Yüzümdeki Hayatın Tokat İzleri -3-
III
Okulda hayat devam ediyordu. Allah, başına önceden ne geleceğini bildirmez insana; Avkani, çok uzaklarda bir yatılı okulda abisiyle eğitimin sert çetelesinde öğütülürken anneleri amansız bir hastalıktan ölmüştü hem de son kez çocuklarını öpmeden, koklamadan göçüp gitmişti. Son sözü “çocuklarım ardımda çok üzülmesinler ve kendilerini harap etmesinler!” demişti. Kara bir kışta mezarı zor kazılmıştı çünkü soğuk hava, bir metreye yakın kar ve mezarlığın olduğu yerde sert kayalar vardı; kazma kürekle saatlerce kazılmıştı. Annesinin, yaşadığı göç sebebiyle geldiği yerde değil de Baba ocağı olan eski köylerinde defnedilmesi vasiyetinden dolayı mezarı da çok uzaklardaydı. Avkani, annesinin mezarına gitme şansı da yoktu
Ailesi, hayatlarını sürdürebilmek için köyden köye göç edip durmuşlardı. Bu esmer coğrafyada iklimin sert oluşundan insanlar da nasiplerini almıştı. Buralarda kış uykuları uzun olur; feodal zihniyetin öğütlediği insanlar da baskıdan kuruldukları anda ezildikleri gibi ezerlerdi!
Okulda ise o yıl kara kış dedikleri bir mevsim, tüm dünyada hayatı felç etmişti. O denli soğuktu ki üflediğin nefes bile kristalize donup yere düşerdi. Okul kazancısının tüm fedakârlığına rağmen sınıflardaki kaloriferlere su pompalanamıyordu; borular içindeki sular donarken okuldaki öğrenciler özelikle ilkokul çocukları soğuktan tir tir titrerlerdi. Mum ışığı andıran elektrikler o kadar fersiz ve cansızdı ki kimse kimsenin yüzünü seçemiyordu geceleyin ve okulda ısıtıcıya dair hiç bir alet yoktu. Sınıflar soğuk, yatakhane ve yemekhane soğuktu. Yedi, sekiz yaşındaki minik yavrular felakete uğramış bir haldeydiler! Hastalandıklarında okulun soluk beyaz revirinde anne, babalarını sayıklarlardı. Soğuklar bir yanda ebeveynlerinden uzak olması bir yanda üşümüşlük hissi minik yüreklerinden vuruyordu. Karanlık bir dehlizin içinde eğitimlerine devam ederlerken okuldan kaçanlar da oluyordu tabi bu kaçan çocuklar evleri ilçeye yakın olanlardı; Avkani ve abisi onlar kadar şanslı değildi. Geldikleri yer Kafdağı arkasında çok uzak bir köyden gelmişlerdi.
Avkani ve onun gibileri hayatın ‘kayıp ve uzakta olmanın anlamını’ bulmak üzere, tekdüze yaşantısını terk etmiş ve olağanüstü bir kâbus bulutların içine sürüklenmişçesine kaygıyla bekleşiyorlardı. Dakikalar durmuş her bir gün, bir yılı andırıyordu ve suratlarına hayatın mı yoksa makûs talihsizlikleri miydi hayat, peş peşe tokadını indiriyordu!
Okulda Avkani, üç mevsimden sonra yaz tatili için abisiyle hazırlanıyordu; Haziran ayın ilk haftasının ilk Cuma günü karneler verilip çocuklar evlerine gönderilecekti.
