SİS
Belki dalga geçer , beni milletin içinde rezil ederler diye başkalarından utandığımdan bir türlü söyleyemedim; ben de seni çok seviyordum.
Yüzüne bile bakamadım başımı kaldırıp, oysa ne güzel gözlerin vardı.
Bir defa olsun siyah saçlarının gölgesinde serinletemedim ateşlere düşen ruhumu, korktum, çekindim, utandım.
Elini, azgın denize düşmüş yüzme bilmeyen biçarenin son umuduymuş gibi uzattığın elini tutamadım, söz olmasın diye.
Bir defa söyleyemedim işte seni çok sevdiğimi.
Sen olmazsan bana hayatın kabir azabı olacağını.
Sabah kuş sesleriyle kalkıp penceremde konan serçeleri dinliyorum "ap-tal" diye ötüyorlar.
Bana bakarak saatlerce ötebiliyorlar.
Ben de günlerce aylarca kendime söylendim "Ah aptal..."
Bugün sensizliğimin üçüncü yılı, ölümümün üzerinden üç yıl geçmiş demek ki.
Benden sonra neler oldu kim bilir?
Seni en son gördüğümde e kadar güzeldin, beyaz gelinlik ne kadar yakışmıştı selvi boyuna, gözlerinde bir de yaş olmasa…
Okul yolunda karşılaştığım ilk arkadaşım Murat oluyordu. Hemen her sabah ben merdivenden sokağa ayak basınca Murat gecekondunun demir tellerle bağlı kapısını gıcırdatarak açıyor ve bana “Selamın Aleyküm” diyordu. Ben de sırf onu kızdırmak için “Günaydın Muratçığım” diye karşılık veriyor okula gidene kadar “Allah’ın selamı” üzerine vaazlarını dinliyor, okul kapısına vardığımızda “beni kızdırmak için yaptın değil mi?” diye soruncaya kadar ciddiyetimi bozmadan yürüyüp, o sorusuna gülerek bakışlarımla cevap verince elini omzuma atıp “kardeşimsin ya” diyerek bana sarılmasına müsaade ediyordum.
Ders aralarında okul bahçesinin kalabalık ortamında muhakkak beni bulur, bir yıldır görüşememiş kardeş hasretiyle sarılır “sıkıntı var mı?” diye yoklama çeker sonra da hangi kızın kiminle çıktığını, kimin kime asıldığını, ayrılanları, yeni âşıkları on dakikada sayar “teneffüste devam edelim” diyerek sınıfına giderdi.
Ders zili benim kurtarıcım olurdu. Beni o azaptan, sıkıntıdan “muhabbet mahpusluktan” kurtarırdı, zannederdim.
Zannederdim ki; ben daima takip edilen, aranılan, tercih edilen ve sevilen olacağım. Sevmeme, gitmeme, zahmete gerek yok.
Ben daima arzın merkezinde oturup etrafımdaki insanların sevgilerini, hayranlıklarını, bağlılıklarını sunmasını başımla veya elimdeki dantelli mendille nazik bir hareket yaparak kabul edeceğim.
Ben zannederdim ki… Ölüm hep başkalarını kapısını çalacak, ben de arkalarından “Fatihalar” göndereceğim.
Zannederdim ki; ağlayanları daima ben teselli edeceğim, ayrılanlara nasihat edip, kavuşmak isteyenlere taktikler vereceğim.
Murat teneffüste her zamanki heyecanlı hali ile yanıma koşup “yeni haberlerim var, seninle ilgili hem de” dediğinde o zaman kadar sükûnetimi koruyarak nasıl olsa birazdan çalacak ve ben kurtulacağım diye beklediğim zil sesinin bu defa hiç çalmamasını temenni ederek ayağa fırladım.
“Benimle ilgili ne olabilir ki?”
“Yapma, ikilerdeki o siyah saçlı kız sana âşıkmış, benim bir arkadaşımın kız arkadaşına söylemiş”
“Güldürme beni, ben o kızı hiç tanımıyorum bile”
“O da seni hiç tanımıyormuş ya, işte o söylemiş bizimki platonik demiş”
“bak şurada bayrak direğinin yanında yüzü bize dönük, bak sana bakıyor”
“Oğlum oradaki kızların hepsi bize bakıyor”
“O başka bakıyor ama sana, bak bak”
Günler bu konuşmaların ümitlere tahviliyle geçti ve bir gün Murat koşarak yanıma geldiğinde “Müjdemi isterim” diye boynuma sarıldı.
Siyah saçlı kız benimle konuşmak istiyormuş. Bana söyleyecekleri varmış. Olur, bana söyleyecek sözü olan o kadar çok kız var ki.
Bazıları ne kadar kendimi beğenmişliğimden veya kendimi ne zannettiğimi merak ettiklerinden bahsetmişlerdi daha önce.
