- 1124 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
AYDAKİ HÜZÜN
AY’DAKI HÜZÜN
Martıların kanat çırpışındaydı hüzün, ya da zamanın yosunlu bir girdabın devinimlerinde yitip gitmesinde...Belki de hüzün yoktu. Olmadığı için semboller ve renklerle tanımlamaya çalışmıştı insanoğlu...Kuru yapraklar, yağmur bulutları, gözyaşları, rüzgar, gri,beyaz, siyah, mor...Hangisi uyardı hüzne ? ya da hangisi uymazdı ?. Yaşamsal tortulardan iyice grileşmiş şu kaya parçasına kondurduğu, kanadında gümüş bir leke olan martı olamaz mıydı ? ya da rüzgarın esişini simgeleyen bir tutam siyah saç...Hayır hiçbiri değil diye düşündü aniden...Ancak dikkatli ve bilinçli bir gözün fark edebileceği fırça darbelerine gizlenmişti. Çoğunluk denize, martıya, kadına bakarken fırçanın değdiği her noktaya sonsuzluk kadar sinivermişti bile...
Boyanın yoğunluğundan rengi kaybolmuş fırçayı yavaşça masaya bıraktı ve yüzeyine vuran damlacıklardan kristalize bir görünüm alan cama doğru yürüdü. Deniz ne uzak ne de yakın...Martılar uçuşmakta...Genç bir kadın boş sokaklarda yansımalar bırakarak yürümekte...Kar beyazı bir kedi kaldırımın kenarında uyumakta...
Zaman durdu belki...
Mevsim zamanı tuttu...
Üşümelerle dolu bir akışa tutuldu her şey ve herkes...
Ama hüzün...
Dolanıverdi kadife perdelerin püsküllü eteklerine ve oradan fırçalara sıçradı..."Hüzün şimdilerde kendi resmini oluşturuyor ve ben elimde onu taşıyorum her tuvale" diye fısıldadı boşluğa...Boşluk gülümsedi ve dokundu kadının kuzguni saçlarına...Boşluk bile biliyordu sevmeyi.
İnce bir yağmur daha yeni yalamışken sokakları, bir keşişin pelerinine benzeyen uzun ve şekilsiz paltosuna sarındı sımsıkı ve kıyıda çürümeye bırakılan teknelerin arasında yürümeye başladı. Nicedir severek yaptığı az şeyden biriydi eski tekne isimlerini okumak...Nazlı, Kaptan, Derya Gülü, Kılıç, Yunus, Hızır, Luna...Aniden durdu ve geri döndü tamamen çürümüş ancak adının silik harfleri kalmış kuma gömük teknenin yanına geldi ve yere çömelerek ismi bir kez daha okudu : Luna
"Ama bu olamaz " diye düşündü. Hangi balıkçı teknesine vermiş olabilirdi ki bu ismi?...Soğuk bir ürperme doldurdu içini...Damarlarında dolaşan kanın giderek soğuyup yavaşladığını hissediyordu...Sanki buzlu bir su zerk etmişlerdi vücuduna.
Rüzgardan, rutubetten belki de resim yaparken kullandığı boyalardan ya da kimyasallardan ya da hepsinden iyice sertleşmiş olan eliyle kavradığı tahta parçasını tek hamlede kopartıverdi. Parmakları güçlü, kolları bir kadın için alışılmadık derecede kaslıydı. Deniz mavisiyle yazılmış ama iyice silikleşmiş olan “Luna” yazılı parçayı koltuğunun altına sıkıştırıp yürüdü.
Gecenin lacivert yansımaları vuruyorken sokaklara ve denizin uzak ışıklarına takılmışken gözleri, değerli bir biblo gibi sehpanın üzerine koyduğu tahta parçasından gelen yosun kokusunu çekiyordu içine...Bir yudum daha aldı viskiden ve bir parça daha keçi peynirinden, soslu zeytin ve cips tabağı hemen yanında duruyordu viski şişesinin.