Avkani, annesine, babasına sarılmayı hayal ediyordu, hayal ederken bile sevinci gözlerinden okunuyordu ve yüzlerce minik çocukların hepsi aynı duyguları taşıyordu. Aynı kaderi paylaşan mahkûmlar gibiydiler; yüzlerce siyah önlüklü öğrenciler son kez bir yoklamayla sınıflara alındı. Kuş cıvıltıları andıran sesleri soğuk duvarlara sıra dışı dokunuyordu adeta ve hepsi bir birlerine son derece nazik ve güler yüzle kısık sesle konuşlarken öğretmen içeriye girdi. Öğretmen son derce şık ve gülüeryüzle öğrencilere bakarak:
“Evet, bugün bayramınız ve karnelerinizi alıp ailelerinize gideceksiniz… Bir yılı burada bitirip gelecek yeni dönemde görüşeceğiz inşallah!” dedi. Zaman kaybetmeden çocukların kalp atışları duyar gibiydi hemen sırasıyla karneleri dağıttı. Bir yandan da:
“Zayıfı olan üzülmesin… İyi olan da şımarmasın! … Zayıfı olanlar yaz tatilinde bol bol gazete, kitap okusunlar” diyerek Avkani’nin karnesini de verip “bana hala dargın değilsin ya” Avkani, sevinçle karnesine baktı, karnesindeki ‘pekiyi’lerden annesinin gül yüzünü görüyordu ve kuş oluyordu göklerde süzüldü, Irmak oluyordu su gibi çağladı, uzun bir süre öylece dalıp gitmişken Abisi:
“Haydi, gidiyoruz…” sesiyle irkildi. İki kardeş minik ellerine bavullarını aldı, arkadaşlarıyla vedalaştılar. Kimi öğretmenlerin ellerinden öpüp ayrıldılar kimisi de İlçede yaşadıkları için buruk bir sevinç yaşadılar; arkadaşları uzak olan ailelerine gideceklerdi. En son Avkani ile abisi Selay, Salih öğretmenin elini öptü. Avkani, sevinerek:
“Öğretmenim… ben bir şey öğrendim! Öğretmenin vurduğu yerde gül bitermiş!”
Salih öğretmen, şaşırdı; sert olmasına rağmen duygulandı, çokça mahçup oldu ve sertliğin karşılığında bu öğrenci ona ’gü’l vermişti hata bir tokada karşılık... Gözleri nemlenmişti kaba bir yüreğin, minik bir yüreğe yenilmesiydi adeta
Salih öğretmen:
“Sağol yavrum...”
Salih öğretmen, afedilmenin hafifliğiyle, gururla kuş cıvıltısını andıran çocukların seslerine bir süre kulak kabartarak, hayranlıkla onları izledi; onların yüzündeki mutluluk halkalarını bir resme bakar gibi daldı.
İki kardeş, ilçe terminallinden otobüse binip yola çıktılar. İkisi de çok mutluydular, heyecanlıydılar zaman tünelin karanlığından, aydınlığa çıkmış gibiydiler. Araba sarsıla sarsıla onları sevdiklerine götürüyordu. İki saatlik yolculuktan sonra şehre geldiler. Şehirde fazla oyalanmadan köy yolun üzerinde olduğu ilçenin minibüslerini sorup soruşturarak buldular. Az sonra yolcuları tamamlanan araba hareket etti. İki kardeş birbirlerine sevinçle bakarken Avkani:
“Abi… Babamızın haberi var mı bizden?”
“Mektupta bugünün tatil olacağı ve yola çıkacağımı yazmıştım… Üzülme belki bizi köy yolunda bekliyordur” dedi.
Avkani, gene hayallere daldı. İçinde varamayacak bir yol, annesini görmeyecek gri, sinsi bir kuruntu içini kapladı, bu kâbusu andıran hayalden aniden sıyrılıp:
“Abi, geldik mi?”
“Az kaldı… Nerdeyse vardık… Aha işte ‘Beşpınar köyü göründü!”
“Oh be,” dedi Avkani. Abisi Selay, arabanın içinde şoföre seslenerek:
“Abi, az ilerde bizi indir!” dedi. Şoför, dikiz aynasından bakarak:
“Baraj yolunda mı?”
