4
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
834
Okunma
Bakanlıkta göğü görebileceğiniz tek yer giriş kapısıydı. Öze Dönme modasına uygun olarak bina yerin altına yapıldığından ancak girerken ve çıkarken havanın nasıl olduğunu, geceye geçilip geçilmediğini farkedebiliyordunuz. Giriş kapısı cam bir kubbeden ibaretti. Zemini düzenli aralıklarla hareketleniyor, gelenleri güvenliğin taramasının yapıldığı lobiye indiriyordu. Güvenliği geçerseniz, görevliler size hangi asansöre yönelmeniz gerektiğini söylüyordu. Benimki 14B idi.
Asansör durup da kendimi geniş bir odada bulduğumda binanın neresinde olduğuma dair hiç bir fikrim yoktu. Bakanlığın planını daha önceden görmemiştim; gören birinin de olduğunu sanmıyordum. Planlamanın bilgisayarı yeni bir bakanlık binasına ihtiyaç olduğuna karar vermiş, inşaat planları kendisi hazırlamış, sonra farklı bölümleri değişik şirketlere ihale etmişti. Her şirket kendi payına düşen bölümün planlarını biliyor, binanın tamamının neye benzediğinden habersiz oluyordu. İnşaat bittikten sonra bile güvenlik birimleri binanın tamamını gezmemişti. Merkezi bilgisayar lobi dışındaki bölgelerin güvenliğinden de sorumluydu. Acil bir durumda görevlilere hangi asansöre binmeleri gerektiğini bildiriyor, onların olay yerine sevkini sağlıyordu.
Girdiğim odada, tam karşımda bakanın sekreterinin masası vardı. Sekreter L şeklindeki masanın uzun tarafına oturmuş, yüzünde resmi bir gülümsemeyle beni bekliyordu:
“Hoşgeldiniz Bay Lipka. Gelişiniz bakana haber verildi. Sizi birazdan görecektir.”
Bakan beni adetten bekletiyor olmalıydı. Acil olarak görüşmek isteyen kendisiydi. Yeri ve zamanı o seçmişti. Mecburen kenara çekilip beklemeye başladım. Masanın benden tarafında oturmaya yarayacak bir mobilya gözüme ilişmedi. Sekreter ise durumu doğal karşılıyor olmalıydı ki masasının yüzeyini kaplayan ekranına geri döndü. Ne yaptığını göremiyordum ama el hareketlerinden oyun kağıtlarından fal baktığını çıkardım. Laf olsun diye sordum:
“Çıkıyor mu bari?”
Yüzüme ne dediğimi anlamamış gibi baktı.
“Sanırım fal bakıyorsunuz. Beklediğiniz gibi çıkıp çıkmadığını sordum.”
“Fal bakmıyorum Bay Lipka. Enerji düzeylerinin alternatif hayatların hangisine öncelik vereceğini görmeye çalışıyorum.”
Fal bakıyordu. Üstelemedim. İkinci denemesinde istediği sonuçlara ulaşmış olmalıydı; bu sefer gerçekten gülümsüyordu. Tam yeni bir yorum yapıp yapmamayı kendi kendime tartıyordum ki sekreter ekranında beliren bir uyarıyla falını bıraktı, bakanın kapısına doğru baktı. Onun bir şey demesine fırsat vermeden kalkıp bakanın odasına yürüdüm. Kapılar yana doğru açıldı ve kendimi Savunma Bakanı Kurt Naughey’in huzurunda buldum.
Bakanı haberlerde ve tartışma programlarında seyretmiş, bir iki konferansta da canlı olarak dinlemiştim. Kabinenin diğer üyelerinin tersine Savunma Bakanı Naughey pek göze hitap eden birisi değildi: Kısa boylu, neredeyse tamamen kel, kilolu ve gözlüklüydü. Bir köşe yazarı onun için “On dokuzuncu yüzyılın bize mirası!” demişti. Onun yanında insan kendini yakışıklı ve bir bakanın huzurunda hissediyordu. Çok geçmeden ilkinin ne kadar da önemsiz olduğunu farkettim.
“Gregory Lipka... Sonunda karşılaştık. Buyrun, oturun.”
Gösterdiği koltuğa yerleşirken hatırlatma gereği duydum:
“Daha önce karşılaşmıştık Sayın Bakan: Bir kere Ottawa’daki konferansta, bir kere de...”
