- 1690 Okunma
- 14 Yorum
- 0 Beğeni
KORKU BUHAR GİBİ BİR ŞEYDİR
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Bu hikaye, Bitlis’te çalıştığı inşaatın sekizinci katından düşüp ölen inşaat işçisi Gıyasettin Orak’a ithaf edilmiştir.
Sevgili şairimiz Sema Enci’nin "hoşça kalıyorum altımızda gülümserken esmer bir coğrafya" adlı şiirinden alınan ilhamla.
Bu öyküye bir müzikten yola çıkarak vardık. Sevgili Sema müziğin ilhamıyla adı geçen şiiri yazdı. Ben de şiirin öyküsünü yazacağımı söyledim. Kıyıdaki adam, Önder Bey de benim öykümün şiirini yazacağını vadedince, işte böyle oldu.)
(İki pencere, ikisi de açık. Havada tülümsü bir duman var. Hani döner ya kahvehanenin orta yerinde bir kümülüs. Gri beyaz. Genişler, uzar, saydamlaşır; toplanıp elle tutulabilecek kadar kalınlaşır sonra. Hani yağlı saçları tarayıp, ceket iliklerinden geçer de, yiter… Öyle.
Dört adam korkuyla yerdeki tenekeye bakıyor. Yaşlı kadın -elleri arkasında kenetli- dönüp duruyor salonun ortasında. Telaşsız bir yüzü var. Belki biraz memnun bile sayılabilir. Köşede maarif takvimi, masada saat, rafta bir su kabağı, az kalmış mum, üzeri tozlu bir Mushaf, yerde bakır sürahi ve sürahinin yanında kenarı azıcık kırık bir bardak var -ki bunlar size , söylenmese de olurdu aslında. Hava soğuk. -Bütün öykülerin havası soğuktur ya- Fakat yağmur yok. Uzak çiftliklerin dikenli tellerine takılıp yırtılmış bulutlardan başka hiçbir şey yok yukarıda.
Avluda bir parça gazete kağıdı üzerine serili kabak çekirdekleri, onların üzerinde gezinen çöp bacaklı serçeler. Gözümüzü yumduğumuz zaman hissettiğimiz ıssızlık kadar uzakta bir inek mö dedi. Beyaz bir el çıktı komşu pencereden, dallı bir tülbendi silkeleyip kayboldu hemen. Her şey tasavvur sınırlarınız içinde; müsterih olun. Yazar sizi temin etmek zorunda değil ama, ediyor. Şaşırmayacaksınız.
Bir de, aslında siz bu öyküye çoktan başladınız.)
“Bunu nereye bırakalım teyze?”
“Koyun oraya bir yere. Üzerini şu seccadeyle örtün.”
“Teyze, mutfakta hiç bıçak yok. Ahırdaki zincirler de sökülmüş.”
“Neleri hesap etmiş! Mağmut gelsin hele. O bilir işini. Siz gidin şimdi. Gidin, gidin. Selam edin annenize.”
***
(Karanlık bir ahır. Bir kapısı ve kapının üzerinde bir pencerelik yer var aslında. Fakat güneş sığmıyor oradan. Kız, çok güzel. Ayak değmemiş topraklardan akan çamurlu su kadar güzel. Entarisinin ucunu avcuna almış. Tam karşısındaki direğe bakıyor. Direkte kalın çivilere asılmış küçük torbacıklar ve bir fare tuzağı var – nohudu kanlı.- Kapının üzerindeki camsız aralıktan sızan ışık, saman tozu falan. Ahır işte. Yalnız biraz hüzünlü.)
Bıçakları çuvala doldurup ırmağa attım. Zincirleri de üç gün önce demir makasıyla kestim. Halkalarına ayırdım hepsini. Ocaklıktaki külün içine gömdüm. İnsan korkunca ne kadar zeki oluyor biliyor musun?
