- 538 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Bazen kendimizi bir kanyonun tam da ortasında hissederiz… 2
Sabahları zor eyledim bir başa tek başa
baktım ki
gün ışımış
kelebekler ak çiçeklere konmuş
kendimi bir hoş hissedip
merhaba yeni gün sabahı
diyebildim...
Her satırı bir azap oldu yazdıklarının,
her yazdığım satırda tüm geçmişimle sislerde kaybolurken,
kör bakışların,
ıslak tayların koşuşu gibi savruldu gözlerimden akanlar,
bunaldım,
mutlu musun, sevgili?
Seni sevdikçe bunalmışlığa,
seni düşündükçe hep uzaklara yayıldı gözlerim,
geçmişle gelecek arasındaki köprüde
hep kayboluşumun sebebi sen oldun sevgili
huzurlu musun?
Yarınlar,
senle benim derken,
karanlıklara, kulvarlarda bırakışınla,
yollardaki perperişanlığımın sebebi de sendin,
bakışlarımdaki yalnızlığı gördüğünde,
sevinebilecek misin sevgili…
Soğuk,
darmadağın bir yalnızlık,
yüze çıkmış hasret,
dibe çökmüş umut,
sadece hasrete bağlanmış bir yaşam,
donuk gözler
ve
umutsuz bakışlarla sadece arayışta olan yürek
ve bekleyiş,
yarınsız zamanları...
Donuklaştım işte,
sevgili,
sen sıcaklarda mısın?
İçinde ölüm olmasa,
umutların ve de kızgınlıkların olsa,
keşkelerle demek çok hoş bir şey değil ama
biz hep sevdiğimizi vururuz yerden yere ki
oluşsun, pişsin ve dayansın hayata korkusuz,
gök gürültüsünden, yıldırımlardan korkmayan
ama sevgiye eğilen, büzülen bir yürek peşinde olsun hep...
Tulumbadan su içer gibi acıyı yudumlasın da, dayanması gerek sevginin oklarına.
Bilesin der yüreğine...
Neden hep keşkeleri düşünürüm, oysa vazgeçtiklerimdi beni yoğun duygularla sere serpe savuran...
Güneş’in denizde kaybolduğu andan sonra, deniz tutuşur, yürek tutuklaşır, hasret ayyuka çıkar, gözdeki bir damla yaş buharlaşır, denize karışır ki beklenenin ardından alev olur gözler...
Üç çocuk güler, üç çocuk ağlar neden ağladığını bilmeden, bir şarkının tınısı çıkar sisler arasından ki yürek ağlar...
Bir İstanbul vardı, gecesiyle, günüyle süslerdi hayâllerimi, bir İstanbul’da sen vardın, sol elinle silerdin gözyaşlarımı, sol elimi tutardın sağınla, sen benim yüreğimdin solumda çarpan, bir İstanbul oldun ben karanlıklarında kaybolurken yolların, sen yaban oldun ellerime, gözlerime, sen bir İstanbul oldun bana yabancı, hazırla kendini ey İstanbul yarın bir yürek göç edecek senden...
Bu son elveda olsun, hep hoşçakal demek de çok zor bilmez misin sevgili, bilmez misin yokluğun yok oluşum demek ama gene de git yokluğuma, bir yolunu bulur devam eder yaşamım yokluğunda, hoş kal, hoşça kal, ne beter bir söz, nerede hoş kalacaksın kimle demez mi insan ama yine de mutlu ol dense de uzak bir yaşamda demek istenir...
Soğuk, darmadağın bir yalnızlık, yüze çıkmış hasret, dibe çökmüş umut, sadece hasrete bağlanmış bir yaşam, donuk gözler ve umutsuz bakışlarla sadece arayışta olan yürek ve bekleyiş, yarınsız zamanları...
Gecenin soğuk sesi camlarda isminin üstüne kristal buz örtüleri ile yapışmış, yüreğim donuk, bakışlarım zincirlenmiş karanlığa, ışıksızlık çökmüş yüreğime, sen yoksun, buz tutmuş asfaltın zifti, karanlığın ıslığında haykırdığım ismin, sen üşüyor musun yine sevgili, sen üşürsen, bu sefer ben donarım can...
Yalnızlığını saklar kordon sahili elleri ceplerinde bir adamın…
Bulutlar donmuş nefeslerini uçuşturur, isi bacasından savrulan rüzgârında…
Sana masal anlatamam çocuk, beni masal kahramanı yaptılar, son çıktığım arenada sırtımdan vurdular ve adına ben seni çok sevmiştim dediler, inandım ve böğrüme kadar geldi ihanetin sivri ucu, bu yüzden bana da inanma çocuk, inanma bana, kanımda ihanetin zehri var, sen de benim gibi yavaş kanarsın durdurulamayasıya...
Hayatın acımasız arenasıydı bıraktığın, bir başa tek başa baş etmeye çalıştığım...