“Melbourne’da.” diye sözümü kesti. “Hatta soru da sormuştunuz yanılmıyorsam nanoteknolojik silah üretiminin askeri virüs yasaklarını delip delmediğiyle ilgili. Güzeldi.”
Bakanın anımsadığına hala ihtimal vermiyordum. Danışmanlarından biri görüşme öncesinde kendisine brifing vermiş olmalıydı.
“Hatırlıyorsunuz, bu çok güzel. Yoksa o zaman geçiştirdiğiniz soruma daha tatminkar bir yanıt vermek için mi çağırdınız?”
Bakandan bu sefer hiç karşılık gelmedi. Masasının yüzeyini kaplayan ekrana bir şeyler yazdı. Sonra başını kaldırıp benim üzerimden kapıyı kollamaya başladı. Çok geçmeden kapı açıldı, sekreter içeri elinde bir tepsiyle girdi. Tepside içinde brendi olduğunu tahmin ettiğim tek bir bardak vardı. Brendi bakanın masasına bırakıldı, getiren de hızlı adımlarla odadan çıktı. Bakan iki kişinin olduğu bir odada tek bardağın varlığını garipsemeden içkiye uzandı, bir yudum aldı ve bana yöneldi.
“Seni tabi ki bunun için çağırttırmadım. Lafı dolandırmaya gerek yok, ikimizin de zamanı kıymetli.”
Onunki daha kıymetliydi. Savunma bakanlığı koltuğunda iki dönemden daha fazla oturan görülmemişti. Ben ise ... sonsuza dek yazar takımındaydım.
Bakan devam etmeden önce brendisinden bir yudum daha aldı.
“Bildiğini sanmıyorum ama bir süredir Mars’la savaş halindeyiz.”
“Mars’la mı? Emin misiniz?”
İkinci soruyu düşünmeden söylemiştim ama bakan da düşünmeden konuşuyor gibiydi. Mars neredeyse bir yüzyıldır dünyanın kolonisiydi ve ilişkilerde hiç de bir sorun var gibi durmuyordu. Daha iki sene önce, boşandığım eşim çocuklarla beraber oraya tatile gitmiş, ben de onun önceki eşinden olan çocuklarının tatil paralarını ödemeyi reddetmiştim. Geçen baharda davayı kaybettim.
“Bu öyle geleneksel bir savaş değil. Hatta gerilla ya da ajan savaşı bile değil. Tamamen gölgelerle yapılan bir savaş.”
“Herhalde biraz daha aydınlatıcı olacaksınız, değil mi?”
“Şöyle söyleyeyim: Elimizde bir diplomasi savaşı var. Aynı zamanda bu bir ekonomik savaş. Dahası askeri yönü de var. Bizim de bunu ilk silahlar patlamadan kazanmamız gerekiyor.”
“Nedense kendimi hala karanlıkta hissediyorum Sayın Bakan.”
“Yeni bir çağda yaşıyoruz Bay Lipka. Geçmişin politikacıları gibi el yordamı, sağduyu ve esen rüzgara göre siyaset yapmıyoruz.”
“Nedense böyle bir izlenim veriyordunuz!”
Sanki brendiyi o değil de ben içiyordum. Yaptığım densizliği farkedip sustum. Sessizlik bir süre devam etti. Ben ayakkabılarıma baktığım için bu süre boyunca bakanın nereye ve nasıl baktığını bilemedim. Onun boğazını temizleyip, konuşmaya devam etmesiyle başımı yeniden kaldırabildim.
“Oyun teorileriyle aranız nasıl Bay Lipka?”
“Pek iyi değil. Kolejdeyken mikroekonomiden güçlükle geçmiştim.”
“Demek artık oyun teorilerinin hemen her karar alma mekanizmasında kullanıldığından habersizsiniz.”
Yeni bir krize yol açmamak için cevap vermedim.
“Önceliklerimiz nedir? Nelerden vazgeçebiliriz? Amacımıza en uygun hareket planı nasıl olur? Karşı tarafın hareket planı nedir? Onların öncelikleri nelerdir? Onlara rağmen istediklerimizi nasıl alabiliriz? Bütün bunlar artık ‘olsa olsa’ metoduyla yapılmıyor. Modeller hazırlanıyor, değişkenler atanıyor ve bam! Elimizde optimum plan oluyor.”
“Karşı taraf derken?”
“Hangi konudan bahsediyorsanız karşı taraf odur. Bir futbol maçında rakip takımdır. Piyasada rakip şirkettir. Savaşta düşman ordusudur. Bugün içinse Mars hükümetidir.”
