- 2362 Okunma
- 6 Yorum
- 0 Beğeni
SOKAK ÇOCUĞU ve BEN
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
SOKAK ÇOCUĞU ve BEN
Haydarpaşa Hastanesinin Hizmet Bölüğü komutanı ve inzibat subayıyım. Yaşım 32 ve büyük oğlum Mert henüz iki yaşında.
Çok yoğun ve gecesi gündüzü olmayan bir görev. 12subay, 38 astsubay, 480 er ve 300 civarında hastabakıcı, aşçı ,sanatkar.
Her gün ayrı bir olay, ayrı bir vukuat . Kazanın brülörü bozuldu, mutfakta sıcak su akmıyor, gelen tavukların arasında bozuk çıkan var, tuvalet tıkanmış ,özel hazırlanması gereken hasta yemeğinin malzemesi gelmedi, araç yolda kalmış, ambulans içindeki oksijen tüpü bitmiş, biri izin istiyor, öbürü doğuracak, sorun ,sorun ,sorun. Genç yaşta kafayı yedirecekler bana.
Giriş kapısının hemen dışında ,üstü başı perişan bir çocuk bekler, gülümser gözlerle yüzüme bakardı. On gün sonra ,benim gözlerim de onu arar olmuştu. Onu görmek , onunla konuşmak istiyordum. Sonunda bir öğlen vakti, odama yemek siparişi verirken iki kişilik olsun diyerek, onu da çağırttım.
Odamda hazırlattığım masaya birlikte oturmuştuk. Korkan ve utanan bakışlarıyla ,bu davetten çok tedirgin olduğunu ifade ediyordu. Nereli olduğunu, anasını, babasını, kaldığı yeri sordum.
“Ben İzmir’ liyim abi. Babam pazarcıydı. Semtleri dolaşır, durmadan çalışarak , dinlenmek bilmeden bizim rızkımızı çıkartmaya uğraşırdı. İki sene önce ,onun pazardaki yerini almak isteyen grup , kavga çıkartmış ve karnına iki bıçak saplayarak, kaçıp gitmişlerdi. Babamı üç gün yaşatabildiler. Öldüğünde cenazeyi bile kaldıracak parayı , annem gündeliğe gittiği zengin evinden almıştı. Onu bizden alanlara ve hastanede ona hiç iyi bakmayanlara çok beddua etmiştim. Ne gelirdi ki elden, çok fakirdik. Pazarcılık bile sermaye ister , bizde yoktu. Babam ,hem anasına ,hem de kız kardeşine de bakıyor , parayı bir türlü yetiştiremiyordu.
Anam dul kalınca, mahalleden yaşlılar onu baş göz etme yarışına girmişlerdi. Genç ve güzel kadın, dul olamazdı mahallede. Karısından boşanmış , hiç sevemediğim bir adamla everiverdiler anamı.
Artık ,her gün dayak, hakaret ve eziyet vardı. Ben okulu bırakmış, elime sıkıştırılan boya sandığı ile gittiğim her yerde mahalle serserilerinden dayak yiye yiye, bazen paralarımı onlara kaptırarak ağlayıp , akşam eve geldiğimde ,annemin elime sıkıştırdığı paraları kendim kazanmış gibi o bela babaya verir , beni dövmemesi için dua ederdim.
Kız kardeşim Aysel, henüz altı yaşındaydı. O da benim biraz ilerimde durup, elindeki selpak mendilleri araba sürücülerine satmaya çalışırdı. Geceleri, bizim büyük kabusumuzdu. Çünkü başta annem olmak üzere , hepimizin dayak yemesi artık adettendi. Aysel’e , sadece kafasına bir tokat vurup bırakırdı. Asıl dayağı yiyen hep annemdi. Hem dayak, hem kusmuk temizleme, hem de ayaklarını yıkayıp kadınlık görevi yapmak. Bunu bilip , erkek evlat olarak katlanmak çok acıdır abi.
