- 729 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Kumarbazın Kızı
Bazen, yan komşu olup uzağındaki acıya tanıklık etmek, acının kendisiyle tanışmaktan daha ağırdır derdi, annem.
Sabiha teyzeyi, Gökçe halayı, Emine ablayı, Hatice’yi, Zehra kadını, bakkal teyzeyi, peynirci ablayı bu tanıklıkları yüzünden üzgün görüyorum; yanaklarından süzülen pırıltılar günün rengiyle kristalleşiyor. “Ağlamak asildir,” derdi annem, uzun uzun ağladığı o gecelerde; neden ağlıyorsun, ağlamak kötüdür anne, dediğimde.
“Ağlamak asildir, kalbimizin de arınmaya ihtiyacı vardır kızım.”
Kalbini yıkamak istediğinde bunu yalnız yapardı. Benim önümde ağlamaktan hoşlanmazdı. İnsanlar karşılarında ağlayan biri görünce duygularına ve edimlerine bir ürküntü sinermiş, bu da onları acizleştirirmiş. İnsanoğlunun aciz hissetmesi tehlikelidir. Çünkü bir kadın acizliği her zerresiyle duyumsamaya başladığında önce kendine yapıyor ne yapıyorsa. Annem de öyle yaptı, bir sabah kendini astı, aç açına.
Şu farkla ki ben aç değildim. Sabiha teyze cam kâsede lahana çorbası getirmişti. Son seyrettiğim şaheser bir yemeğin incecik kıvrılan buğusuydu. Kapıyı açtığımda gelinlikliydim. Komşular müşterilerden birinin gelinliği sanıyordu. Öyle demiştim. Altmış altı gün içinde bitirecektim. Kaderime verdiğim süreydi bu. Bu süre boyunca ya değişmeliydi ya da böyle sonlanacaktı. Öyle de sonlandı. Her sayfası buruşuk, her dönemi lekeli bu muayyen zaman üzerimden çekilip alındı. Buna karşın tek bir fırfırı dahi buruşmayan, hiçbir yeri lekelenmeyen bu gelinliğin üzerimde oluşu yetti bana.
….
Sabiha teyze, söylen gari, gördüm dediydin ya, sezmemiş miydin halinde bir şeycik, demedi mi nassı kıymış kendine.
Bence de alıp eve getirmeliydin, Sabiha teyze. Bize haber verseydin keşke. Yalnız kalmasına nasıl müsaade edersin.
Üstüne gitmeyin kadıncağızın, giden gitti artık. Sanki bilmiyorsunuz kızın neler yaşadığını. Bir başına ancak bu kadar dayanır insan.
Doğru söylersin, Gökçe Hala. Yavrucağın ömrü üç gün komada, iki gün yatakta geçiyordu. Bedeni de çürüdü gençliği de. Hangi ana evladı dayanır onun dayandıklarına.
Koruyamadık garibi, hata bizde. Acizdik, aciz. Korktuk işte.
En doğrusunu yaptı diyeceğim ama kızacaksınız yine. Yaşasaydı babasından kaçacak yeri mi vardı? Öldü kurtuldu kızcağız.
Deme kız sen de öyle.
Hortlak herif, kızının cenazesine bile gelmemiş. Yüzsüz köpek. Şeytan diyor gelsin, linç edelim onu şurda, gebersin.
Cenazelerde para dağıtılsaydı gelirdi.
He, ne has söyledin. Paragöz pislik.
Çıkar mazlumun ahı tez vakitten. Üzülmeyin gari.
….
Bütün gözler babamı arıyor. Oysa babam beyazlar içinde olmayı seçenlerin cenazesine gelmez. Anneminkine de gelmemişti. İki defa söküp yırttığı bu beyazlıkla gömdürmezdi beni burada olsaydı. Beyaza karşı sonsuz bir nefret besliyordu. Ne hayatında, ne üstünde ne de göz eriminde tahammülü yoktu ona. Karanlığın adamıydı o. Karanlıkları, karalıkları, kararmış hayatları severdi. Dumanlı, leş kokulu izbeleri bırakıp buraya, aydınlık yüzlü komşularımla yüzleşeceği bu yere gelemezdi. Gerçi haberi yoktur daha. Kumar masalarında kulakları ses geçirmez. Paralar suyunu çekince hatırlar beni. O zaman gelir terzilikten kazandığım üç beş kuruşa kudurmuş köpek gibi saldırmaya.
Evi tam takır kuru bakır görünce aklı başından gidecek. Ayağını yere basacak tek kilimi bile reva görmedi kızı ona. Başını koyacağı bir yastık bile bırakmadı kendi soyundan olan. Evladı değil can düşmanı sanki. Öyle derdi üstüne çullandığı her seferinde, düşmanım mısın sen benim. Şimdi görsün düşmanlık nasıl oluyor. Kupkuru bir eve girdiğinde anlasın tek kap yemek bulamamanın, buz gibi duvarlara dayanmanın nasıl bir şey olduğunu. Kötü olmak mı daha kötü, yoksa kötülük önünde çaresiz kalmak mı? Söyle baba. Çaremi elimden aldın, bırakıp gitmeme izin vermedin. Sadece evlenecektim, temiz, kavgasız bir yuvam olacaktı. Kumarbazın kızı olsam da sonunda biri tarafından kabul görmüştüm. Ama senin beyaza talip olanlara beslediğin haset yüzünden hayallerim karardı. Çıkan kısmetlerimi engelledin. Görücüleri kapıdan kovdun. Beni sevenlerin üzerine küfürler yağdırdın. Gururumu sokaklarda çiğnedin.
