- 750 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
BEYAZ ÖLÜM
KİTABIMDAN...
Çaresizce kapıyı yumrukluyordu. Elleri soğuktan kıpkırmızı olmuştu. İçeriden yükselen çocuklarının feryatlarını duydukça çaresizliği ve umudu gittikçe tükeniyordu.
Kar usul usul yağmaya devam ediyordu. Minareden yükselen ezan sesi, beyaz kar tanelerinin arasından sıyrılarak ovaya yayıldı. Namazın bitiminde, yaşlı genç karışımı erkekler camiden çıktı ve köyün içinde dağılmaya başladı. Köy konağı adı verilen ahşap bina camiye bitişikti. Köylülerin özellikle uzun kış gecelerinde toplandıkları tek yerdi. Bir araya geldiklerinde günün gelişen olaylarını anlatırlardı. Yakın tarihte köylerine gelen elektrik ile radyodan yayılan tiz ses bile onların yaşamına renk katıyordu. Genç nüfus sayısı azala azala neredeyse bir elin parmağını geçmeyecek kadar azalmıştı son yıllarda. Aklını çalıştıran gençler, çoktan büyük şehirlerin yolunu tutmuşlardı. Köyde kalanlar ise onların köye gelip caka satmalarına içten içe gıcık kapıyorlardı. Ucu da başı da aynıydı. Kışın derdi ayrıydı, yazın derdi ayrı…
Sobanın üzerinde dumanı tüten çaydanlık fokurduyordu. İlk başlarda kimin çay demlediği belli olmamış, sonraları bu işi sıraya koymuşlardı. Bu akşam nöbet Salim’deydi. Çayı koymak üzere yerinden kalktı. Doldurduğu bardaklarla diğerlerinin yanına geldi. Tam içmek üzereyken acı bir çığlık köyün içinde yankılandı.
Merak ve korkuyla bir an şaşırarak birbirlerine baktılar. Ses kesilmemişti. Artarak ağıtlar halinde yükseliyordu. Çaylarını bırakarak dışarıya çıktılar. Sokakları iyice kar kaplamıştı. Yürümeye çalıştıkça daha çok kayıyorlardı. Sesi takip ederek ilerlemeye başladılar. Ses, Ahmet’in evinden geliyordu ve karısı Fatma’nın sesiydi.
Ahmet, koşarak kapıda bağıran Fatma’nın yanına ulaştı. Kadının her yanı ıslanmıştı ve yerde boylu boyunca yatıyordu. Başındaki eşarp yana kaymıştı. Ağlamaktan gözleri kıpkırmızıydı. Bir an ne yapacağını şaşırdı ve karısını kaldırmaya çalıştı.
Fatma, yattığı yerden kalkamıyordu. Başını kaldırdı ve kocasını gördü. Gözlerinde yakarış, yardım isteyen bakışlarla ona bakıyordu.
“Ne oldu Fatma? Neden yatıyorsun burada?”
“Anam beni dışarı attı Ahmet. Ne olursun bir şey söyle Anama. Suçum ne bilmiyorum. Çok üşüyorum. Çocuklarım… Ağlıyorlar içeride.”
Ahmet, kapıyı yumruklamaya başladı.
“Yalnız bırakmaya gelmiyor bunları da. Yine yemişler birbirlerini. Ah Ana Ah. Ne istersin şu garibandan anlayamadım,” diye homurdandı ve daha hızla vurmaya başladı. Bir süre sonra kapı gıcırtıyla açıldı. İsmet Ana karşısındaydı ve gözlerinden ateş fışkırıyordu.
Zaten huysuz ve geçimsiz biriydi İsmet Ana. Kavga etmediği, küsmediği insan kalmamıştı neredeyse köyde. Kolay affetmez, yıllarca sürdürürdü küslüklerini. O yüzden de kimse ona bulaşmazdı. Bir araya geldiklerinde de gelini Fatma’ya acırlardı köy kadınları. Şans eseri bulmuştu gelini Fatma’yı da zaten. Dağ köylerinden gariban bir ailenin kızıydı. Gelin geldiğinde daha on yedisine yeni girmişti. Bazı akşamlar, evden sesler yükselir, Fatma’nın çığlıklarını duyarlardı yakın komşular. Kocası Kazım bile onca yıllık karısına söz geçirememiş, en sonunda vazgeçmek zorunda kalmıştı mücadelesinden. Evin tek hakimi İsmet’ti. Kızı Yadigâr, dayak yemekten salaklaşmıştı. Ahmet ise kendini sokağa attığında rahatlıyordu ancak. Kurtuluşun tek çaresi köyü terk etmekti. Ama bir türlü cesaretini toplayıp gidememişti şehre nedense…
“Ana neden attın Fatma’yı dışarıya. Ne yaptı sana. Ne istiyorsun ondan, bizden?”