Luna...Luna diye fısıldadı. Nasıl da bulmuştu onu gizlendiği yerde bile geçmişi..."Fortuna" derdi babası...Yani "Kör talih"...Gizlenmekle kaçabiliyor muydu sanki hüzünden ?...Hüzün öylesine bulaşmıştı ki ellerine...Birçok bedene dokunmuştu kurtulmak için...Sıcak bedenlerin ısısında belki eriyip gider diye düşünmüştü ama hüznü eritecek kadar güçlü çıkmamıştı hiçbir ten...
Rus asıllı babası doğduğunda vermişti bu adı ona. Bebeğin gözlerinden yansıyan ışığın aydınlığı ve henüz minik tüyler halinde olan saçlarının siyahlığı esinledi belki de Luna’yı...Genç yaşında ölüp giden babanın ardından hızla değiştirildi ismi ve siliniverdi sahip olduğu kimliğin yarısı. Hep yarım yaşadı bu yüzden...Ama sustu yine de...Şikayet etmedi hiç...Tam olmak nasıldır bilmiyordu ki ?...Bilen var mıydı ?
Parmaklarını düz siyah saçlarının arasından geçirdi ve bir yudum daha aldı içkisinden...Uzun bacaklarını sehpanın üzerine uzatmıştı annesinin hep kınadığı biçimde. Başını geriye attı ve "Çok içtim yine" diye söylenip güldü. Belki yarın devam edebilirdi resme ama ona bir model lazımdı aslında. Deniz kıyısında duran ve saçları uçuşan kadına bir yüz yapması gerekiyordu. Soğuğun bıçak gibi kestiği bu anlamsız mevsimde, sessiz bir balıkçı kasabasında kim modellik yapacaktı ki ona...Yaz olsa belki.
Kar atıştırmaya başlamıştı bile...Doğa kendi kurallarını işletiyordu her yerde ve her durumda...Denizin hüzünlü kıpırtıları bile önleyememişti Kış mevsiminin tüm silahlarını donanarak koşup gelmesini. Kapıları sıkıca örtülü dükkanların önünden siyah bir gölge gibi geçiyordu. Büyük şehirlerde artık fazlaca görünmeyen bakkallar, camı iyice buğulanmış olan bir kasap, bir manifaturacı ve eczane...Ama belki de en acınası durumda olanlar hediyelik eşya satıcılarıydı. Mermer tozundan yapılmış bibloları, tüylü hayvancıkları ve şeffaf kutuları içinde sahte gülümsemelerle bekleyen köylü kızlarını, bakır cezveleri, ahşap ekmek sepetlerini alacak pek kimse kalmamıştı kasabada...Belki tüm yaşamımız boyunca çeşitli dükkanların orasında burasında gördüğümüz bu tanıdık eşyaları artık alan var mıydı acaba ?...Ya da neden gidilen yerden elinde bir bibloyla veya tabakla dönmek gerekirdi ?.
Gülümsedi kendi kendine ve içeri girdi çıngıraklı kapıyı çınlatarak...
Gözlüklü, boynuna kareli bir atkı dolamış olan yaşlı adam ayağa kalktı ve kuzguni siyah saçları paltosuyla aynı renkte olan gözlerine metalik gri yansımalar dolmuş uzun boylu genç kadına yöneldi
-Buyurun Efendim
Sarı saçlarını Barbie tokasıyla tutturmuş olan küçük kız bakakaldı o yabancı kadının arkasından... Kollarını dolduran tüylü pembe ayıcık ve köylü kızı bebekle...Avcundaki anahtarlıktan sedef rengi bir deniz kabuğu sallanıyordu.
Denizi tepeden seyreden açık hava cafesinde oturan tek müşteri oydu ve garson bu duruma alışık olmalıydı ki hiç sormadan dumanı tüten bir çay getirdi eski tip ince belli bir bardakta. Yüzüne vuran soğuk rüzgar garip bir huzur veriyordu belki de o yüzden saatlerce otururdu bu sessiz cafede. "Huzur" diye söylendi kendi kendine...Bu ancak camlarından begonviller sarkan bir ev pansiyonunun ismi olabilirdi ; "Huzur Pansiyon" ya da "Huzur Oteli" "Otelimizde kahvaltı verilmektedir". Belki böyle bir pansiyonun resmini yapmak denize bakan bir kadını yapmaktan daha mantıklıydı. Bir çok ressamın yaptığı gibi kartpostal görünümlü beyaz boyalı evler, renk renk vazolara yerleştirilmiş model çiçekler, bir tabak meyve...Asla bulamayacağı bir yüzün peşinde koşmaktan yorulmuştu sanki...Gri mor renklerin arasında saçları rüzgardan karmakarışık olmuş bir kadın bekliyordu onu evde ve yüzü yoktu.