Üvey babamı ayık görmek, neredeyse imkansız gibiydi. İlk karısı da onun içkisi ve dayağı yüzünden kaçmıştı. Sürekli içer ve önüne gelenle kavga ederdi. Dayak yediği zamanlar , Aysel’ le birbirimize bakıp gülüşürdük. Annem, babamın düğünde taktığı ne varsa hatıra falan demeden satıp , bozdurup o rezile veriyordu. Çalıştığı yerden avans istiyor, borç alıyor ama ona yaranamıyordu.
Çok içkili olduğu bir gece yine annemi döverken, bir koşu gidip yakındaki karakolda şikayette bulundum. İki polis abi , benimle gelip üvey babamı karakola, annemi de hastaneye götürdüler. Annem bunca dayağa rağmen şikayetçi olmuyordu. O gece nezarette tuttukları pislik, ertesi sabah kudurmuş gibi gelip, beni kolumdan tuttuğu gibi sokağa attı.
Basmahane’ deki tren istasyonuna gittiğimde, elimde sadece sırtıma taktığım okul çantam ve annemin elime sıkıştırdığı çok az bir param vardı. Bir memura hangi trenin İstanbul’ a gideceğini sorup, kaçak olarak bindim. Kondüktör beni yakaladığında, ona yalvararak , param olmadığını anlattım. Nedense insafa gelip , dönüp gitti. Saatler sonra, beni koridorda uyurken dürterek uyandıran ve cebime para sıkıştıran yine o kondüktördü.
Haydarpaşa Garı’nda bir de baktım ki ,her yer deniz. Büyük binalar hep bu yanda. Bu tarafa yürümeye karar vererek , bir simit alıp, yola koyuldum. Geldiğim yer , çok güzel bir mezarlıktı. ( İngiliz mezarlığı) Ölenlerin isimleri hep yabancı olduğu için hiç korkmadım. Dua ederek bir mezara başımı koyup uyumuşum.
Yaşlı bir adam yanıma yaklaşıp , burada ne aradığımı sorduğunda, ona durumumu anlatarak, İstanbul’da kimseyi tanımadığımı ve yatacak yerimin olmadığını söyledim. Beni kaldırıp kulübesine götürdü. Karnımı doyurup yatacak yer gösterdi. İşte iki aydır onun bekçi kulübesinde , bir kanepenin üzerinde kıvrılıp yatıyorum. Gündüzleri İngiliz müdür görmesin diye, kulübeye hiç gitmiyorum”
İngiliz mezarlığı , Haydarpaşa Askeri Hastanesinin hemen batı sınırıydı. Bizim hastaların tatil günleri kaçıp içki içmeleri ve mezar taşlarına işemeleri yüzünden , İngiliz sorumlu ile başımızın hep dertte olduğu bir yerdi. Ama yaşlı Ermeni bekçi Agop Efendi’ yi çok severdim doğrusu.
“Senin ismin ne ? Kaç yaşındasın ?”
“Adım Naci abi. On iki yaşındayım. İlk okulu dördüncü sınıfa geçtiğim yıl bıraktım. İki yıldır okula gitmiyorum. İyi boyacıyım abi. Ama boya sandığım İzmir’ de kaldı. “
Bölük Başçavuş’ unu çağırıp yeni aldığım aylığım dan para uzatarak , Kadıköy’ e götürüp oğlanı bir güzel giydirmesini ve iş ocaklarından Hüseyin Ustaya da güzel bir boya sandığı yaptırmasını istiyorum.
Akşama doğru Naci , kumral saçları tıraş edilmiş , yepyeni giysileri ve pırıl pırıl gülümseyen gözleriyle gelip teşekkür ediyor.
