- 700 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Aska Sunu
Aşka sunu
Kendi Bitimsiz Dehlizinde
Kendine Doğru Kulaçlamak
Aramakla geçer ömrümüz, hep birşeyler ararız, dost, arkadaş, sırdaş, sevgili ve kendimizi...Belli gibi görünen, ama belli olmayan bilinmezlerin peşinden hummalı koşular yaparız. Sonuçta beklemediğimiz, hiç olasılıkta olmayan farklı bulmalarla karşı karşıya kalırız.
Peki hiç içimizdeki suyu arayan adam olabildik mi?
Deştik mi kendimizi kuyu gibi?
Attık mı üstümüzdeki ölü toprağını?
Tertemiz suyu günyüzüne çıkarmanın çabasına girdik mi yeteri kadar?
Sunduk mu içimizdeki güzellikleri tas tas?
En doğal hak olan yaşamın kavgasız/çabasız yaşanamayacağını bu arayışlar öğretir bize.
İşte bu arayışlardan biri:
Neredeyim bilemiyorum. Uçsuz bucaksız çatlamış toprağın ortasındayım. Ne toprağı çapalayan ırgatlar var, nede çapalarken sevdalı türküler çığıran yağız kızlar...Kazıyorum...Gittikçe şekilleniyor kazdığım yer. Ne çıkacağını, neyle karşılaşacağımı bilmeden vuruyorum kazmayı. Kanter içindeyim. Tarih öncelerine dayanan bir gömü değil aradığım, bir güzellik, ama nasıl bir güzellik? Kazdıkça bir kuyuya benzemeye başlıyor kazdığım yer. Kenarlarını büyük köşeli kırma taşlarla öyle sağlam örmüştüm ki...Fakat bir dinlenme esnasında en son yapacağım işin, yani bu kırma taşlarla ördüğüm kuyu içindeki çevirmenin gereksizliğinin ayrımına vardım, ördüğüm duvar havada, boşlukta kalacaktı. İncitmeden, örselemeden, bitkinliğimi umursamadan söktüm taşları bir bir. Hiç bir önlemalmadan başladım yeniden kazmaya. İndirdim kaldırdım kazmayı. Her vurduğum kazmada yeni şeyler görüyor, yeni şeyler öğreniyordum. İndikçe, derinlere gittikçe çıkanları günyüzüne savurup atmam zorlaşıyordu. Amma gittikçe daha yüklü sevmeye başlıyordum bu zoru. Sevdikçe hırslanıyor, hırslandıkça hızlanıyordum. İndirdim kaldırdım, kaldırdım indirdim...
Kaç kendir boyu indim, bilmiyorum...
İlk inişin ilk çığlığını bıraktığımda sesime sesimden başka ses gelmedi.
Yaklaşıyordum yada ben öyle sanıyordum, ki belki böyle düşünmek beni rahatlatıyordu. Kazdığım yer gittikçe nemleniyordu. Toprak kazmama yapıştıkça elimle elimle alıyor, kazmamın ucunu temizliyor yeniden nemli toprağın derinliklerine salıyordum kazmamı. Sonra kazmamı atıp parmaklarımla kazımaya başladım. Toprak çamurlaşıyor üstüm başım çamura kesiyordu. Derken toprak cıvıklaşıp bambaşka bir hale büründü. Bir çığlık daha bıraktım...bir çığlıl...bir çığlık daha...
Buldum...Buldum...
Çamurlu suyu alıp yüzüme yüzüme vuruyorum. Soluk soluğayım, bitkinim, yorgunum, dudaklarım kuru, soluğum ağzımın kovasına yapışıyor. İçmeyi deniyorum, geçmiyor boğazımdan, su çamurlu. Yeniden başlıyorum hummalı deşmeye, yorgunluğumu bir yanıma bırakarak.
Çamur tortuları çıkarıp çıkarıp atıyorum. Gittikçe, gittikçe su suya dönüşüyor. Ama hala bulanık. Yalnız tam orta yerinden küçük berrak bir su kaynıyor. Bıraktım...Tırmanıp günyüzüyle buluştuğumda tanıyamadım kendimi, boydan boya çamura kesmiştim.