“İstemiyorum bu kadını evimde. Hiç iş yapmıyor, ineklerin altı pislik içinde. Uyuyor durmadan. Yemek yapmıyor, bana karşı geliyor. Sen de utanmadan bunu koruyorsun. Senin gibi evlat doğuracağıma taş doğursaydım keşke.”
“Yapma Ana, bu kış gününde. Bak şu haline. Garibanın teki, her işini yapıyor. Çocuklarımın anası.”
“Konuşma Ahmet. Gir içeri. Defolsun gitsin. Nereye giderse gitsin. İstemiyorum onu. Bana karşı geldi. Karşımda çemkiren gelini istemem ben!”
“Yapma Ana. Tamam, bak yarın götürürüm ben onu anasının evine. Şimdi içeri girsin. Yarın gider bırakırım.”
“Hayır bu eve giremez artık. Sen de gir içeri. Bak, sözümü dinle, yoksa…”
“Ne yoksa…”
“Analık hakkımı helal etmem sana.”
“Yapma ana, gecenin bu saatinde, kar, kış, soğuk… Ne yapar bu kadın…”
“Gebersin, sen gir içeri…”
Sessizce içeriye girdi Ahmet. Fatma, şaşkın bir şekilde baktı kaldı kocasının ardından. Kapı hızla kapandı yüzüne. Yerinden yavaşça doğruldu ve etrafına baktı ümitsizce. Daha az önce olup biteni seyreden insanlar bir anda kaybolmuşlardı. Bakışlarını ışığı tamamen sönmüş olan eve çevirdi. O yoktu artık. Zülfiye Ana, Fatma’yı çok severdi. Ağlamak istediği anlarda sığınabileceği tek insandı. Gizlice evine gider, ona sarılır ve ağlayabildiği kadar ağlardı. Anasının yerini tutmuştu bu köyde. İsmet’e tek karşı gelebilende Zülfiye Ana’ydı.
Köyden kararlı adımlarla çıktı ve dağ yoluna saptı. ‘Gitmeliyim, başarmalıyım,’ diyerek yürümeye başladı. Köyün bitimindeki evleri geçince son bir kez baktı azapgâhı olan köye.
“Yazık çok yazık. Sana verdiğim emeklere çok yazık Ahmet. Ağzını bile açamadın anana. Sana hakkımı helal etmiyorum,” diye mırıldanarak dik yokuşu çıktı.
Kar yağmaya devam ediyordu. Ağaçlar uzadıkça uzuyor, her biri hayalet görüntüsüne dönüşüyor, o yürümeye devam ediyordu. Kurtların ulumalarıyla irkiliyor, sonra yaşadığı olay aklına gelince tekrar adımlarını sıklaştırıyordu. Durmamalıydı. Ayaklarının dermanı kesilmişti. Birazcık dinlense belki daha hızlı devam edebilirdi. Bir süre çam ağacına yaslandı ve dinlendi. Beyaz taneler, özgürce dönerek savruluyordu. Annesi ona sesleniyordu. Yerinden doğruldu ve yürümeye devam etti. Buraları çok iyi bilirdi. Çocukluğu bu dağlarda geçmişti. Önünde yalnızca bir yokuş kalmıştı. O yokuşun ardı baba eviydi. Kurtların ulumalarının yerini şimdi köyün köpek sesleri almıştı.
“Az kaldı. Dayan Fatma. Karnındaki taze can için dayan,” dedi kendi kendine.
Fakat köyün başındaki kayalığa geldiğinde gücü tükendi ve olduğu yere çöktü. Köyün en üstünde ağıllar vardı. Son bir umutla bağırmaya başladı;
“Kurtarın beniiiii! İmdattttt! Anaaaaa ben geldim! Anaaa kurtar beni!”
Avazı çıktığı kadar bağırdı. Sesi kısılana kadar, sesi çıkmaz olana kadar bağırdı… Sonra uyku bastırdı. Vücudu yavaş yavaş ısınmaya başladı. Davul-zurna sesleri yayıldı ormanın içinde. Başında al duvak, üstünde beyaz gelinlik... Atın üstünde, üzgün bir şekilde kaderine gidiyordu Fatma…Sadece ‘Gelin oluyorsun’ demişlerdi. İki kelime… Ardında bıraktığı Cemal’e bakmaksızın binmişti ata. Cemal ve Fatma … Yine koyun güdüyorlardı yamaçlarda… Gözlerine yansıyan gülücüklerle…
Ertesin gün çoban Mahmut, katılaşmış bir halde buldu Fatma’yı… O anda gece rüyada duyduğunu sandığı sesin sahibinin Fatma olduğunu anlamıştı…
Nermin Kaçar