Eskiden beri plakaları okurum ben. Ölmüş muhtarımız var bir tane, Nezmit Amca. O görünür bana. Eliyle plakaları işaret eder. Mesela, babam bir Kartal’la evden ayrıldığı gece “Kırk bir Yaşında Gidiyorum. Dört yüz elli gün sonra döneceğim” diyordu plaka. Annem inanmadı bana. Eteğine sarıldım. Babama de, gitmesin diye ağladım. İlmek sayıyordu. Gözlüğünün üstünden baktı. “On üş, on dört… perdenin taksitini sen mi ödeyeceksin. On beş, on altı…” Paspasın ilmeklerini şişin dibine yığdı ve kalktı çay döktü kendine. Geçti divana oturdu. “Emsallerin kocaya gitti” dedi sonra. Bir sigara yaktı. Abim kanalları değiştirdi o ara. Bir türkü -en acıklı yerinde-. Sonra adamlar konuştular yarım yarım. Bastık düğmeye efendim, dedi birisi. Alkışlar. Hayırlı olsun memlekete falan. Yüzünü görmedim konuşanın. Fakat kel olduğunu düşündüm. Bütün “memleket” diyenler kel.
Giderken su döktük babamın arkasından. Nezmit Amca yolun karşısındaki çöp kutusuna yaslanmış, cep saatinin zinciriyle oynuyordu. Sonra abim çıktı geldi bir yerden. Koltuğunun altında meşin bir top. Babamı görünce topu arkasına sakladı. Annemin arkasından sıyrılıp eve girdi. Araba uzaklaştı. Nezmit Amca dudağını ısırdı. Köpekleri daha zehirlememişlerdi o zamanlar. Seğirtip gittiler Kartal’ın arkasından, çamurlu kuyruklarını havaya dikerek. Öyle baktık biz. Sokak lambalarında sineklerin parıldadığı bir gece.
Yatsıya doğru iki adam geldi. Bir şeyler anlattılar fısıltıyla. Annem yuvarlak gözlerini çevirdi bana. –Gözleri kırmızı tavuklara benzer onun. Kime baktığını tam kestiremezsin. Fakat sıcak ve tanıdıktır bakışları-. Sonra ağzını kapattı avucuyla. Babam bir direğe çarpmış. Köpeklerin ulumasına koşmuş şantiyedeki işçiler. Her şey çok çabuk olmuş.
Çok yattı Sigortada. Annem pamukla su sürdü çatlayan dudaklarına. Ben ne yaparım diye ağladı görüş saatlerinde. Baygın bakışlı tombul kadınların omuzlarında. Öyle öyle, dedi kadınlar ve sıvazladılar annemin yeleğini. Paspası refakatçi sandalyesinde bitirdi annem. Manav Osman her pazartesi elma muz gönderdi babama dolmuşçularla. Yiyemiyor, dedilerse de aldırmadı. Abime yaşamaz baban demiş birisi. O da gitmiş Foto Selahattin’den ödünç makine almış. Hemşire fotoğrafımızı çekti bir ikindi sonrası. Camdan görünen söğüt dallarında aylak serçeler ötüşüyorken. Ben ve abim babamın ellerini tuttuk. Babamın gözleri kapalı, ağzı karanlık bir tandır. Sıcak nefesi değiyor yanaklarıma. Annem başını divanın beyaz boyalı başlığına dayadı. Bir müstakbel mevtayla verilebilecek en güzel pozdu bizimki.
Rüyalarımda gördüm babamı. Bir çimenin ortasında dikilmişim. Sesi geliyor bir yerlerden. Bağırıyor. Allah belasını versin senin gibi evladın diyor. Dört yüz elli gün sonra uyanınca anneme beni sormuş. “Yoluma çıktı” demiş. “Açtı kollarını arabanın önünde durdu. Çarpmayayım derken direğe tosladım.”
Babamdan sonra salonda oturduk dördümüz. Abim meşin topun yırtıklarını dikti. Annem paspasına gömüldü. Şişler sessizce titrediler. Korkardım onlardan. Bir gece dikilecekler ayağa, hepimizin üzerinden koca bir ilmek atıp örecekler bizi.
