- 654 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
ŞEB-İ ARÛS - DÜĞÜN GECESİ
KAZIM ÖZTÜRK
ÖZTÜRKÇE
[email protected]
ŞEB-İ ARÛS - DÜĞÜN GECESİ
ÖLÜM, GERÇEK ÂLEME DOĞUŞTUR.
Hem Konya’da, hem ülkemizde, hem de dünyanın dört bir köşesinde bu vefat; ya da gerçek âlemde doğuş kutlanmakta. Her halde dünyada hiçbir kimsenin vefatı bu şekilde musıkiyle, coşkuyla kutlanmıyordur. Hiç kimsenin vefatına Düğün gecesi, Sevgililerin buluşma gecesi anlamlarına gelen; Şeb-i Arûs denmiyordur.
İşte Mevlâna’yı özgün kılan da budur. Kendisi yaşadığı dönemde hep gerçek ve daimî Sevgili olarak gördüğü Yüce Allah’a ulaşmayı düstur edinmiş; O’ndan ayrı kalmayı dert kabul etmiş; yaşamı oyundan ibaret, bu dünyayı da bir sürgün yeri olarak telakki etmiş. Sevgilisine kavuştuğunda ise kimsenin kendisi için gözyaşı dökmemesini, bizzat kendi adına sevinerek, ney üfleyerek, kudüm vurarak, Sema ederek cenazesini geldiği yer olan toprağa geri verilmesini istemiştir.
***
Mevlâna vefatından önce, artık bu âlemden ayrılmak zamanının geldiğinden bahseden gazeller yazmaya başlamıştı. Bir gün ansızın hastalandı, tarihler Kasım ayını gösteriyordu. Hastalık kırk gün kadar uzadı. Selçuklu sarayının iki meşhur doktoru, Tabib Ekmeleddin ve Gazanferî onu tedavi etmek için görevlendirilmişlerdi. Fakat hastalığı bir türlü teşhis edilememişti. Nabzı düzensiz atıyordu, ancak şuurunu ve hâfızasını hiçbir zaman kaybetmemişti. Durumundan endişe duyan akrabaları ve dostlarına ise ?Kendinizi üzmeyiniz; hastalığımız bizi bu âlemden ayıracak bir sebepten başka bir şey değildir? diye teselli veriyor; uzayan kış gecelerini yüksek ateşinden dolayı elem ve ıstırap içinde geçiriyordu.
Başta Mesnevî’yi yazdırdığı talebesi Çelebi Hüsamettin olmak üzere oğlu Sultan Veled ve bütün arkadaşları; Şeyh Sadreddin Konevi, Kadı Siracettin başucundan ayrılmıyor, soğuk su ile yüzünü, başını, ayaklarını, göğsünü yıkayarak ateşini azaltmaya çalışıyorlardı. Bazen kendisi de yanında duran su dolu kaba ellerini sokarak yüzünü, gözünü, alnını ıslatıyordu. Bu yüksek ateşe rağmen yine en güzel rubailerini ve gazellerini söylemekte devam ediyordu...
Ölümünden bir gün evvelki 16 Aralık 1273 Cumartesi günü Mevlâna nispeten iyileşmişti. Akşama kadar kendisini ziyarete gelenlerle konuşmuştu; fakat her sözü âdeta bir vasiyetti. O akşam da en sadık dostu Çelebi Hüsamettin ve oğlu Sultan Veled, iki hekim ve yakın dostlarından bazıları yine başucunda idiler. Sultan Veled üst üste birkaç gece uyumamıştı. Mevlâna yaşlı gözlerle ona baktı; zayıf bir sesle;
- Bahaeddin! Bugün kendimi biraz daha iyi hissediyorum; git yat” dedi.
Sultan Veled üzüntülü bir halde kapıdan çıkarken Mevlâna son gazelini söylüyor ve Çelebi Hüsâmeddin de ağlayarak bunu yazıyordu:
- Git! Başını yastığa koy! Beni, geceleri rahatsız olan biçareyi yalnız başına bırak!
Biz geceleri sabahlara kadar inleyen, çırpınan sevda dalgalarıyız.
Bizi öldüren, kanımızın bahası için hiçbir tedbir söylemiyor.Bu derde ölmekten başka çare yoktur;
Şu halde nasıl olur da:
- Bu derde deva et!.. diyebilirim?Dün gece rüyamda aşk mahallesinde bir ihtiyar gördüm. Başı ile bana işaret ediyor ve
- Bizim tarafa doğru gel” diyordu...