“Evet…”
Az sonra araba durdu, iki çocuk arabadan indiler. Onlar abradan inerlerken babası onları görmüş aceleyle onlara doğru hareketlendi. Avkani, babasını gördü ve elindeki bavulu bırakıp ona doğru koşmaya başladı
“Babacığım… Seni ve annemi çok, çok çok özledim biliyor musun?”
“Ben de... Ben de sizi çok çok özledim” deyip yavrucaklarına sarılıp ağladı fakat hemen kendini toparlayarak zoraki gülümsemeye çalışarak bavulları aldı.
Selay, sevinç dalgasının kısa süreceği biliyordu; Kardeşine annelerin öldüğünü saklamıştı. Okula gelen bir mektupta annesinin öldüğü ve Avkani’den saklamasını söylemişlerdi.
Avkani ve Selay hasretle babalarına sarılmış sevinçle ama kısa kısa sözlerle okuldaki iyi-kötü şeyleri söylemeye başladılar, sonra ikisi sevinçle pek iyilerle dolu karneleri gösterdiler babasına. Baba, okuma yazma bilmediği için karnelere bakıp bakıp:
“aferin size, aslanlarım benim! Canlarım” derken gözleri nemlenmişti bu nemlenme sevinçten çok çocukların anneleri öldüğünün acı ızdırabındandı. Oysa çocuklar bu gözyaşların sevinçten odluğunu sanarak, üçü sevinçle köy yoluna girdiler.
Köyün üzerini örten beyaz bulutlar göz kırpıyordu, birkaç leylek süzülerek yuvalarında bekleşen yavrularına yem götürürken akşamın erken yıldızları cılız ışıklarını masmavi gökyüzüne bırakmıştı. Yılan gibi kıvrıla kıvrıla akan derenin suları çağıldarken, coşku türküleri söyleyerek akıp gidiyordu.
Köyün, yarım saatlik yolu geçilmiş eve varmışlardı. Evde, abla ve diğer ağabeyleri onların yollarını dört gözle beklemiş en güzel yemekleri hazırlamışlardı. Buruk bir hava içinde ablaları onları hemen banyoya koymuş başlarını yıkarken Avkani, cevaplanması zor soruyu sordu:
“Abla… Annem nerde?”
Abla ve Selay donmuştu adeta ve ne cevap vereceklerini bilmeden bir süre sustular. Avkani aynı soruyu tekrar sordu.
“Annem nerde? Niye yanımızda değil? Beni özlemedi mi yoksa?”
Ablası, nemlenmiş gözlerini çaktırmadan başındaki eşarbın ucuyla silerek:
“Canım benim, annem çok hasta ve çok uzaklarda tedavi görüyor! Üzülme iyileşir iyileşmez gelir!”
Avkani’nin, tüm sevinçleri huzursuz oldu, “yıkanmam” deyip banyodan çıktı. Yer sofrasında hazır yemeği de yemeyip evin damına çıktı. Akşam vaktiydi. Köyün birkaç kilometre uzağında geçen ırmağı, ırmaktan dönen büyükbaş hayvan sürüsünü izledi. Yakında uzakta böğüren danaların sesine karışan köpek havlamalarını dinledi; Avkani, köpekleri, tavşanları ve atları çok severdi ve onlarla haşir neşir olmayı da…
Ablası ve babası, damda oturan Avkani’yi yemeğe gelmesi için adeta yalvarıyorlardı. Avkani’yi zar zor ikna edip aşağıya indirmişlerdi fakat yemekte somurtuk, kızgın ve öfkeli durdu. Acı halkasının hâkim olduğu aile, içten içe yanıyorlardı ve kuzgunu bir kederin içlerini jilet kesiklerinden bir sızı bırakıyordu. Biri yedi diğeri sekiz yaşında iki kardeşin acı dolu ızdırabı gözlerinden okunurken; hayatın acı tokadını enselerinden hissediliyordu. O an dünyayı versen mutlu olmazlardı çünkü annesizliğin verdiği acıdan hiçbir şey onları mutlu edemezdi
O gece, eve çocukların okuldan gelmesi sebebiyle birkaç yaşlı köylü, torunlarıyla misafirliğe gelmişlerdi. İki kardeşten ses çıkmıyordu; ürkek ve yabancı gibi durdular sadece sorulan sorulara cevap verdiler. Evde, annelerin olmadığı bir ev ne kadar sıcak olabilirdi ki? Az sonra Avkani “yatacağım” deyip diğer odaya geçti. Hala kapı aralığında iken Yaşlı adam:
“Âdem… Çocukların neyi var? Neden böyle küs duruyorlar?”