Siyah saçlı mavi gözlü olağanüstü yakışıklı genç bir adam omzunda hoplattığı kırmızı elbiseli küçük bir kızla çılgın kahkahalar atıyordu yoğun yağan kar altında...Şarkılar söylüyorlar dans ediyorlardı tıkır tıkır kırılan buzun üzerinde iki masal cini gibi. Aniden karanlık bir girdap belirdi yanıbaşlarında...Giderek büyüdü büyüdükçe bir devin ağzı gibi açıldı...Eski zaman prenslerine benzeyen genç adamı yutmaya başladı önce kollarından...Küçük kız haykırarak yapıştı genç adama..."Baba ! Baba ! gitme" diyerek. Adamın sesi duyulmaz oldu sonunda ve girdap kapandı. Buzlarla kaplı hüzün dolu bir ülkede tek başına kaldı kız. Her şey bembeyazdı ve soluk alan hiçbir şey yoktu. Yapayalnızdı...Kucağında üzerinde "Luna" yazan eski bir tahta parçasını tutuyordu...Elleri tahtaya yapışmıştı adeta...Kanatırcasına zorladı ellerini ama başaramadı...Giderek tüm vücudu tahta parçasıyla bütünleşiyor yok oluyordu...
Kan ter içinde fırladı yataktan ve "Hayır" diye bağırdı. Pencereden alaca karanlıkta silikleşen sokağa baktı ve derin bir soluk aldıktan sonra antika komodinin üzerinde duran sigaradan bir tane çekti. Oda buz gibi soğuktu. soğukta uyumayı seviyordu aslında... O yüzden evdeki tek ısıtma aygıtı olan elektrik sobasını salonda bırakmıştı...Çoğu kez onu bile yakmazdı...Parça kumaşlardan yapılmış yamalı yatak örtüsünün üzerine oturdu ve ağır ağır sigarasını içti. Ellerini inceledi dikkatle...Bu ince uzun kemikli parmakların değdiği vücutları düşündü...Ne çok yüz geliyordu belleğine...Ne kadar çok kaybolmuş yüz...Yüzleri var mıydı o vücutların bilmiyordu...Varsa bile bakmış mıydı ?
Kızıl saçlı ufak tefek genç kadınla daha önce boş duran dükkanın önünde tam da o sabah çarpıştılar. Utanarak özür diledi kızıl saçlı ve dükkana çay içmeye davet etti rahibeler gibi siyahlara bürünmüş olan soluk yüzlü yabancıyı. Yeni açılan bir antikacı dükkanıydı burası ve satılacak eşyalar karmakarışık bir yığın halinde orta yerde duruyordu. Akla hayale gelmeyecek bir sürü ıvır zıvır saçılmıştı yerlere...Kızararak özür diledi dükkan sahibi ve tek başına olduğu için eşyaların yerleşmesinin biraz zaman alacağından bahsetti. Sonra sustular çünkü misafir sadece garip ışıklarla dolu gri gözlerini sanki çok uzaklara yöneltmiş dinliyordu. Çay bardağı boşalınca ayağa kalktı ve yerde paket kağıdından ucu görünen eski bir aynayı incelemeye başladı. Çok özellikli bir şey değildi aslında. Koyu kahve ahşap kabaca oyularak çiçek rozetleriyle süslenmiş ve ortasına dar uzun bir ayna yerleştirilmişti. Ayna olarak fazla bir işe yaramazdı belki. Satıcı kadın hevesle anlatmaya başlamıştı bile aynanın öyküsünü... Bir Beyaz Rus’un evinden almışlardı aynayı. Yaşlı kadın ölünce varisleri nesi var nesi yoksa satılığa çıkarmışlar ve kolaylık olsun diye de tek bir antikacıyla anlaşmışlardı. "Evde fazla değerli bir şey yoktu " diye devam etti kadın..."Ama ben öyküsü olan eşyalardan hoşlanıyorum" dedi. "Ya da kendi öyküsünü yaratan eşyalardan" dedi uzun boylu kadın kendi kendine ve satıcıya gülümsedi ilk kez...
