sonra konuşalım. Şimdi diyeceksiniz ki, bu ayrı kutupları oluşturanların hepsi fakülteli okumuş adamlar. Bende diyeceğim ki, anlamamışlar, ya da unutmuşlar kendi benliklerini!
Lakin bence çoğumuz, okuduğumuzu anlamıyoruz. Birçoğumuz kesin inanıp savunduğumuz fikirlerin, aslında ne olduğunun farkında bile değiliz.
Öyle ki, bu okuyup anlamamaktan kastım, okuma/yazma bilen herkes için.
Hatta Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olup da okuma/yazma bilmiyorsa dahi, duyduğun da bile anlayabileceği kolay anlaşılır konular.
Ant içtik, ya unuttuk ya niye ant içtiğimizi anlamadık! İstiklal marşı yazdırılan yılları ciğerimiz yanarak, gurur duyarak anıyoruz, hep anıyoruz. Marşımızın dediğine kulak asmıyoruz.
Hatta okullarda çocuklara ödev olarak veriliyor. Mehmet Akif Ersoy, istiklal marşının şu kıtalarında ne anlatmak istemiştir. Çocuk ana babaya, evdeki büyüklere soruyor. Büyükler çocuğu bilgisayar amcaya yönlendiriyor. Çocuk bilgisayar çıktısını alıp dosyasına koyuyor. Artık anlar mı, anlamaz mı, o da çocuğun gayretine bağlı?
Hadi bizde biraz hatırlayalım Mehmet Akif Ersoy istiklâl marşının şu kıtasında ne anlatmak istemiş.
Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
’Medeniyet! ’ dediğin tek dişi kalmış canavar…?
Allah aşkına, istiklal marşı yazılalı kaç yıl oldu. O zaman ecdadımız, canavarda tek diş bırakmıştı, şimdi o canavarın, inci gibi otuz iki bin dişi oldu, kimin sayesin de; bizim…!
Ant içtik, yetmedi. İstiklâl marşı yazıldı yetmedi, o bize en büyük ibret, o da yetmedi.
Sonra yasalar, yönetmelikler, tüzükler bunlarda yetmedi!
Polis, asker, uzman, güvenlik görevlisi, korucusu derken, neredeyse adam başı bir emniyet mensubu düşecek, yani başımızda her an bir görevli olacak.
Bu kadarla kalsa iyi, birde adım başı güvenlik ve mobese kameraları, alarm sistemleri, uydu görüntüleri, daha neler neler, hepside bizi suçtan, alıkoymak için!
Meğer biz ne kadar suça meyilli bir milletmişiz! Polisler kovalayıp yakalamaktan hükümet affetmekten bıkıyor, bizim millet suç işlemekten bıkmıyor.
En korkuncu, evladı ana babadan, ana babayı evlattan, karıyı, kocadan kanun zoruyla korumaya çalışıyor.
Yani artık gurur duyduğumuz aile hayatımızda çöktü çöküyor.
Tecavüz, sapıklık, hırsızlık, dolandırıcılık, hâinlik, cinayet, uyuşturucu gibi birçok suç bu kadar önleme, tedbire, cezaya rağmen hâlâ tam gaz devam ediyor.
Tüm bu çabalara rağmen, öğütlere rağmen, kaç insanımız, gaspçı, suikastçı, tecavüzcü, dolandırıcı, uyuşturucu bağımlısı, eş cinsel, jiletçi, sapık, katil vs.
Öyleyse ne!
Biz bu gidişatı kabullenip, “saldım çayıra Mevla’m kayıra” hesabı yaşam tarzını kabullendik mi?
Eğitim şart diyoruz, bu kelimeyi de çok seviyoruz, önemini hep vurgularız, fakat bakıyoruz en azılı suçlular yine eğitimli insanlardan çıkıyor.
Biz milletçe iflahı hem zor hem kolay bir hastalığa yakalanmış gibiyiz. Zor, çünkü hastalığın adı konulamıyor. Aslında bize bu teşhisi koymak okumak kadar yakın.