Kafeteryaya mal getiren Akçay Pastanelerinin sahibi Hüseyin yanımda. Çocuğu gösterip ,” Bak Hüseyin. Bu çocuğa her sabah bir simit veya poğaça vermeye ne dersin? “
“ Sen söyledikten sonra bir simidin lafı mı olur? Pastaneden canı ne isterse gelip alsın. Ben de böyle kimsesiz büyüdüm. Çok aç kaldım. Halden anlarız be kumandan”
Bir yazıcı erimiz var. İlk okul müdürüyken siyasi nedenlerle tutuklanıp, sonra da hapisten çıkar çıkmaz asker edilmiş, 42 yaşındaki Resul Hoca. Onu çağırıyorum. 5.5 numara kalın camlı gözlüklerinin arkasından, korkulu gözlerle bakan, yine ne yaptım , niye çağırdınız dercesine ürkek, üç numara saç tıraşında berbere sorun çıkartmayacak kadar, kafasında saç kalmamış , yaşından yaşlı görünen Resul geliyor.
“Hocam, bu çocuk dördüncü sınıfa geçtiği sene , okula hiç haber vermeksizin terk etmiş. Nüfus cüzdanı bile okulda kalmış. Anası ve babası yok. Bu durumda, yeniden nasıl okula başlayabilir?”
“İkamet adresi isterler komutanım. Bana müsaade edin ,evci çıkan Avni Çavuş’un oturduğu Çiçekçi semtinden alayım . Onun akrabası mahalle muhtarı. Sonra Harem ‘de bir ilk okula kaydını yaptırır, nüfus cüzdanını da, İzmir’deki okulundan isteriz. Siz sadece bana üç gün süre verin komutanım”
“Tamam Resul Hoca, beş gün izin sana . Bu çocuğu dördüncü sınıftan okula başlatacaksın. Sakın beceremeden gelme”
“İzzet Astsubayım, boya sandığı harika olmuş. İçinin boyaları da benden. Naci’ ye müsaade edelim, giriş kapısının biraz ilerisinde çiçekçinin yanında çalışsın .Beyaz ayakkabı boyasını biraz fazla alın , hemşire okulunun kızlarına da faydası dokunsun. İnzibatlara da söyleyin çocuğu kollasınlar.”
Naci, yeni giysileri ve yeni işiyle çok mutlu olmuştu. Yemek ve okul sorununu da halletmiştik. Hastanede Naci’ yi, kısa sürede tanımayan kalmamıştı. Doktorların , hemşirelerin beyaz ayakkabılarını güzelce boyar, hakkından fazlasını bahşiş olarak alıp , bahçıvandan aldığı çiçekleri , onlara boyadığı ayakkabılar ile birlikte götürerek sempati toplardı.
Kızını evlendirdikten sonra , damat evinden kovulan terzi Sabiha Ana, oğlanı evine götürmeye, onunla can yoldaşı olmaya başlamıştı. Hafta sonları, umumiyetle ben evime alır ve onun tükenmeyen yükselme hırsına, kardeşin, annesini kurtarma ümidine hayran olarak onunla gençliğimi yaşardım.
Bazen kız arkadaşlarını da getirir bizimle tanıştırmaktan büyük zevk duyardı. Beş buçuk yıl sonra , orta okulun ardından Haydarpaşa Lisesini burslu olarak kazanıp, sonrasında da sınıflarını hep iftiharla geçerek , hayata güçlü ve idealist bir ansan olarak atıldı.
Şu lanet tansiyon beni deli edecek. Şeker de çok yüksek seyrediyor. Kendimi Cerrahpaşa Eğitim Hastanesine atıyorum. Dahiliye servisindeki hocalarla randevu telefonda alınıyormuş. Ama torpilliyim bu sefer.
“Bana Prof. Dr. Naci Yurdum’ u bağlayın lütfen. Ağabeyiniz geldi diyebilirsiniz”
Koşarak beyaz önlüğü ile elinde ayakkabı fırçaları yerine stetoskop sallayarak, o masum ve candan gülümsemesiyle geliyor.
Hocalarını görüp, saygı ile yol açan asistanların, öğrencilerin arasında ,elimi öperek saygılarını yineleyen Naci çocuğu, gözlerinden öpüyorum, dolan gözlerimi kaçırarak.
Aysel, mutlu bir evlilik yapmıştı. Naci’ nin kendisi gibi doktor olan eşiyle ,iki erkek evlatları vardı. Hastanenin ikinci hekimliği için ismi geçiyordu.
