- 891 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
DARBELERLE YÜZLEŞMEK (III)
“Tam bağımsızlık denildiği zaman elbette siyasi, malî, iktisadî, adlî, askerî, kültürel ve benzeri her hususta tam bağımsızlık ve tam serbestlik demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan mahrumiyet, millet ve memleketin gerçek manasıyla bütün bağımsızlığından mahrumiyeti demektir. Biz bunu temin etmeden barış ve sükûna erişeceğimiz inancında değiliz.”
-Mustafa Kemal ATATÜRK-
Dikkatinizi çektiğini sanıyorum, “Darbelerle Yüzleşmek” yazı serisinin I ve II nci bölümlerine ve bu bölüme Atatürk’ün bağımsızlıkla ilgili sözleriyle giriş yaptım. Bunun elbette bir sebebi var.
Savaşlar bitip 29 Ekim 1923’de Cumhuriyet kurulduktan sonra Atatürk, kurulan bu cumhuriyetin her şeye rağmen bağımsız olmasına ve bağımsız kalmasına büyük önem vermiştir. Yaptığı her yenilikte öncelikle bağımsızlık düşüncesini göz önüne almış, bağımsızlığa gölge düşürecek hiçbir hareketi yapmamıştır.
Atatürk, bağımsızlığın ilk şartının ekonomik bağımsızlık olduğunu biliyor ve bu sebeple daha cumhuriyet kurulmadan önce İzmir’de 17 Şubat 1923 tarihinde topladığı “Türkiye İktisat Kongresi”nde ileride kuracağı cumhuriyetin ekonomik temellerini atıyordu. Bu temel, milli ve ekonomik bağımsızlığa dayanan bir temeldi.
Cumhuriyet tarihinin ilk on beş yılı altın yıllarıdır. 1929 tarihinden itibaren Osmanlı’dan gelen kapitülasyonlar Lozan Antlaşması gereği sona ermiş, Türkiye Cumhuriyeti her türlü ekonomik kararını kendisi vermiş, verilen bu kararlarla süratle sanayileşmeye başlamıştır. Bir yandan sanayi gelişirken modern tarıma da önem verilmiştir. Dünyada yaşanan ekonomik krize (1929 Ekonomik Bunalımı) rağmen 1929-1939 yılları arasında korumacı iktisat politikaları uygulanarak (1938 yılı hariç) her yıl ticaret fazlası vererek büyümüş, milli gelir her yıl ortalama %6 oranında artmış, sanayinin milli hâsıla içindeki payı %10’dan %18’e çıkmıştır.
10 Kasım 1938 Günü hayata gözlerini kapatan Atatürk’ün ardından Ekonomide ve diğer konulardaki bağımsızlık düşünceleri de kapanmıştır.
1 Eylül 1939 tarihinde Almanların Polonya’yı işgaliyle başlayan II. Dünya Savaşı, 15 ağustos 1945 tarihinde Japonların teslim olmasıyla sona erdi.
Türkiye bu savaşa girmemekle birlikte, sınırlarına kadar dayanan savaşın ağır etkilerine maruz kaldı. Özellikle erkeklerin askere alınmaları sebebiyle Üretim yarı yarıya azaldı. Uygulanan sanayileşme programları askıya alındı. Çıkarılan Milli Korunma Kanununa dayanılarak, çalışma süreleri uzatıldı, ihtiyaç duyulan özel işletmelere geçici olarak el konuldu, bazı temel ihtiyaç maddelerinin dağıtımı karneye bağlandı.
1940 ve 1941 yıllarında uygulanan fiyat denetimi kaldırılınca 1942 enflasyon %90, 1943 yılında %75 oldu. Hükümet bu ekonomik sıkıntıyı atlatabilmek için bir defaya mahsus olmak üzere “Varlık Vergisi” ile 1944-1946 yılları arasında “Toprak Mahsulleri Vergisi” saldı.
II nci Dünya Harbi bittiğinde dünya artık eski dünya değildi.
Harbin sonunda Berlin’in bir banliyösü olan Potsdam’da 17 Temmuz-2 Ağustos tarihleri arasında, Cecilienhof sarayında toplanan savaşın galiplerinin liderleri; Harry TRUMAN, Winston CHURCHILL ve Josef STALİN, dünyayı nüfüz bölgelerine ayırarak paylaşmışlardır. Potsdam’da Truman, “SAĞILACAK İNEK”den bahsetmiş ve
“ Kemikleri etine yapışmış olan bu soylu hayvan beslenmeli ve kendine gelince sağılmalı, sağılmalıdır” demiştir.
Bu paylaşımda Türkiye, Amerika’nın payına düşmüştür.
Potsdam dan sonra bu paylaşımın detayları, Moskova ve Tahran’da yapılan toplantılarda görüşülmüş, bunların ardından YALTA konferansında biraraya gelen liderler ve heyetler “Yeni Dünya Düzeni”ne son şeklini vermişlerdir.
Bu konferansta, ilk “Birleşmiş Milletler Konferansı”nın 25 Nisan 1945 de San Fransisko ‘da yapılması kararlaştırılmıştır. Konferansta alınan karar gereğince Birleşmiş Milletler, 24 Ekim 1945’de kurulmuş ve Türkiye bu uluslararası kuruluşun kurucu üyeleri arasında yer almıştır.
