- 1487 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
BOĞAZDAKİ KILÇIK
Üçümüz aynı gün işe başlamıştık. Eğitimini tamamlamış gencecik kızlardık. Bankacılığa yeni bir nefes getiren o özel bankada lakabımız; ’’civcivler’’ di. Birbirimizin hem iş arkadaşı, hem can yoldaşı, hem de sırdaşıydık. Bu güzel ilişki hiç bozulmadan emekliğimiz ve sonrasında da sürdü gitti.
Selma, Mualla ve ben. İş saatlerinde ciddiyetle çalışır, öğlen yemeği arasında bankanın bahçesinde baş başa verir cıvıldaşırdık. Konumuz tabii ki çoğunlukla erkekler olurdu. O zamanlar hayattan beklentimiz ne yazık ki sadece iyi bir evlilikti. İş arkadaşlarımıza ve Bankanın müşterilerine o gözle bakardık.
İlk evlenen Mualla oldu. Kendisinden yaşça hayli büyük Müdür Yardımcımızla evlendi. Bizim gözümüz yaşıtlarımızdayken o hangi arada bu işi becerdi anlayamadık. Selma ise akıllı kızdı. Banka içindeki delikanlılarda gözü yoktu. Müşterimiz olan İzmir’in ünlü ailelerinden birinin yurt dışından yeni dönmüş, iyi eğitimli yakışıklı oğlu ile ilgileniyordu. O da ne yapıp etti, bu zengin ve gözde bekârla evlendi. Ben biraz safçaydım. Hoş halen de öyleyimdir ya, telaşlara girdim evde kaldım diye, ama o yıl ben de yakışıklı bir havacı subayla evlenmeyi başardım. Kocalarımız da birbirleriyle tanıştı. Artık geceli gündüzlü beraber olmaya, tatillere birlikte gitmeye başladık.
Mualla ve benim evlerimiz sıradandı. O zamanlar şimdiki gibi ev tamamen düzülüp evlenilmezdi. Gerekli eşyaları alınır, eksikler yıllara yayılırdı. Selma ise şahane bir eve gelin gitti. Antika eşyalar, ipek Çin halıları ve kristal avizeler. Onu biraz kıskanmadık dersek kendimize yalan söylemiş oluruz. Ancak öyle candan ve alçak gönüllü insanlardı ki bu sınıf farkını hiç hissetmezdik. Selma’nın kocası mutfağı çok sever bize yurt dışında öğrendiği değişik yemekler yapardı. Kremalı, içinde kızarmış ekmek dilimi ve erimiş peynir olan ‘’Soğan Çorba’’sının tadı halen damağımdadır. Birbirimizin evinde yer içer, geç vakitlere kadar sohbet ederdik.
Çocuklarımızın olması gecikmedi. Rastlantıya bakın ki; üçümüzün de birkaç ay ara ile oğlan çocukları oldu. Özellikle babalar çok sevindi. Selma’nın kocasının ise mutluluğuna diyecek yoktu. Ailede yeri daha sağlamlaşmış, ilk oğlan torun, ilk veliaht gelmişti. İsmini ‘’Savaş’’ koydular. Şimdi düşünüyorum da aileler çocuklarına, özellikle erkek çocuklarına altında ezilecekleri ağırlıkta isimler koymamalılar. Büyüdükleri zaman isimleri ile kişilikleri arasında çelişki çocukları incitecek kadar ironik oluyor.
Çocuklarımızın büyümesini birlikte izledik. Savaş’ın dört yaşına girdiği yıl evlerinde yaptıkları yaş günü partisi bu gün bile noktası virgülüne kadar aklımdadır. Hepimiz erkek çocuğuna yakışır hediyelerimizi almış partiye katılmıştık. Yenilmiş, içilmiş, hediyelerin açılma zamanı gelmişti. Kamyonlar, o zamanlar sadece yurt dışından alabileceğiniz uzaktan kumandalı arabalar, oyuncak silahlar, toplar, Savaş’ın hiç ilgisini çekmemişti. Heyecansız olarak hediye paketlerini açtı ve onlarla oynamadan sessizce bir köşeye çekildi. Erkekler koyu bir sohbete dalmış şaraplarını yudumlarken bir ara Savaş’a gözüm ilişti. Bizim çocuklar onun oyuncaklarına saldırmışken O, sehpanın dantelli örtüsünü başına bağlamış, küçük bir kırlenti de bebek gibi kucağına almış, uyutuyordu. Kanım çekildi. Mualla ile göz göze geldik. Ne yapacağımızı bilemedik. O sırada Selma durumu fark etmiş, Savaş’ın başındaki danteli yavaşça çıkartıp, kırlenti de yerine koyduktan sonra arabalardan birini önüne sürmüştü. Erkekler bu sahneyi görmemiş sohbetlerine devam ediyorlardı. Ben de eşime duyduğum endişeyi söylememeye karar verdim.
Çok güzel bir çocuktu Savaş. Kız çocukları için önemli değil ama erkek çocukları için ürkütücü oluyor bu kadar güzellik. Biblo gibiydi adeta. Bembeyaz, şeffaf bir cildi vardı. O kadar şeffaftı ki alnında ve göz kenarlarında kılcal damarları mavi mavi görünürdü. Kemikleri öyle inceydi ki, azıcık sıkı sarılsan kırılacak sanırdınız. Erkek olmaya pek uygun gibi gözükmüyordu. Yaratılışı böyleydi. Ve bunda Savaş’ın hiç suçu yoktu.