Annemin mütemadiyen inip kalkan iman tahtasına baktım. Bir şey vardı orada. Buruşturulup atılmış kara bir siluet. Kaş göz ağız burun. Hep düşünceli, durmadan mırıldanan, hesap yapan, gözetleyen bir gölge. “Perdenin kaç taksiti kaldı” diye sordu annem durup dururken. Kalktım duvardaki takvime baktım. Üç dedim. “Baban gelene kadar biter o zaman.”
Nezmit Amca pencereye dayadı burnunu. Cam buğulandı. Gittim yerime oturdum.
“Anne göğsüm sızlıyor.”
“Geçer o, geçer.”
Saate baktım. Sekize beş var. Ağır bir kütle indi tavandan yere. Sanıyorum zamandı. -Sen onu bilmiyorsun. Bilecek kadar zamanın olmadı. Zaman, boşluk gibidir ama ağırdır.- Ağırlık alçalıp üstümüze oturdu. Duvar eridi, abim ve annem eridi. Annemim şişleri düştü kilimin üzerine. Paspasın renkleri aktı sıra sıra. Kalın birer şerit gibi. Sarımsı bir karanlık gelip hepsini örttü. Sonra parlak bir ışık. Halka halka. Yaklaştı, tam önümde durdu. Sesler duydum. Haykırışlar, kırılan camlar, yere düşen poşetler, ayağa bol gelen çizmelerden çıkan hışırtılar. Bir yerden bir yere koşan ve durmadan uluyan köpekler. Pervazlarda dönüp duran kırlangıçlar... Işık çekildi sonra. Halkalar iç içe girip ufacık bir nokta kadar kaldı. Tekrar saate baktım. Sekiz. Nezmit Amca camda başını sallıyor.
Kimse kimseye inanmaz bu dünyada. Bir şey olmalı, görmeliler. Tutmalılar. Duymalılar. Ölünün gözüne perde iner bilir misin? Bak o perde ölüm dakikasında yaratılmış değildir. Daha doğarken vardır. Allah gizledi onu. Birbirimizin gözünü oyardık yoksa. Her şeyi görmeyelim diye var o perde. Ölünce rengi değişir. Bu sefer bu tarafı göremeyelim diye. Bende yok o. Ne kötü değil mi? Kel Dağ’ın kurdu ölse cesedi şişer de beynime oturur. Eti kurtlanır, üzerinden böcekler geçer öteden beriye, yağmur yağar, yaprakla örtülür kemikleri. Sonra rüzgar eser, kara dal parçasına dönmüş kemikler aşikar olur. Bir çoban gelir. -Bir çoban hep gelir böyle zamanlarda. İşte bu şüphesiz Allah’ın işidir.- Çizmesinin ucuyla toplar kemikleri bir araya. Azıcık çukur eşer yine ayağıyla, kemikleri içine iter. İşte o zaman, kurt çıkar gider beynimden. Bütün bunlar olurken, koca dünyada ölüm durmaz.
***
(Salon yine. Öyle her yerde dolanmaz yası olanlar. Ev bir olur. Bir salon olur. İçine kadınlar erkekler girer. Kilim buruşur, düzelir. Terliklerin yeri değişir. Hızlı çekim bir film gibi. Dikkatle izleyenler güneşin gittikçe azalan sarısını görürler döşemelerin üzerinde.
Komşu gelmiş. -Ne güzel komşular. Hayat Bilgisi kitabında gördük en son birini. Ablak yüzlü, pembe yanaklı, tülbendini kulaklarının arkasından devşirmiş. Çocuğun tekine yarım ekmek uzatıyor. E buhar da var ekmeğin üzerinde, iki- üç kabarmış çapraz kesik de. Bir de kedi – adı Sarman olmazsa ayıp olur.-
Az evvelki duman dağılmış. Oda nispeten aydınlık.)
“Aloğ, kardaş! Mağmuduma deyin tez dönsün köye. Karısı delirdi. Ben ona dediydim bu kız bir tuhaf bakıyor diye. Aha da çıktı, vallaha çıktı...Aloğ…kapandı.”