Birleşmiş Milletler; Dünya barışını ve güvenliğini korumak, uluslar arası ekonomik, toplumsal ve kültürel işbirliği oluşturmak maksadıyla kurulmuş olan bir uluslar arası örgüttür. Söylenen maksatları yerine getirmek için organlar oluşturulmuştur. Dünya ekonomisini kontrol altında tutabilmek için ise, Birleşmiş Milletler çatısı altında 27 Aralık 1945’de IMF ve Dünya Bankası kurulmuştur. Bu organların kurulma çalışmalarına Türkiye’de katılmıştır.
Amerikanın Bretton Woods kasabasında, toplanan başka bir konferansta, ülkeler arasındaki ticarette kullanılan para biriminin Amarikan Dolarına bağlanması karar altına alınmıştır.
Türkiye bu kuruluşa fiilen katılabilmek için 7 Eylül 1946 tarihinde Cumhuriyet tarihinin ilk devalüasyonunu yaparak (1 $= 1.31 Tl’den 1$=2.80 Tl’ye düşürerek) parasının değerini ABD $’na uyumlu hale getirmiş ve 27 Eylül 1946’da katılım payı olan 47 milyon dolarlık hissesi ile IMF’ye fiilen üye olmuştur.
Türkiye için bu tarih çok önemli bir tarihtir. Bu tarihte Türkiye siyasi tercihini yaparak; bağımsız/milli ekonomik kararları almaktan vazgeçmiş, kendini IMF’nin, dolayısıyla Amerika’nın güdümüne bırakmıştır. •Bu tarih; Türkiye’nin, Atatürk’ün üzerinde ısrarla durduğu iktisadi bağımsızlıktan, dolayısıyla siyasi, kültürel ve diğer bağımsızlık kavramlarından vazgeçtiği tarihtir.
•Bu tarih Türkiye’nin eksen değiştirdiği, Atatürk’ün "TAM BAĞIMSIZLIK"düşüncesinden ayrıldığı tarihtir.
•Bu tarih; Türkiye’nin Atatürkçü düşünce sisteminden ayrılarak “Yani Dünya Sistemi”ne dâhil olduğu bir tarihtir.
•Bu tarih Atatürkçülüğün öldüğü tarihtir.
Sistemin sahipleri (ABD) Türkiye’yi sisteme entegre etmek için özel programlar uygulamışlardır. Bu tarihlerde Amerika ile olan ilişkiler görülmemiş bir seviyede sıkılaşmış, Türkiye’ye Amerikan heyetlerinin biri gider biri gelir olmuşlardır. Truman Doktirini denilen (İneğin sağılması) programı çerçevesinde, Amerika ile ikili antlaşmalar imzalanmış ve bu anlaşmalarla Milli ekonomi ile Türk Milli Eğitim sistemi dahil olmak üzere birçok husus Amerika’nın yayılmacı düzenine teslim etmiştir. Türkiye bu yıllardan itibaren siyasi ve ekonomik kararlarında bağımsız karar alamamış/verememiş,sanayileşme düşüncelerinden vazgeçmiş, sadece dünya egemenlerinin kendisine verdiği rol ile ve eline tutuşturdukları yol haritasıyla tarih içindeki yolculuğuna başlamıştır.
Ordu bu programlar çerçevesinde yeniden teçhiz edilmiş yapılanması/teşkilatlanması, hatta kıyafetleri dahi Amerikan sistemine uyumlu hale getirilmiştir.
İşte bu şartlardan rahatsız olan bir kısım subay, 1940’lı yılların sonuna doğru, cumhuriyet tarihinde pek de fazla bilinmeyen ya da üzerinde durulmayan, Atatürkçülükten uzaklaşıldığı savıyla hükümete karşı darbe hazırlıklarına girişmişlerdir.
Bu darbe hazırlıkları ile sonuçlarından başlayarak diğer darbeleri ve darbe girişimlerini bundan sonraki yazılarda işlemeğe devam edeceğim.
Bekir GÜÇLÜER
YORUMLAR
Sayın Güçlüer eskilerimizin bir sözü vardır. " Allah insanı açlıkla ıslah etmesin " derler.
Atatürk'ün Osmanlı'dan kalan borçları da ödeyip, düzlüğe çıkardığı ve sanayileşme hamlelerini başlattığı, ortak da olsa Türk - Alman işbirliği ile 1936 da ilk uçağı da da imal ettiği düzenden yokluğa mahkum olmak.
Paylaşım planında ABD nin hala oturduğumuz kucağına düşmek... Acı gerçeklerimizdir.
Özgürlük ve bağımsızlık karakterimiz olmaktan çıkıyor.
Dur bakalım ne olacak...
Tebrik eder saygılar sunarım.
bekir güçlüer
Ziyaretiniz ve değerlendirmeniz için teşekkür ederim.
Her ne kadar devlet büyüklerimiz "iyi şeyler olacak!" dediler ve diyorlarsa da, yapılan iyi şeyleri ileriye taşımak yerine hep geriye götürmüşler.
Yapılanların üzerine ilaveler yapacaklarına yapılanları yok sayıp" en iyisini biz yaptık!" derdine düşmüşler. Zamanın imkansızlıklarıyla başarılanları küçümsemişler.
İyi olur inşallah temennisinde bulunalım umudumuz olmasa da.
Selam ve saygılarımı sunarım.
bekir güçlüer
Ziyaretiniz ve ilginiz için teşekkür eder, saygılarımı sunarım.