Ben bu düşüncemde yâni (hasta olduğumuz düşüncesinde) yalnız değilmişim, bunu bir kitapta buldum. Hastalanan azamızın neresi olduğunu, kalp!
Bizim kalbimiz hastaymış. Bu nedenle ant içmek, önemli günleri sembolleştirip kutlamak kâr etmiyormuş. Yasalar, bu konuda yetersiz kalıyormuş.
O yüzden hiçbir tedbir suç oranını azaltmıyormuş.
Sorun, okuyun, öğrenin, kalbin hastalıkları nasıl geçermiş. Bir kalpte kan, damar ve kastan başka olması gereken ne varmış.
Vicdan! Allah korkusu, Allah sevgisi, dolayısı ile “Yaratan’dan ötürü yaratılanı sevmek”, peygamberi sevmek, melekleri sevmek, insanı sevmek, işte kalpte bunlar olmaz ise kalp hastalanırmış.
Kibre düşermiş, kıskançlığa düşermiş, bencil olurmuş, fesat olurmuş, yalancı olurmuş, doyumsuz olurmuş. Velhasıl vicdansız olur suç işlemeye yatkın olurmuş.
Öyleyse vicdan sahibi bir nesil yetiştirmeli ki, nüfusun yarısı emniyet mensubu olmasın.
Allah korkusu ve sevgisi olan bir nesil yetişsin ki, ülke güvenlik kameraları ile donatılmasın. Çünkü Allah korkusu ve sevgisi olan zaten bilir, her an onu gören Rabbinin olduğunu.
Vicdanlı bir nesil yetişsin ki, bilsin kanundan kaçsa vicdanına ve Rabbine hesap vereceğini.
İnançlı bir nesil yetişsin ki, içtiği anda inansın, okuduğu istiklâl marşına göre yaşasın.
Yaradan’ını sevsin ki, vatanını, milletini, insanı, doğayı, hayvanı yani yaratılanı sevsin.
Özel günleri sembolleştirip bir gün kutlamak yerine özel günlere has davranışları hayatımıza yaymalıyız ki içi boş kalmasın.
Okuyan, okuduğuna inanan ve yaşayan, inançlı bir nesil yetiştirmek için partisi, mezhebi, ırkı ne olursa olsun, ülkemiz vatandaşlarının seferber olması gerektiğine inanıyorum. Çünkü yaşanılır bu ülke hepimiz için gerekli.
Sahipsiz vatanın, batması haktır
Sen sahip olursan, batmayacaktır…
Selâm ve Saygılarımla… Muhammed Karabağ beyefendiye bu güzel şiir için çok teşekkür ederim.
Doldur İçini
Yeşersin filizler, atıver kini
İnsana yapar, güzel telkini
Boşalır kötülük, yapar terkini
Allah sevgisiyle doldur içini
İnançlı olursan, zarar vermezsin
Kimseyi kınamaz, horda görmezsin
Helali seversin, haram yemezsin
Allah sevgisiyle doldur içini
Olursun kendine, en büyük yargıç
Vicdanın rahattır, kalbinse bilgiç
Daim olur içinde, sonsuz bir güç
Allah sevgisiyle doldur içini
Gelecek nesiller, umut aşılar
Çok güzel günler, bizi karşılar
Güvende olur, bütün çarşılar
Allah sevgisiyle doldur içini
Sözün senet sayılır, cümle âlemde
Gözler okumakta, eller kalemde
Yol alırsın durmaz, her an ilimde
Allah sevgisiyle doldur içini
Hiçbir şey, kötü gelmez gözüne
Sahip olursun diline, özüne
Pişman olup ta vurmazsın dizine
Allah sevgisiyle doldur içini
Muhammed Karabağ
Leyla Gülsüren hanımefendinin deneme yazısına istinaden yazmış olduğum bir şiir. Kendisine teşekkürlerimi sunuyorum.
YORUMLAR
şehrimin insanı güzel kardeşim.
seni okudukça tanıyor tanıdıkça gurur duyuyorum neden mi?çünkü her okuyan anlamış sayılmıyor
oysa sen bir çok insana ders verecek kadar duyarlısın tebrik ediyorum devamı gelsin