İşte Mevlâna’nın son gazeli bu olmuştu. Hicri 672 yılının cümadel-âhiresinin beşinci Pazar günü olan 17 Aralık 1273’de Sevgilisine kavuştu.
Ertesi sabah Konya bir sükûnet içinde idi. Muazzam bir cenaze töreni düzenlenmişti. Cenaze alayının başında Sadreddin Konevî ve bütün Selçuklu vezirleri, emirler, müderrisler, talebeler yürüyorlardı. Mevlâna, namazının Şeyh Sadreddin tarafından kılınmasını vasiyet etmişti. Ancak Sadreddin-i Konevi namazı kıldıracağı vakit bayılacak gibi oldu, kollarına girip geri çektiler. Onun yerine, tabutun önüne Kadı Sirâceddin geçerek namazı kıldırdı.
Cenaze bugünkü yerine defnedilmek üzere götürülürken Müslümanlarla birlikte Hıristiyanlar ve Yahudiler de cenazeye katılmışlardı. Her biri, kendi âdetleri gereğince Kur’an-ı Kerimden, İncil’den, Tevrat’tan ayetler okuyorlardı. Diğer taraftan da güzel sesli hafızlar ayetler okuyor; müezzinler ve şiir okuyucuları ilâhi ve şiirlerle bu düğüne neşe katıyorlardı.
İşte günümüzde de her milletten, her kültürden, her dinden insanlar Mevlâna’nın bu “Düğün Gecesi” ne katılmakta ve belki de 737 yıl öncesindeki Konya’nın o günkü manzarasını günümüzde canlandırmaktadır.
Ölümü; “düğün gecesi” olarak görebilmek için, ölüme hazırlıklı olmak, yolculuğa eli boş çıkmamak gerekir. hatırdan ölümü çıkarmamak; hiç çalışmamak, dünyaya itibar etmemek, çoluk ve çocuğu ihmal etmek anlamı taşımaz. Aksine dünyanın bizi yönetmesi değil, bizim dünyayı yönetmemiz demektir. Çünkü Allah insanı halife olarak yaratmıştır. Yani, dünyayı en iyi şekilde yönetmek, adaleti, hukuku ikame etmek, her yaptığımız işi Allah rızasını gözeterek yapmak, kimseye zarar vermemek, ölmeden önce ölmektir. Sevgili peygamberimiz bunu, “mutu kable entemutu, (Ölmeden önce ölünüz)” şeklinde dile getirir.
Ölüm var
Cümle cihan senin olsa ne fayda
Be hey gülüm dünya fâni ölüm var! ..
Mahlûkların cümlesinde tek payda
Anla artık anla yani ölüm var! ..
Unutma ki dünya fâni ölüm var! ..
Dünya hayal, ölüm gerçek bilesin
Gaflet sarmış, sen ki ondan gülesin
Bilir misin nasıl, nerde ölesin?
Diyorum ki dostum hani ölüm var! ..
Unutma ki dünya fâni ölüm var! ..
Söyle hani nerde atan, ecdadın?
Ölüm alır candan lezzetin tadın
Unutulur! Belki duyulmaz adın
Alır elbet candan canı ölüm var! ..
Unutma ki dünya fâni ölüm var! ..
Sıra sana gelip vaden dolunca
O gül yüzün gülmez olup solunca
Hep sonumuz elbet ölüm olunca
Bre nefsim! Dinle beni ölüm var! ..
Unutma ki dünya fâni ölüm var! ..
Yıllar geçti, nice baharın kışın
Kimler geldi, kimler geçti bir düşün
Bir gidersen olmaz artık dönüşün
Unutma ki bekler seni ölüm var! ..
Unutma ki dünya fâni ölüm var! ..
Dostu dosta kavuşturan yol ölüm
Son nefeste iman varsa bal ölüm
İsteyene nasihattir, zûl ölüm
Birçok zevke olur mâni ölüm var! ..
Unutma ki dünya fâni ölüm var! ..
Kul Mahmud’um ölüm gerçek ölüm hak
Vade dolar ölüm gelir muhakkak
Nice candan sevdiklerin gitti bak
Rahmet olsun gani gani ölüm var.
Unutma ki dünya fâni ölüm var! ..
(19 ARALIK 2012)