Çoğu zaman gülüşlerimi ortaya atan ruhumun iç kavgalarıydı, çoğu zaman hüzünle, çoğu zaman da kargaşa ile zavallılaşmış gülüşlerle, kendini kendi ile yargılarken, bazen de huzurla gülümsetiyordu yüzümü...
Hep derdin uzakları yakın eyle bul beni diye, geldim ki sen neredesin?
Ben gecenin sesinden kaçıp sabahın sesine düştüm peş peşe düşe kalka, sevda dediler adına ama yanılmışım bunun adı sevdanın çilesiymiş, katlandık...
Bu masal, senle benim hikâyemizdi sanki dediğimiz andan sonra anladım ki sadece beyin diplerinde acılarla savaşan bir adamın masalına dönüşmüş, işte böyle sevgili, ihanet en çok güvendiğinin canını yakar hep...
Savrulduk, sadece birbirimize tutunamadığımız için savrula durduk, sadece bir bedeldi bu belki de birbirimiz için birimizin ödediği, keşke ben olmasaydım senin için bedel ödeyen, sen zaten olmazdın ki hayat bu sevgili en çok seven çabuk düşüyor yardan, artık düşmem de umrumda değil, artık bir yerim zaten çökük, solum mu desem, sen mi desem...
Susmaksa, belki de beklemektir iki dudak arasında, kirlenmektir kendi kendine konuşamamazlıkla, susuşlarımdır bu gecenin ardına saklanan...
Özleneceğini biliyordum ama özleyeceğimi son nefese kadar imkânsıza bırakmıştım, galiba haklı çıkıyorum...
Sessizliğin tarifini sordum kendime, şaşkın bir bakıştaki hayretli sessizliğimi yutkunuşum geldi aklıma...
Ölü kuşların gökyüzü uçuşlarından düşmelerine benzerdi, sana şaşkın bakarken sessizliğim...
Düşüncelerimin peşine takılan senle, perperişan oluyorum ben, oysa kavlimiz böyle miydi sevgili, beni perişan etmek, senin kazancın mıydı, oysa benim dualarım senin mutluluğuna dairdi, çıkar şimdi yastığının altında durduğunu söylediğin resmimi, yak da at diyorum ama ya bendeki?
Senin varlığın, geçmişimin bir kısmı ile geleceğimin tamamını içine alacak, kahır zamanlarımdı…
Sen olmasaydın ben hiç olmuştum bu kaleme, sen olduktan sonra da kalemle beraber kendimize bir hiç olduk, dünlerin mutluluğundan artan yarınlar vardı, oysa şimdi yarınlarla beraber hepten hiç olduk, hayatta kendi kendimize…
Şimdilerde ne sen beni tamlayan, ne de geçmiş senlilik, tam tersi sildin geçtin tüm umutlarımı hayattan, işte şimdilerde, titrek ayaklarla dolanır durur olduk kulvarlarda…
Şimdi yağmurlar, şimdi karlar ve buzlar, gökyüzü ıslak ıslak yere düşüyor, sen ve onlar, gömmek için neler yapmadınız ki ruhumu?
Donmuş bir beden veya ıslak bir bedendeki ruhu bir tarif etsene bana, ne dersin ki, ne diyebilirsin ki, senin ruhun ıslandı mı hiç yar acısıyla?
Kaçak bir yaşam bu, yağmur döküntüsü, buz kesmesi yaşam bu, ardına bakıp ne diyebilirsin ki önünü düşünüp, ne umut edebilirsin, kendimden utanmasam, basıp geçeceğim tüm yaşantımın üstüne, seni de ilave ederek…
Ne zaman umutsuzluğa düşsem, ne zaman bezmişlik hüküm sürse bedenimde, ne zaman bunalmışlığın içinde bulsam kendimi, önce elimin altında tuttuğum kitabıma sarılır, işte o an düşünce hudutlarımı yeniden değiştiririm ve kendimi bambaşka bir yolculukta bulurum…
Hayatım, labirent gibi kanyonlarda hortumlarla oluşan savruk rüzgarların içinde tutunmaya çalışarak yaşam savaşımı verirken, aklıma düşen sen varlığının peşinden dağılırken bile sen görüntün hep gözlerimde idi…
Ben şimdi bir yabancı gibi uzaktan, gizli sevdamla beraber, mutluluklarını seyrediyorum…
Su içişlerini, sigarayı hırsla, ciğerlerini patlatıncaya kadar içine çekişini, çayın son yaprağını dişlerinin arasında dolandırışını, gözlerinin koyuluğunu uzaklara atışını, aniden yerinden kalkıp, tekrar dişlerini sıkarak oturuşunu, gözlerimde kaybolan göz bebeklerindeki buğulanmayı, göğsünün hızlı hızlı atışlarını, nefesinin kesilerek suskunluğa bir anlık dönüşümünü, sesinin tınısındaki titreyişleri, kaybolmuş düşlerini bana nefes nefse anlatışını, aniden bir şarkının vurgun cümlesini tekrarlayarak tınısına dönüşen sesinin tınısındaki titreyişleri ve hayâllerini, bana ait düşüncelerini tekrarlarken açılan göz bebeklerini bir kenara bırakarak, sadece mutluluk bakışlarına dalıyor gözlerim…
Ve tüm keşkeleri bir kenara bırakarak “bari sen mutlu ol sevgili” diyebiliyorum ansızın her şeyin yangın çemberinde kavrulduğu, tüm geçmişimin içinden senin mutluluğunu ayırarak “bari bensiz de olsan sen mutlu ol sevgili” demek istediğim tüm altüst olmuş hayatıma rağmen…
Şimdilerde hayatımın ardında kalan geçmişime bakıyorum, avuçlarımdan uçup giden çocukluğum, dargın durduğum yaşam zamanlarım, küskünlüklerimin arasına sığdırdığım sevgim uğruna hayatımı adanmışlığıma koyduğum sevgilim dediğim ruh birlikteliğimle avuçlarına düştüğüm sevdam ve unutulmaz anıları kendi gizemine gömen sevgim…
Kaç bezmişliğimin ardında kalan bu sevgi kaç yıl beni sarhoşçasına sarmalayan sevgim, daha ne kadar beni uzun yolunda yürütecek…
Dayanasım yok bu sevdanla acına, kaç yılım, kaç ayım geçti bu tırmanışla, dahası var mı ki bu azabın, hadi al almak isteğin ne varsa ki kalsın bu acı sindirimi, yerinde artık...