Ulan Felek, bazen yanlış yazdıklarını düzeltiyor, yediğin hakları iade ediyorsun ya , işte o zaman çok seviyorum seni be.
“Senin de, saçlar ağarmış Naci”
“Sorma be abi, yıllar nasılda geçti? Hayrola senin neyin var?”
“Kafa kağıdı eskidi oğlum. İyi bir rektifiyeye ihtiyacım var”
“Bu nasıl eskimek be abi? Gözlerin fer fecir okuyor. Fıldır fıldır bakıyorsun hanımlara. Üstelik motorla gelmişsin. Kaskın da pek afiliymiş hani. Abim benim, abim. Canım abim”
E.Yaşar Ovalı 10. 05. 2013
YORUMLAR
Sevgili Eyüp.
Öncelikle günün yazısını kutlarım. Ellerin, Yüreğin dert görmesin.
Üzüldüğüm nedir biliyor musun?
Bu sitede ya da hayatın diğer alanlarında iki şey yaparsan millet ağzını açıp dinliyor ya da merakla okuyor : Ya vıcık vıcık melodram yazacaksın...Anası ağlamış milletin daha da bir anasını ağlatacaksın , ya da benin yaptığım gibi kakara kikiri yapacaksın. Şöyle oturup da herkesin kafasını ellerin arasına alıp düşünmesine, içinden kendisi adına da hisse almasına yol alacak şeyler maalesef rağbet görmüyor fazla.
Neyse...
Bu topluma bir Naci Yurdum kazandırmak alınacak her türlü ödülün ötesinde bir onur zaten. Allah senden razı olsun.
Selam ve sevgilerimle.
Sonu güzel biten hikâyeleri seviyorum. (Şu dayakçı alkolik kocanın sonunu da merak etmedim dersem, yalan olur.)
Keşke tüm Naciler böyle insanlarla karşılaşsalar, elinden tutan dürüst insanlara denk gelseler...
Çok etkilenerek okudum. Belki bir serseri olacaktı Naci, hiç istemese de, belki un ufak olup gidecekti değirmenin dişleri arasında. Hem Naci kazanmış, hem vatan- millet... Hem bu güzel davranışınız, hem bu güzel yazı için teşekkür ve tebrik ediyorum.
Selâm ile...
Hayatın resmini çizmişsiniz.
Neden yorum az almış diye düşündüm. bu kadar etkili ve ulaşılması gereken detaylar var iken. Sonra tahmin yürüttüm bazıları karşılık bekliyor!
Şu hayatta tüm ''başarılar'' karşılık beklemeden vücut buluyor.
Çok etkili, örnek olunası bir yazı. Güne gelişi ayrıca mutluluk verici.
Bu arada;
''Ulan Felek, bazen yanlış yazdıklarını düzeltiyor, yediğin hakları iade ediyorsun ya , işte o zaman çok seviyorum seni be.''
Cümlenize mukabil söylemek isterim ki
Felekten kastınız Allah. Allah; İnsan'a iki yol gösterir doğru ve yanlış. İnsan'a cüz-i irade tayin eder. Herkes kendi yolunu bu istikamette belirler.
Bazıları sizin yaşadığınız bu olaya kayıtsız kalabilir ve benzerlerine ; ''Şimdi düşünün bakalım, yüz üstü kapanarak yürüyen mi varılacak yere daha iyi erişir, yoksa doğru yolda düzgün yürüyen mi?'' diyor Allah bir ayetin de işte bütün mesele İnsana verilen yetkiyi (Cüz-i irade'yi) kullanabilmekte.
Yoksa ölseniz de öldürülseniz de Allah'ın huzuruna getirileceksiniz diyor yine Mevla.
Hiçbir şey karşılıksız kalmayacak. İlahi adalet en güzel şekilde yerini bulacak. İş ki ölmeden önce ölebilmekte, kendimizi hesaba çekebilmekte.
Teşeşkürler ve tebrikler.
Nilgün Akçay tarafından 5/11/2013 2:21:52 PM zamanında düzenlenmiştir.