“Mars’ın bağımsız bir hükümeti mi var? Ben onları kolonimiz sanıyordum.”
“Bu da gösteriyor ki Sayın Lipka, çok iyi okumadığınız halde hala ders kitaplarındaki bilgilere sadık kalmışsınız. Evet, Mars’ın halihazırda bir hükümeti var ve biz de onunla savaşıyoruz.”
Bilmiyordum. Gündemle ilgili bir kişi olduğumu düşünürdüm. Mars’ın yerel yöneticileri olduğunun farkındaydım. Ama bunlar Dünya’nın onayı ile atanıyordu; ya da ben öyle zannediyordum. İster istemez kaçınılmaz soruyu sordum:
“Beni niye çağırdınız Sayın Bakan? Belli ki bir oyun teorisyeni değilim. Siyaset alanında hiç bir tecrübem yok. Askeri alanda belli ki sizin benim tavsiyelerime ihtiyacınız yok. Öyleyse neden buradayım?”
“Burada oluşunuzun sebebi bizim savaşı kaybediyor olmamız. Ne yaparsak yapalım, her seferinde bir sonraki, hatta iki sonraki hamlemiz önceden biliniyor, çoktan karşılık verilmiş oluyor. Önceleri casusluktan şüphelendik ama daha almadığımız kararların, bilmediğimiz durumların karşılığı veriliyordu. Sonra karar alma mekanizmasında hain olduğunu düşündük ama hangi ekiple karar alınırsa alınsın Mars hükümetinin cevabı hazırdı.”
“O zaman yanıt çok açık değil mi?”
Bakan şaşırmıştı:
“Nasıl yani?”
“Görünen o ki Mars’ın elinde sizinkinden daha iyi oyun teorisyenleri var.”
Cevabı duyan bakan rahatladı. Şefkatli diyebileceğim bir gülümsemeyle:
“Bu mümkün değil Bay Lipka. Oyun teorisi en üst düzeyde stratejik sır sayılıyor ve kimlerin bu alanda çalışmalar yaptığı yakından takip ediliyor. En iyilerin ise Dünya’yı terketmesine asla izin verilmiyor. 24 saat gözetim altındalar; söylemeye gerek yok, her türlü iletişimleri de kontrol ediliyor. Özetle kendi kendilerini yetiştirmiş olsalar bile, Mars’lıların elinde bizimkilerden daha iyi teorisyen yok.”
“O halde sorun nerede?”
“Bunu bulmak size kalıyor Bay Lipka. Evet, teorisyenliğin yakınından bile geçecek birisi değilsiniz ama Mars kolonisinin elindeki en iyi kişinin kolejden sınıf arkadaşısınız.”
Aklıma kimse gelmedi. Bakan arkadaşlarımı bendne daha iyi tanıyor gibiydi.
“Doktor Morph’tan söz ediyorum.”
“Zeno Morph’tan mı?”
“Ta kendisi. Tüm yapmanız gereken Mars’a bir ziyaret. Tatile gittiğinizi, eski eşinizin bunca parayı nerede harcadığını görmek istediğinizi iddia edeceksiniz. Doktor Morph ile karşılaşmanızı biz ayarlayacağız.”
Zeno Morph! Aman Tanrım!
“Sayın Bakan, biliyorsunuz değil mi, doktorla ben kolej günlerinde...”
“Zaten sizi geçmişteki ilişkinize güvenerek gönderiyorsunuz Bay Lipka.”
Ayağa kalktığımda hala kendime gelememiştim. Yavaş adımlarla kapıya vardım. Birden aklıma bir soru geldi:
“Sayın Bakan... Peki Mars’ın teorisyenlerinin sizin böyle bir hamle yapacağınızı hesaplamaları mümkün değil mi?”
“Tabi ki mümkün Bay Lipka, eğer bu fikir bizim aklımıza gelseydi. Ama görünen o ki siz Doktor Morph’un aklına gelmiş olmalısınız. Kendi özel hesabından sizin bağlantı bilgilerinize ulaşmaya çalıştığını farkettik. Bol şanslar. Döndüğünüzde raporunuzla beraber brifinginizi bekliyorum.”
Kapı iki yana açıldı, kendimi tekrar sekreterin yanında buldum. Bu sefer fal açmasıyla ilgilenmedim. Asansöre bindiğimde aklımda Zeno’nun okul günlerindeki yeşil saçları vardı.