“Ayfer Abla, deme öyle. Mahmut gelemez ki.”
“ Üç gündür şu tenekeyle yatıyorum burada. Öleyim mi ben, öleyim mi?”
“Yanlış yaptınız. Günah, bak. Kızı ahıra kapattınız. Sesi de çıkmıyor. Kapının üstündeki aralıktan baktım. Öyle oturuyor suyun içinde. Hiç değilse o kanlı eteğini değiştirseydiniz.”
“Anasına telefon ettim. Gelsin değiştirsin delisini.”
“Bak kızma ama, bu şeyi… burda tutman da yanlış.”
“Yok, Mağmudum gelip görmeden kaldırmam onu.”
***
“Nazlıcan, nasıl yaptın bunu sen?”
Annemin erken bozulmuş iki top hamuru andıran yanakları sallanıyor konuşurken. Böyle bakınca kızıyor o. Ne var şu suratımda diyor. Çok şey demek isterdim. Birbirine takılı upuzun şeyler. Paspası dış kapının önüne serdi annem. Perdenin taksiti biteli nicedir. Babam iyi. Herkes iyi. Sabah oluyor akşam oluyor, her şehrin içinden geçen yollar, mevsim gözetleyen tepeler, yıkık evler ve inşaat ustaları, hiç aralık vermeden çalışıyorlar. Gündüzleri Yecücler kıyamet duvarını kemiriyor, geceleri uyuyorlar. O zaman çileli melekler iniyor yeryüzüne, tahrip olan duvarı onarıyorlar. Böylece bir gün daha uzuyor dünyanın ömrü. Horoz, kümesin üstünde meleklerden gelecek haberi bekliyor. İşareti alınca ötüyor. Annem de sanıyor ki, bizi horozlar uyandırıyor.
Eşarbının altındaki kulaklarına bakıyorum. İki yanında birer tutam kara leke. Bohçasından çıkardığı entariyi gösteriyor bana. Sonra sırtımdaki kanlı elbiseyi söküyor etimden. Çırılçıplak kaldığımda, gözleri dehşetle açılıyor. Bacaklarımda kuruyup kırılan kan pıhtılarını kazıyor tırnağıyla. Elleri titriyor. Aramızdaki mesafeyi hiç bozmadan temiz entarimi giydiriyor. –Mesafe mühim şeydir zira. Edep denizinde boğulmadan evvelki ilk kısım.- Ağlıyor. Ahırın köşesine yığılmış saman balyalarından birini alıp tellerini kopartıyor sonra. Yere serpip, döşek yapıyor bana. Ağlıyor hala. Kapıdan çıkacakken bakıyor yüzüme. Kapı ağzında güneşe nazır bir gölge görüyorum. Saman tozunun içinde yabancılaşmış bir tanıdık. Nezmit Amca. Ayağıyla itiyor kapıyı. Annem irkiliyor. Traktörü görüyorum. Plakasını okuyorum.
***
“Sana kızım hasta demiştim. Madem kollayamayacaktınız, bana göndereydiniz.”
“Mağmudum razı gelmezdi buna. Döndüğünde bebesini göremeyince üzülürdü.”
“Ayfer, bak Mahmut gelmeyecek. Dört ay oldu ya, gömdük onu.”
“Öyle deme. Bir daha deme öyle. Bir tabutun içine iki torba koyup aha oğlun dediler. İnanmam. Yüzünü mü gördüm? Mağmudum gelecek, şu tenekede yatan bebeyi görecek. Sonra kara ellerini içine sokup, torunumu yuvasından çıkaran kızını öldürecek. Şu avlunun iki direğine sarılmış kuru asma yeşerecek. Tavana değecek. Dişlerim çıkacak bir daha. Ahtım olsun, avluda suyunu ben kaynatacağım kızının. Sonra iki rekat şükür namazı kılacağım.”