Oturup beklemeye koyuldum. Susamışlığım dayanılmazlaşıyordu. İnemezdim. Suyu yukarı taşımalıydım Bir paslı yağ tenekesine uzunluğunu bilmediğim kendiri bağlayıp saldım aşağı. Su ağırdı. Zorlanarak, acıyı ayalarımda duyumsayarak çektim yukarı. Günyüzüne taşımanın sevinciyle sıkıca kavradım tenekeyi. Dayayıp ağzımı içemedim, söndüremedim içimde yükselen alevi, akıtamadım yüreğime berraklığı. Su hala bulanıktı. Biraz zaman, ha biraz zaman diyerek o çekilmez yorgunlukla kıvrıldım yılan gibi kızgın sivri taşlı torağın üzerine. Ne kadar uykudaydım? Kaç zamanı ardıma aldım? Kaç güneş battı? Kaç sevdalar tükendi? Kaç doğumlar oldu? Bilemiyorum... Uyurken gümüş yüzlü, uzun gümüş saçlı, boynu bükük gümüş bastonuna dayanmış biri karşımdaydı:
“Hadi uyan, uyan hadi...içeçek içilecek hale geldi su” dedi.
Korkudan mı sevinçten mi ok gibi fırladım. Tenekedeki su tabanındaki delikten sızmıs, sızan su kuru toprakta çoktan kurumuştu. Kaptım tenekeyi saldım kuyuya. Çektim. Su pırıl pırıldı. Kurumuş, çatlamış çamur içindeki aksimi gördüm. İçtim çamur yüzümlü suyu kana kana. İçtiğim bendim. Kendimi akıtıyordum, kendimi dolduruyordum kendi içime. Yeniden saldım tenekeyi. Bir güzel temizledim üstümü başımı. Ak ak oldum, ak pak oldum. Kaç zaman geçti böyle içmeli, yıkanmalı?..
Bir gün batımında gün batımı yanaklarıyla çıkageldi yine O. Yangından çıkmış yada cehennem firarisi gibiydi. Zifiri karalar içindeydi. Morarmış, çatlamış, yangın dudaklarını kıpırdatarak:
“Su...su...su var mı?” diyebildi.
“Su yok, ben varım” dedim.
Duraksamadan, ikirciliğe düşmeden saldım tenekeyi. Bir teneke ben çektim. Uzattım. Sıkıca kavradı çam gövdeli elleriyle. Bir küçük damlasını ziyan etmeden içti, garip özge sesler çıkartarak.
“İçer misin bir daha?” dedim.
“İçerim” dedi.
Verdim, içti, yine bir damlasını dökmedi çatlamış bağrına, süzülmedi iki göğsünün arasından, toplanmadı göbeğinin tasında. Ardından itti beni elinin tersiyle. Kızarak:
“Sen çekil, ben çekerim” dedi.
Saymadım, sayamadım, saymakta istemedim kaç kez çekip çekip üstüne döküşünü. Gittikçe çekmeler, dökmeler, salıvermeler oyunlaşıyordu. Nasıl geldiğini, ilk gelişini, o yangınlı gelişini unutmuşa benziyordu. Yoksa böyle çekip çekip dökmedi Hoşumada gitmiyordu değil hani, ama diyordum, ama...
Yine birgün batımıydı. En az iki kere sarhoştu, sarhoştum. İkimiz iki yerden atıp atıp çekiyorduk. En çok o içiyor ben tadına bakıyordum. Ve hiç söylenmemiş, hiç duyulmamış özge “seni seviyorumlar” bırakıyordu. Ne yana dönsem göz ucumda, kulak kıyımda “seni seviyorumlar” vardı.
“Çekip gitmek istersem birgün zorla tut beni, bıtakma. Baktın olmuyor sevginin zorbası ol, sonra kaldırp at beni senli kuyuya” diyordu.
Kaç kez gitmek istedi ondan sonra. Ve her gitmek istediğinde istediğini yaptım. Her gitmeye kalkışında zorla tuttum. Her kalışında “iyiki kalmışım” dıyordu Böyle bir kalamnın içindeyken, baktım küçük küçük taşlar atıyordu kuyuya.
“Yapma!” dedim, “yapma bunu bana”...
Hani hoşumada gitmiyordu değil o küçük taşların içimde halkalar yaratışı. Ardından taşlar büyüdü, halkalar büyüdü. “Yapma” demelerim içinde acılı/sevili çığlıklar barındırıyordu. Anlamaya çalışıyordum onu. Gönüllü/gönülsüz tutmaların manalığını/manasızlığını kavramaya başlıyordum. Derken yakınımda içime atılacak taş kalmamıştı. Azalıyordu suyun derinliği, bulanıklaşıyordu su. Ben buna üzülürken kucağında bir insanın kaldıramayacağı büyüklükte bir kaya parçasıyla kuyu başında biti verdi.
“Yapmaaaaa!” diye bağırmam uçup giderken göğe bir patlama duyuldu günyüzünde: “Şırraaaaak!”
Bir insan bir öfkeyi nasıl dinğinleştirebilirse öyle dinğinleştirip “bak” dedim “bak, bu böyle olmaz”. Çağırdım kuyu başına, gelmedi, kaçmadı. Tuttum kolundan sevginin tiranı oldum, yaptım dediğini. Tepe üstü saldım kuyuya. Ne kadar çıkarıp attıysam daha çoğunu doldurdum kuyuya.