Ya gözyaşlarınızı verebilecekler mi, almanız mümkün mü, hepsi terinize karışıp, buhar olup uçmadı mı, serinliği, üşümüşlüğünüzü geri verebilirler mi, sadece tek bir şey gelip göz diplerinize oturarak, kin ve öfke, ardından da tiksinti...
Bunların hepsi çalınmış zamanlara girerken, sadece kendimize bir acıma hissi gelerek bizi sıcacık saracaktır, unutma isteği yaratarak... Umutlanmak, zaten sonuç bu oluyor umut ki unutma isteğinin saklandığı kanyon lâbirenti…
İçim yine yanacak resmine baktıktan sonra, en iyisi silmek hafızamdan da, dayanılmaz acılar sarar sana baktıkça içimi, tövbesiz günlere dalar yüreğim pişmanlıklar olsa da, kaç zamanın özlemlerini hapsetmişim içimde, kaç yılın tortuları yapışmış benliğime, nefes almalarım değişmiş, düşüncelerim artık yayıldıkça yayılmış, artık odaklanamıyor gözlerim gözlerinin aklımda kalan görüntüsüne, bir yangın ertesi bu hayatın akan kısmı, sadece güneşin ışıkları kastırıyor göz kapaklarımı, tüm görüntüler fulü yapışıyor göz diplerime, her geçen günün pişmanlığının arkasında hep sen görüntün, unutulası gibi değil arkada kalan günler, yedeklenmiş bir hayatım oldu sanki bir kendi yerime yaşıyorum, bir de seninle geçmiş tüm günlerin yerine yaşıyorum, yedeklenmiş bir yaşam sanki kendi kendine, zor geçen günlerin arda kalan kırıntıları bunlar…
Hayat bu sevdiceğim hayat bu, geriye senden sonra kalan nasıl geçeceğini hesaplayamadığım hayat bu…
Sadece yedeklenmiş zamanlarla seni tekrar yaşıyorum hepsi bu. En ağrıma gidense kendi kendimi sorgularken, hâlâ seni sevip sevmediğimi sorgulamam oluyor, evet en ağrıma giden bu, hâlâ nasıl oluyor da tek kelime ile hayır diyemiyorum, nedeni belki de niçini yok bunun… Söz geçiremediğim yüreğimin sesi bu olmalı ki neden sorusunu kendime sormadan yaşayamaz olmuşum…
Ve giderler yalnızlaşmış hayata doğru ve kalırlar ıstırabın merkezinde, geriye sadece utançlar ve de acılar kalır derken, yalnızlığın okları batar ayak tabanlarına...
Zaman bulut renginde belki de mavi, sadece hüzün düşüyor toprağa, kimsesizliğin sesleri karanlık olur, bense kendi ışığımı yakıyorum zamana inat... Gülmeye öyle çok zamanım var ki...
Bitmez bu sevgi görmeze uzansa da gözler...
Hayatın bu zamanlarındaki düşünceleri zor be sevgili zor, yeni mi anladın deme, bu zamanlarda kalıyor insan, düşüncelerinin hapsinde, kahredici hisler uyanıyor yalnızlık çekişmelerinde, sadece umuda sarılıyor insan, bir gün evet bir gün biteceksin içimde derken bile ince bir acı dökülüyor yüreğin tam da ortasına, işte o an çaresizlik gelip oturuyor benliğin ben buradaydım diyen yerine...
Mustafa yılmaz
bir yolculuğun iz düşümü olan Çandarlı’daki huzur duruşuydu bu yazmaların içinde olmak... Teşekkürler Çandarlı...İzmir
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.