***
Avluda ot doğrarken, parlak ışıklı bir minibüs durdu yol kenarında. İçinden bir dizi adam indi. Şapkalı, pırıl pırıl düğmeleri olan bir avuç adam. Biri omzuma koydu elini. Diğerleri eve girdi. Hanımanne bağırdı sonra. Çok bağırdı. Koştum içeri. Kalın perdeli gözlerini dikti bana. Mahmut’u paramparça etmişler. Çok bağırmamış, hiç bağıramamış hatta. Buna sevinmeliydik gibi. İki siyah torbaya sığdı ardında kalanları. Tepedeki mezarlığa gömdük. Bir de bayrak çektik başına.
Hiç ağlamadım. Ondan iki gün evveldi; eski bir Toros’un tekeri patladı çeşme önünde. Kahveden adamlar koşup geldiler. Elbirliğiyle değiştirdiler tekeri. Nezmit Amca yine oradaydı. Uzamış sakalını sıvazlayarak plakaya bakıyordu. İşte o plakada okudum Mahmut’un iki gün sonra öleceğini. Eve gittim, elimi senin üzerine bastırıp uyudum. İki gün, ölü gibi. Karılar gelip başımda okudular. Birinin sesini anneme benzettim. Hiç açmadım gözlerimi. İnsan çok isteyince her şey olur, dedim sana. Gözlerimi sıktım, kendimden sıyrılıp Kel Dağa gittim. Orada uzun servi ağaçları var. Ağaçların altında geniş yapraklı damar otları. -Kuş ve böcek ölüleriyle beslenirler onlar. Kükürtsüz yağmurlar iner köklerine. Şifa elle dokunulur bir şey olur böylece.- Hepsini toplayıp koynuma soktum. Koynum derin bir tandırdır benim. Babamın fotoğraftaki aralık ağzı gibi. Çok yanmayan ama hiç soğumayan. Otlar pişecek, Mahmut’un etlerine şifa olacaklar.
Vakti gelince Mahmut’u gördüm. Mavi bir sisin altında, titreyen elleriyle silahını okşuyordu. Ağlıyordu da. -İnsan çok korkunca ağlar. Ölüm bütün korkunçların atasıdır. Kimse gülerek bakmaz ölüme, koşup boynuna sarılmaz. - Mahmut’un arkadaşları yetişti geriden. Tepenin üstünde oynaşan gölgelere baktılar. Yere yattılar sonra. Çalılar çıtırdadı, hıçkırdı biri. Hepsi gözlerini kırpıştırdı korkuyla. Ölüm az ötelerinde bir yerde. Onlar da tepedekilerin az ötelerde bir yerdeki ölümü. O an ne gördüm biliyor musun? Peştamallı, puşili, ekserisi yamalı donlu, tombul memeli analar indiler gökten yere. Tepeyle mevzinin ortası bir yere. Toplandılar, sıkışıp genişlediler. Kollarını gerdiler sonra. Her taraftan kalın bir korku buharı yükseldi göğe. Tepe ve mevzi, titreyen bakışlar, yürek çarpıntısı ve belirsizlik…-Nasıl oluyor bunlar değil mi? Ölüm, korkunçtur, artık sen de biliyorsun canım oğlum.- Parlak bir ışıktan sonra, etrafa saçılmış damarlı etleri gördüm. Koynumdan çıkarttığım damar otlarını yapıştırdım her parçaya. Yumdum gözlerimi, kanatları renkli kuşlar hayal ettim üstümüzde. Sıcak ülkelerden, soğuk ülkelere gidiyorlar. Herkesin çok uzağında, hayale değer fakat henüz keşfedilmemiş bir memleket varmış güya. Bu memleketin ayak takımı: terziler ve işportacılar, muavinler ve simitçiler, bir de yüksekten uçan inşaat işçileri hep orada. Bir de Mahmut gibi gönülsüz ölenler… Altlarından ırmaklar geçen o ülkede yaşamaları için, Rab onları bu berbat yere indirmiş. Biri burnuma soğan suyu damlatıncaya kadar, elimdeki et parçalarını sıka sıka, üzerinde güzel insanların yaşadığı o ülkeyi hayal ettim. Memleketi değil bak, ülkeyi…
Görüyor musun? Duvarlara nem yürümüş. Damar damar, leke leke. Aynalı bir koridordan geçeceğiz az sonra seninle. Fakat önce bu nemli duvarı geçmeliyiz. Ötesi selamet. Annelere inanılır. Öyle bakma. Sen doğsaydın eğer Gıyasettin olacaktı adın. İçinde asla yaşayamayacağın bir binanın çatısından düşüp parçalanacaktın belki de. Ölünü ince serçeler bulacaktı evvela, sonra gelip pencereme konacaklardı. Mahmut’un parçalarını getiren minibüsün plakasında gördüm bunları. Anneler oğullarını ağlayarak büyütürler Gıyasettin. Hayat her ikisi için de fazlasıyla beladır zira…Ben seni büyütemem.