Yıllar hızla akıp geçti. Savaş hep sessiz ve terbiyeli bir çocuk oldu. Özel Okula gidiyor, iyi bir eğitim alıyordu. Ancak erkek oyunlarının hiç birine katılmıyor, Okul bahçesinde sessiz sedasız, oynayan arkadaşlarını seyrediyordu. Selma ve kocası bir şeylerin ters gittiğinin farkındaydılar ama, konduramıyorlar, ne aralarında ne de bizlerle sıkıntılarını paylaşıyorlardı. Bizim çocuklar ise beraber olduğumuzda ona mesafeli davranıyorlardı. Selma ise hep takipteydi. Oğlunu bir an bile yalnız bırakmıyor, nereye gitse, az ilerisinde teyakkuzda bekliyordu. O güzel evlerinde her üçü de kara bulutlar içinde yaşıyorlardı.
Savaş on altı yaşına geldiğinde bir hastalık başladı. Boğazında sanki bir kılçık vardı. Yutkundukça batıyordu. Sık sık bu kılçığı çıkarmak için boğazını temizliyor, hırıltılı sesler çıkarıyordu. Türkiye’de gidilmedik doktor kalmadı. Hiç biri bir tanı koyamadı. Boğazı tertemizdi ve başka bir hastalığı da yoktu. Savaş tabii ki bu doktorlara inanmadı. Yalanmı söylüyordu yani? Ona uykudayken bile rahat vermeyen, boğazında kılçık gibi bir şey vardı ve bu rahatsız edici duyguyu her an yaşıyordu
Annesi ve babası çocuklarını kapıp Amerika’ya götürdüler. Gezmedikleri ünlü klinik kalmadı. Kucak dolusu para harcadılar. Ama boğazı tertemizdi. Kılçık filan da yoktu. Doktorlar bir psikiyatr’a danışılmasını önerdiler ama Savaş ‘’ben deli değilim, yalan söylemiyorum, boğazımda bir kılçık duruyor ‘’ diye bu öneriyi kabul etmiyordu. Senelerce bu hastalıkla boğuşup durdu. Artık insanlar onun her an hırıltılı ses çıkarak boğazını temizlemesinden rahatsız olmaya başlamışlardı.
Acaba çalışırsa daha iyi olur mu diye, hiç para sıkıntıları olmadığı halde, Selma’nın ricası kırılmayarak Savaş benim çalıştığım Şubede işe alındı. Çok saygılı ve çalışkan bir çocuktu. Ancak müdüriyet onun müşteri ile temasını istemedi. Bu nedenle arkalarda bir masaya oturtturuldu. Sabah sessizce gelir, çalışır, yine sessizce giderdi. Yalnızca uzak köşelerden sık sık boğazını temizlerken çıkardığı hırıltılı sesini duyardık. Yemekhanede de hep yalnızdı. Erkekler onunla aynı masayı paylaşmaktan çekinir, kadınlar ise dedikodu kaynatabilecekleri başka masaları tercih ederlerdi. Zaman zaman ben ona eşlik eder, tertemiz kostümleri içinde, incecik parmaklarıyla tuttuğu çatal bıçakla, asilzade zarafetiyle yemek yiyişini seyrederdim.
Sonra ne oldu bilmiyorum, bir sabah bankaya geldiğimde ona istifa dilekçesi imzalattırılıyordu. Sanırım, efendiliğini hiç bozmadan çalışan Savaş’ın farklılığı herkesi rahatsız ediyor ve istenmiyordu.
Bu olaydan sonra Selma ve kocası bütün mal varlıklarını satarak Amerika’ya yerleştiler. Savaş ise orada bir Bankada işe başlamış, çok ta başarılı olmuştu. Farklılığı nedeniyle kimse onu dışlamamış, sadece yaptığı işle ilgilenmişlerdi. Bütün duygularını anne ve babasıyla paylaşıp, onların da kadere boyun eğip, çocuklarına sahip çıkmaları nedeniyle boğazındaki kılçığı da bir öksürükle dışarı atmıştı.
Çünkü bütün bu olanlarda Savaş’ın hiç bir suçu yoktu.
YORUMLAR
Keşke insanların dış görünüşlerine göre değil de iç dünyalarının güzelliğine göre değer verebilsek...
Keşke bizim gibi olmayan, bizim gibi davranmayan insanları "aykırı" olarak yaftalamasak...
Ve keşke "keşke" ile başlayan cümleler kurmasak...
Yazınızı okuduktan sonra benimde boğazıma bir kılçık takıldı...
sayfaya düşen güzel bir yazıydı yazan yüreği kutlarım sevgilerimle Bogazın kıyısından
Türk insanının materyalistliği ve insanı dahi maddeleştirerek yargılamasına güzel bir örnek. Nasıl göründüğünle yargılanıyorsun. İnsani nitelikler ikinci planda kalıyor. Daha sonra onlarda irdeleniyor.
Güzel ve sade bir anlatım. Sıkılmadan okudum doğrusu.