Kaç sancılı, kaç küflü zaman geçti öyle Kaç çatlak oluştu bağrımda. Dilim dönmez, gözüm görmez yüreğim duymaz olmuştu. En acısı bensiz bir can çektiriyordu yaşama.
Dedim yaa! Kaç zaman, kaç paslı zaman, kaç hırpani yaşam böyle geçti. Herşey vardı, hiç birşey yoktu. Çünkü ben ben de yoktum, ben benden kopmuştum. Bensiz bir yaşamı ben nasıl çekebilirdim. Bendeki bu beyin insanlık tarihinin tanık olmadığı en kanlı, en modern savaş meydanına döndü. Kan gövdeyi götürüyordu, kan yoktu; ölen çoktu, ceset yoktu; ağıt yakan vardı, ağıt yakılan yoktu... Bir tek bendim bu çoğul savaşın içindeki. Çekilmezleşiyordu yaşamım. İş yine bana düştü. Yaşamı yaşanır kılmalıydım. Kaçmalardan yorulmuş, yarılmalardan bıkmıştım. Cesaret, haa biraz cesaret diyerek aldım kazmayı yine elime, aynı kuyuyu başladım yeniden kazmaya. İşim kolay görünsede öncekinden daha sancılı, daha zahmetli, daha külfetliydi.
“Ya yine aynısı olursa, ya yine aynı bulmalarla karşılaşırsam?”
Kaç parlayan, kaç sönen zaman vurdum vurdum. Ara sıra vazgeçmeleri yaşamadım değil hani. Bu vazgeçmelerimi, vazgeçmemelerim yendi. Gele gele, ulaşa ulaşa ona ulaştım. Eti derisi yoktu, gözü kulağı yoktu, günbatımı yanakları yoktu; bir top kemikti. Kucakladım, incitmeden koydum kenara. O önümde duran, o kucağında getirip attığı koca kaya parçasını un ufak ederek devam ettim yoluma. Kazdıklarımı dışarı atmam oldukça güçtü. Derken ilk beni bulduğum yere geldim. Ne men vardı, ne çamur. Yoksa!..Yoksalı yılar geçti bır kazma atmadan.
“Hayır!” dedim ”hayır, o burda”.
Vurdum. Hızlandıkça coştum, coştukça hızlandım. Toprak nemlendi, bastım çığlığı:
“Helal olsun bee sana!”
Tok, buğulu bir ses yankılandı:
“Dur!” dedi.
“Sen de kim oluyorsun?” dedim.
“Hele sen bir suyu bul” dedi.
Sevincim bagazımda ilmiklendi Hamal yorgunluğu bağdaş kurup oturdu sırtımın küfesine. Dayanılmaz ağrılar koptu yüreğimden. Çöktüm. Büzüştüm.
“Hey aptal!” dedi aynı ses, “ne oluyor sana, haydi devam et”.
Ağır ağır kaldırıp başımı yukarı çevirdiğimde koyu karanlıklara gömüldüğümü gördüm. Dönüşün, çıkışın, vaz geçmelerin olanağı yoktu. Kazmalı, bulmalı, çıkarmalı, yakalamalıydım.
Başladım. İndirdim kaldırdım. Nem bitti çamur çıktı, çamur bitti su çıktı. Ama hala bitmiyordu deşmem. Vurdum vurdum. Öyle bir an geldi havaya kalkan kazmamın ucu güneşe değdi. İndirdim kazmamın ucunu suyun orta noktasına. Buldum kendimi bir patlamayla gün yüzünde. Göğün maviliğiyle buluşuyordu fışkıran su. Halaya durdum bir başıma. Islandım, yıkandım. Öncekinden daha yorğun, öncekinden daha güçlü, öncekinden daha temiz ve sevinçliydim.
Kaldırıp attım kuyuya o bir top kemiği. Kaç kez dışarı vurdu su, sonunda içine aldı.
Bu böyle olmayacak, azaltmalıyım bu dışa vurumu. Kuyunun ağzını daraltıp serçe parmağımın genişliğinde bir delik bıraktım. Çeşme taktım açılıp kapanan. İstediğim kadar akıtıyor istemediğim kadar akıtmıyordu. Altına da çamdan tekne yaptım, kurtlar kuşlar için. Tek kişiye değil çoğullara akan bir bendim artık. Şimdi hiç bir başına konulmayan bir kamp yeriyim.
Oysa bilmiyorlar bu suya bu tadı içimdeki o bir top kemiğin verdiğini.
Varın bilmeyin!
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.