Bütün bunların hiç olmadığını farz et. Çiçekli bir tarlada uzanmış, uçuşan arıları izliyoruz. Ağzımızda tohumlu birer ot dalı. Ben biraz şişmanım, ihtiyarım ve sakatım ayağımdan. Ağzımdaki dişleri yaptıralı iki ay olmuş. Sen şakaklarına ilk aklar henüz düşmüş bir civan. Vakitsizliğinden mahcupsun biraz, sürekli mazeret uyduruyorsun. Ötelerde, denizlerin arkasında başka insanların yaşadığını anlatıyorsun bana. Bir denizden sonra ne gelir diye düşünüyorum ben. -Hep başka bir deniz hayal etmiştim aslında, üzerinde insanların dolaştığı toprak yerine, suyla gök karışımı ve biraz aptalca görünen uçucu bir şey. Hani sonunu hatırlamadığımız rüyaların bir yerden sonrası bembeyazdır ya. Öyle bir şey.- Otlar sırnaşık birer sevgili gibi okşuyor yanaklarımızı. Her şey keyif, yalnız; sırtımıza ince taşlar batıyor hafiften. Bu da nedir ki, değil mi?
Uykum var.
Hoşça kal de herkese Gıyaseddin. Ardımızda, kimsenin umursamayacağı mükerrer bir hikaye bırakıyoruz.
(Oğullar yaşasaydı iyiydi aslında, birazcık daha hiç değilse. Anneler gözlerini yumana kadar.)
Aynur ENGİNDENİZ
YORUMLAR
Dağıldım... Gece gece okumasaydım iyiydi..
Ölüm asıl ne zaman başlar biliyor musunuz Aynur Hanım? Hayatta kalanlar işte bu öyküleri yazdığı zaman. Mükemmel bir anlatıcısınız.
Aynur Engindeniz
Bu öyküye öyle bir şiirle eşlik ettiniz ki, edebiyatınızı tas tamam tanımlayabilecek en güzel sözü kestirmekte güçlük çekiyorum.
Klişe ama yerine daha iyi bir cümle kurulamaz: Yüreğinize sağlık.
Saygılar.
:-( gece yarım kalmıştı hikaye,iyi ki de kalmış,çok güzel kaleme alınmış dram yumağı beni uyutmazdı sabaha kadar...çok beğendim çok,tebrikler...ne çok hüzün var bu insanların yüreğin de yaa :-(
Aynur Engindeniz
Beğenmenize sevindim. Hoşgeldiniz sayfama. Teşekkürler. Saygılar.
Anne olmak farklı ve babaların bu farkı asla idrak edemeyeceği kadar ulvi ve derin,müstesna haldir.
"Allah acılarını göstermeden alsın enametini" duası onların dillerinden düşmeyen dua'dır.
Annemden biliyorum.
Vefat eden küçük kardeşim daha dün gitmiş gibi her gün ağlıyor.
Her gün onu anımsatan bir şey oluyor hayatında.
Dün hava yağınca "Soğuklar geldi oğlum ,sen nerdesin.Üşür müsün? " diyerek bir saat ağladı.
Selam ve saygı ile .değerli Engindeniz.