“Annelerini özlemişler, biliyorsun anneleri hastanede!” yaşlı adam şaşırdı ve hayretle Yaşlı adam tam “Allah rahmet etsin, ne hastanesi?” diyecekti ki. Âdem baba, lafı çabucak değiştirip adama dudak bükerek:
“İnşallah yakında iyileşip çıkacaktır!” deyince yaşlı adam durumu anlamış gibi
“İnşallah” dedi.
Selay ise annesinin öldüğünü biliyordu ve yalanla saklamalığın nereye kadar gideceğini düşünüyordu. Selay, Babasına bakıp gözleriyle Avkani’ye ölümü söylemediğini onaylarken kendi yüreğine düşen ateşin yarattığı derin sarsıntısı gözlerinden okunuyordu.
Avkani, bir haftadan beri annesinin yolunu gözlüyordu, evdekiler ise ölüm sırını mümkün olduğunca ertelemeye, uzun tutmaya çalışıyorlardı. Günlerden bir gün Avkani, köylülerin ortak kullandığı üç oluklu çeşmenin başında çocuklarla beraber oyun oynamaya koyulmuştu. Çeşmenin boşa akan suyun arkında çocuklar çamurdan oyuncaklar yapmaya koyuldular. Avkani’yle beraber bir kız çocuk, kilden bir bebek yaptılar. Öğleye doğru sakin sakin oynadılar. Sonra kız mızmızlık yapmaya başladı.
Avkani bir at arabası yapmaya karar verirken kız surat astı ve böyle bir arabanın yapamayacağını söyleyip durdu. Az sonra kilden bir at arabası yapmayı başarmış kız ise başarısını kıskanarak arabayı ayağıyla ezmeye çalışırken Avkani ona bir tokat yapıştırdı. Tokadın acısıyla kız:
“Yetim… Ne olacak yetimsin işte” deyip ağlaya ağlaya eve doğru koştu. Yetim kelimesi Avkani’yi sarstı. “Yetim ne demek?” düşüne düşüne ‘yetimliğin’ peşine takılıp o da eve gitti. Yolda giderken sarsıla sarsıla ağlıyordu, nefesi tükeniyordu sanki ölüm meleğin kollarındaymışçasına korkuyordu. Yokuşta bulunan eve geldiğinde diz bağlarının koptuğunu hissetmişti. Ayakkabılarını çıkarmadan alelacele odaya geçti
Yatsı vaktiydi, babası namaz kılıyordu. Babası namazını kılıp bittirdi, Avkani’ye şefkatle baktı:
“Bugünün nasıl geçti, arkadaşlarınla ne yaptınız bakalım?” Avkani, gözleri dolu dolu ve asabice:
“Yalancı! Benim annem ölmüştür! Neden bana söylemedin!”
Baba, yüreğine bir ok saplanmış gibi öylece durdu. Kem küm ettiyse de bir türlü ölümü söyleyemedi
“Oğlum kim söyledi? Annen düpedüz hasta ve çok uzaklarda!”
“Baba… Senden nefret ediyorum… Köyden de köylülerden de… Benden sakladınız annemim ölümünü… Bak, okula da gitmeyeceğim. Zaten okula gitmeseymişim annem ölmezdi!” deyip hızla evden çıktı.
ARKASI PAZARTESİ...
YORUMLAR
DemAN
İlginiz için teşekkür ederim