…
Kurtulsun istedim. Engel olmak istemedim.
Ne diyorsun Sabiha teyze.
Engel olsaydım yaşadığı müddetçe vicdanımı sorgulayacaktı, suçlayacaktı ellerimi. Gözlerindeki ışığın günden güne soluşunu seyretmek de zulüm değil miydi? En doğrusunu artık kendi bilir deyip sustum.
Sabiha teyze sus nolur.
Yaşayan oydu, biz sadece tanıklardır. Tanıklar parçalanmazlar yaşayanlar kadar.
Sus Sabiha teyze.
Sadece kurtulsun istedim.
Sabiha teyze.
Sabiha teyze böyle düşünmekle haklıydı. Engel olsaydı dar günümün suçlusu, iyi günümün kahramanı olacaktı. O da içten içe bilirdi dar günlerimin uzunluğunu; bana sabrı anlatırken, kanaati, şükrü öğütlerken. Seçilmiş insanların geçtiği imtihanlardan örnekler verirdi. Yine de tutunabilmeyi isterdim Adem’in, İbrahim’in, Yunus’un, Eyyüb’ün hikayesine. Güzel şeyler, umutlu şeyler söylerdi. “Yavrucuğum, derdi. Hüznümüzün sevincimize galebe çalması yaratıcımızın takdiridir. İnsanoğlu buna boyun eğmeyi bilse sıkıntısı kalmayacak. Düşün bak, üstümüze otuz dokuz yıl hüzün yağan bir kalıbın içindeyiz. Hüzünlerimiz bu yüzden uzun sürer ama bu otuz dokuz yıllık hüznün ardından gelen bir de sevinç yağmuru vardır.”
O böyle söyleyince güçlenirdim. Anlattıklarından mı anlatış biçiminden mi bilmiyorum. Babam gözümde insana dönüşürdü. Onun da nüfuz edeceğim bir yanı vardı elbet. Arayışımın ne kadar süreceğini düşünmeden kırkıncı yılı sabırla beklemek istiyordum. Hem ölümün olduğu yerde hiçbir şey sonsuz değildi. Dünyaya gelmekle muayyen bir zamanın içine düştüğümüzü, her şeyin bir gün sonlanacağını Sabiha teyze de söylerdi. Ölüm geldiğinde nasılsa hepsinden kurtulacaktım. Ama akşam olur, acı gerçek ölümden önce kapıya dayanırdı. Yaşamayan bilmez. Dünyamın tuz buz olması için babamın bir narası yeterdi:
Kumarbazın kızı... seni kim gelin diye evine alır… evleneceksin demek… hayallerini sevsinler… ananın kaderine mahkumsun sen… basmadı mı o kaz kafan… onun gibi çalışıp doyuracaksın beni… nereye gitsen saçından sürükler getiririm seni bu lağıma… beni beğenmiyorsun dimi… karayım ben dimi… it seni… gelinlik dikiyormuş… beyazı anca ölünce kefen diye giyersin sen… bir battaniyeye sarıp leşini çöplüğe atmazsam tabi… ölmek haram sana… ne halt yiyeceksen ben ölünce yersin… beni besleyeceksin, doyuracaksın, bakacaksın bana… şimdi güzel güzel getir şu kavanozu… getir yoksa tek tel saç bırakmam kafanda… kel karıyla kim evlenir sanıyorsun…
Damgalanmaktan daha kötüdür bir başkasının damgasını taşımak. Kızı bile olsa insanın bu damgaya katlanması ağırdır. Umurumda olan pişmeyen aş, yanmayan soba, hatta dayakların, zincirleme hakaretlerin bile değildi, yeter ki kendine duyduğun saygını yitirmeseydin, gene terzilik yapar sana bakardım. Kendine saygısını yitirmiş birinin yanında saygı duymanın veya saygı beklemenin ne anlama geldiğini unutuyor insan. Köpek gibi kalakalıyor. Acziyet işte. Başa gelince ölümü göze almak bile o kadar korkutucu olmuyor. Sokağın kedilerine sorsan ezbere söylerler bana yaptığın hakaretleri.
Babanızın kötülüğü sokağın kedilerine kadar nam salmışsa, üstüne bir de anneniz bu kötülük karşısında kediler gibi pes edip acziyetini ilan etmişse, size de kahramanlık düşmez. Kanınız bunu dolaştırır damarlarınızda. Nefesiniz bunu solur. Beyniniz büyük puntolarla bunu okur: ACİZ ACİZ ACİZ.
Benim tek modelim bu acziyetti işte. Anneminkine benzer bir kaderi yaşadığımı itiraf ediyorum. Eğer kendimi adayacağım bir şey olsaydı, birileri için yaşamam gerekseydi, annem kızı için yaşabilirdi mesela, sonum ondan farklı olurdu. Ama önünüzdeki tek örnek annenizse ister istemez oradan başlarsınız kıyaslamaya. Anneminki mutlak acziyet karşısında sessizce kabullenilmiş, sindirilmiş bir yenilgiydi. Ölmekle zaten kabullenmiş olduğu bir şeyi itiraf etti.
Bense, babamın bana haram ettiği ölüme kaçtım, üstelik lekesiz, bembeyaz bir gelinlikle. Onu deli gibi kapıları yumruklarken görüyorum. Küfürleri ağzından kara bir yılan gibi sarkıp ayaklarına dolanıyor. Kudurmuş bir köpek gibi karanlık, bomboş odada o köşeden bu köşeye savruluyor. İlk defa korkmuyorum.