Aynur Engindeniz
Saygılar.
Aynur Engindeniz
Teşekkür ederim Sema. Senin şiirinin marifetidir ortada birşey varsa...Sevgimle.
Önder Kızılkan
yazıyı ve hatta neden bilmem ama yorumların hepsini de okudum..yazı kısa öykü kategorisine girmiyor sanırım, bu yazar gerçekten artık kitap yazmak için yanıp tutuşuyor belli...
"perde" dedim ben de,takıldım burda. iyi ki var perde, yoksa acaba aklımıza nasıl mukayit olabilirdik?sanırım yapamazdık..
sen gerçekten bir öykü yazarısın sevgili yazarım, ki öykülerinde kaç kişinin analizi,psikolojisi ve konuşmaları oluyor,şaşırıyorum.nasıl baş ediyorsun onlarla? :)
yorumların hepsi başka yani haklı olarak ana konuya değinmişti zaten diye bu defa ben oraya değinmeyeceğim...
o şiiri çok iyi hatırlıyorum,sema enci gerçekten kuşkusuz gerçek bir şair...bu öykünün üstüne yazılacak şiir asıl merak konusudur artık bence..ki işi gitgide zorlaştı sanıyorum önder beyin :)
sevgimle..ve teşekkürler böylesi öyküler için..
Kesinlikle sürükleyici bilhassa sonlara doğru.Ne güzel bir öykü işçiliği bu ele alınan konuların olay kahramanlarıyla asla yadırganmaya mahal vermeyecek şekliyle harmanlanması,harikulade..
ve iyi bir şairin iyi bir yazarın bu şekilde paslaşması edebiyat adına,paylaşım adına beni ayrı mutlu etti,haddim değil belki ama devamını dileyerek..
sevgimle.
Aynur Engindeniz
Tekrar çok teşekkür ediyorum. Sevgilerimle.
Yazının konusundan çok anlatım dilinizi takip ettim ve acaba dedim keni kendime; Bu kalem sihirbazı bir gün gerçek bir dramı romana düşürse nasıl olurdu? Aslında cevabını çok iyi biliyorum... Neyse inşallah bir gün bu acabam gerçeğe dönüşürde, elimize alıp gurur içinde sayfalara dalar, dalar çıkarız.
Aynur Engindeniz
Bu öykü ne diyor, özetle: Elimizde bir kadın var. Plaka yorumlamak gibi, psikolojik olarak da tanımlanmış bir hastalığı olan bir genç kadın. Kadının kocası askerde şehit oluyor. Girdiği bunalım sonucu karnındaki bebeği kendisi dışarı çıkarıyor ve birkaç saat sonra ölüyor.
Gıyaseddin kim? Geçtiğimiz günlerde inşaattan düşüp ölen işçi.Haberler birer dakika bahsetti ondan. Sonra unutuldu. Görüldüğü gibi gerçek olayların, insan zihnine yansıması ya da benim buna çabalamamın ürünü bu öyküler. Okuduğunuz için teşekkür ederim değerli yazar. Sözleriniz her zaman mutlu ediyor.
Saygılarımla.
Sabahıma erken bir günaydındı öykün. Hoşluk getirdi ve yine içimdeki derin boşluğa biraz daha düşürdü diyebilirim. Yanlış anlaşılmasın sakın, şikayetim yok. İyi bir şey bu benim için. Ve hatta belki de sırf bu sebeple ölebilirim. Yani yorulmuş ve yoğrulmuş beynim ve de ruhum. Kimsenin dikkat etmediği ve de dikkat etmeyi istemeyeceği perdenin duvara gelen kısmıyla ilgili...
Bugün yazdıklarını neden sevdiğimi bir kez daha anladım. Herkes hikâyelerle meşguldü. Ama sen onların ardındaki bilinmeyenle. Ve o yolda ilerlerken ben satırlarında, ayağımın altındaki çukur biraz daha derinleşiyor sanki. Olsun. Bir anlamı olur belki her şeyin. Belki anlam dediğin değildir çukur kapatmak filan. O oradadır. Ve insan en muhteşem düşüşün nasıl olacağını bilmekle çözümsüzlüğün bir halkası olabilecektir. Belki yitmektir. Bulunmamak. Ki her defasında yine kendini buluyorsan nasıl ulaşabilirsin o'na... O özlemdir. Hep..