Bu sefer benim de kalbim küt küt çarpıyor, merakım içimi kemiriyordu.
Ne diyecektim?
Nasıl başlayacaktım söze?
Bilemiyordum.
Öğlen arasında kantinden çıkıp Murat’la okulun arka bahçesindeki erik ağacının altında otururken yanımıza gelen kızlar “Murat bir dakikan var mı, bizimle gelebilir misin?” dediklerinde, hayatımın o vakit değişeceğini, yıllardır taşıdığım bedenimin ve kendini kont sayan ruhumu terk edip yeni bir beden ve ruha giydirileceğimi nerden bilebilirdim ki?
Çocuk yaşımda.
Murat diğer kızlarla yanımdan ayrılınca ben o siyah saçlı kız ile yalnız kaldım.
Hem de yapayalnız, ne ruhum ne bedenim ne kelimelerim ne o hin bakışlarım, alaycı gülüşüm, en ciddi konuyu mizaha batıran kişiliğim bana arka çıktı. Beni terk edip o kahverengi gözlerin ağırlığı altında terk edip kaçtılar.
“Seninle konuşmak istediğim bir konu var, ben sana galiba aşığım, galiba değil bayağı aşığım ve senin de haberin olsun istedim”
Bu kadar işte, kalbime yerleştirilen uzaktan kumandalı bombanın bu bir söz olduğunu düşündüğümde verdiği hasarın neden yıllar sürdüğünü aklım almıyor.
Haberim oldu. İçimde her gün büyüyen sarmaşığın beni ele geçirdiğini hissediyor ve hissettiriyordum.
Sadece bakışıyorduk.
Binlerce kelimeyi bir bakışta gönlüme yığan o kızın bir gün kumandaya basıp kalbimi patlatacağını ve vücudumun parçalanarak kendi gök kubbeme dağılacağını nerden bilebilirdim?
O sene okulun ikinci yarısı yüz yıl kadar sürdü ve ben o yılları onun sevda dolu bakışlarından aldığım saadetle içimdeki aşkı büyüttüm. Bazen cesaretsizliğimin ızdırabıyla acı çeksem de bir defa “ben de seni sevdim” diyemedim.
Okulların başlamasını ilk defa iple çekiyordum. Son sınıfa kadar üç ay süren tatilin son günlerini “okul yansa yıkılsa da bir ay daha tatil yapsak” dualarıyla geçiren ben “neden bu hafta değil de önümüzdeki hafta başlıyor okul” diye hayıflanıyor, babamın bu halimi derslere olan düşkünlüğüme yorumlamasına işime geldiğinden sessiz kalıyordum.
İlk gün bazı öğrenciler gelmemişti. Bazıları hala tatildeydi. Birçok arkadaşım da ilk günler ders olmaz kanaatiyle gelmemişti.
O da yoktu.
Hangi kategoride olduğunu bilemiyorum fakat bildiğim sınıfında sırasında yoktu. Okul bahçesinin hınca hınç kalabalığında bana baktığını hissettiğim kahverengi gözler ortalıkta görünmüyordu.
Ben ise onu görebilmenin heyecanıyla ilk gün bütün defterlerimi kaplamış, saçlarımı her hafta müdavimi olduğum berbere değil yeni açılan kuaförde kestirmiş ve yeni ayakkabılarını cilalayıp okula teşrif etmiştim.
Hüsran, ah benim nasibime ne kadar çok yazılmışsın sen.
Birkaç gün okula gelmedi. Sınıf arkadaşları da bir şey söyemiyor, sadece bana bakarken üzgün tavırları dikkatimi çekiyordu.
Sonunda Murat içimdeki nehirleri kurutan, canımı içimden çekip alan haberi verdi;”siyah saçlı kız uzun yıllar çektiği hastalığına yenilmişti.
O gün başıma dünyanın düştüğünü zannettim.
Pişmanım.
Çok pişmanım.
YORUMLAR
yine gülerek başlamıştım okumaya.
hele İngiliz asilzadesi tavrıyla mendil sallayış sahnesi koparmıştı beni
yer yer kendimi bulduğum ifadeler, benzer bir yaşanmışlığı düşürmüştü aklıma.
benimki otobüs camına yapışıp el sallamayla noktalanmıştı ama süreç nerdeyse aynı.
okula istekle gitmenin ailem üzerinde bıraktığı izlenim, yeni eğitim öğretim yılında boş sıraya bakıp kimselere bir şey soramayışım
haftalar sonra gittiğini, artık göremeyeceğimi kabullenişim ve cesaretimi toplayıp sorduğumda aldığım cevapla kesinleşen kanaatimin beni perişan etmesi...
burnu havalarda, hayatın odak noktası ve hep sevilen, aranılan kişi olmanın verdiği o duygular vs vs...
yani abi n'aptın öyle!
öldürmek zorunda mıydın kızı?