Ben sanırım biraz dağıldım. Olsun seveceksen böyle de gör. Sevmeyeceksen bahanesi olsun. Aslında yok bahanesi böyle şeylerin. Yani her şey bir kilimin katlanıp düzeltilmesinden başka bir şey değilmiş gibi. Tamam yetsin :) Üstüne dönüp okursam silebilirim yazdıklarimı ve sonrası ne yazarım meçhul.
Aynur Engindeniz
Sen perdenin duvara gelen kısmı, ben duvardaki fotoğrafın arkası...
Herkesin oynayan bir yüzü var. Herkesin başka bir yüzü daha var mutlaka. Görünenin arkasındaki görünmeyene ulaşmak aşkı. Bizim toplumumuzda psikoloji dedikleri zaman akla önce deliler geliyor. Oysa duygular var, eğilimler, algılar. İnsanı hayatta tutan eti tırnğı mı, ruhu mu? Bizim en büyük eksiğimiz bu, insanın içini görmezden gelmek.
Dağılmak...Ben hiç bütün olduğumu hissetmedim güzel şairim. O yüzden insan nasıl dağılır bilmiyorum. Ama senin şu yukarıda yaptığın gibiyse güzel bir eylemmiş. Ayrıca o satırlardaki kadın öz Sema.
İkidir seninle yola çıkarak öykü yazıyorum ve bunun bana çok şey kattığını düşünüyorum. Belki kabiliyet olarak ortada henüz birşey yok. Ama düşünsel olarak yani perdenin duvara gelen yerinde güzel kıpırtılar var.
Seni seviyor ve teşekkür ediyorum. Var ol.
Angie
Üstünde çalışmak mı? Şaka mı yapıyorsun? Sabahın altısıydı öyküyü okuduğumda. Beni başka hiçbir şey bulunduğum yerden memnun edemezdi sanıyorum bu satırların arasında bulduklarİmdan başka. Sen gerçekten engin bir denizsin Aynur. Ve beni öykülerinin nasıl vurduğunu tahmin bile edemezsin. Ve o şiirden yola çıkıp böyle bir öyküde nefes almamıza neden oluşuna ruhumdan bir parça bırakmak isteyebilirim dersem sen anla artık.
Seni okumaya doymayacağım. Ki çok labirenti var satırlarının insanın derinliğine açılan. Ne olur o koridorlarda kaybolayım.
Her daim sevgimle.
Aynur Engindeniz
O koridorlarda kaybol bana gel:) Orada bütün kaybolanlar aynı yere gidiyordur çünkü.
Sevgiler can-ı gönülden. Güzel dizelerinde buluşmak üzere.
ünlü yazar turgenyef babalar ve oğullar adlı eserinde
"sulh zamanı evlatlar babaları harp zamanı babalar evlatlarını gömer der" en büyük acı evlat acısıdır rabbim bununla yarattıklarını sınamasın..... her yazın gibi buda iz bıraktı... usta saygılarımla
Aynur Engindeniz
Çok teşekkürler desteğin için. Sevgiler, saygılar.
Anneler hep evlatlarından önce yummak ister gözünü, zira evlatların önce yumması onlar için ölümden daha beterdir.
Müthiş bir anlatımdı yine, emeği ve yüreği kutlarım.
Selam ve sevgimle.
Aynur Engindeniz
Allah hepimizin çocuklarına hayırlı ömür ve ölüm nasip etsin.
Çok teşekkürler okuduğunuz için. Saygılar.
(Mustafa Çetiner)
Buraya çok az insanı okumak için uğruyorum artık, onlardan biri ve fırsatım olur, Allah izin verirse daima okuyacağım Aynur Engindeniz'dir.