"Bunu alıyorum"
O gün fazla dolaşmadı sokaklarda doğruca eve geldi ve aynayı salonda rahatça görebileceği bir yere astı. Sonra bir içki doldurdu kendine ve eski sedire oturup ayaklarını sehpaya uzattı. Aynanın daracık camından binlerce ışık yansıyordu sanki salonun loşluğuna...İrili ufaklı yıldızlar düşüyordu yerdeki kilime, sehpanın damarlı pembe mermerine, pencerenin altında duran amphoraya ve eski tekne parçasını üzerine. Garip bir bekleyişti belki bu bilmiyordu. Ayna ve Luna bir dolunay gecesinde bu kıyı kasabasındaki sessiz salonda buluşmuşlardı. Viskinin boğazını yakan sıcaklığında eriyip gidiyordu sanki bedeni...Gecenin mavi bir tül gibi uzayıp esneyerek tüm evreni sardığını hissediyordu. Camın önünde terkedilmiş gibi acıyla bekleyen tuval e baktı. ışıklı bir halenin ortasında kalakalmıştı tuval...Sanki tüm ışıkların, dolunayın, gecenin, yıldızların odak noktası o bitmemiş resimdi...
Aynanın daracık yüzeyinde seyretti kendi yüzünü. Nasıl da ifadesiz, nasıl da garip sorularla dolu bakıyordu kendi kendine...Biliyormuşcasına bekledi aynadaki yüzün değişmesini ve bambaşka renklerin oynaştığı hiç görülmedik bir başka yüze dönüşmesini...Koyu yaprak yeşili bir çift göz ve soluk kızıl saçların şelale gibi çağıldadığı naif bir resimdi adeta karşısında duran görüntü...Fildişi renginde altın işlemeli uzun bir elbise giymiş, uzun arkalıklı bir sandalyeye düşsel bir incelikle ilişmişti. Alnının etrafına altın yapraklı bir bant dolanmıştı bağlı uçları yerlere kadar iniyordu.
Elleriyle yüzünü kapattı ve belleğini zorladı. Hatırlamak için çabaladı, sıkılmış yumruklarla bastırdı gözlerine...Yumuşak bir dokunuşun ellerini tutup çektiği ana kadar öylece kaldı... Beyaz ince bir el bileklerinden yakaladı onu ve yeşil gözlerine mühürledi gri gözlerini...
-Daha ne kadar kaçacaksın Luna ?
-Ben Luna değilim bu isim alındı benden. Ve yerine kocaman bir hüzün bırakıldı. kocaman bir girdap...Bir yanım girdap şimdi...Öbür yanım hüzün
-Senin olanı kim alabilir senden ? Alınmışsa senin olmamıştır ki ?
-Sen kimsin ?
-Belki hiç bir simgeyle anlatamadığın kadar içini kaplayan yarınım... Ya da her fırça darbesine sinen tanımsız karmaşa...ellerine bulaşan karanlık...Tenine yapışan buz zerrecikleri...Her su damlasında aradığın görüntü...Tahta parçalarında bulduğun yitik isim
Yani hüzün.
-İstersen eğer seçimin buysa benimle yaşayabilirsin hayatının sonuna dek ...Ben sadık bir sevgili...Güvenilir bir dost olurum dileyenlere...Hiç aldatmam, terk etmem...Gri-mor bir örtü gibi dolanıveririm tüm bedenine ve buzlu bir su gibi karışırım damarlarında akan kırmızı ateş suyuna...Zamanla alışırsın iyice varlığıma ve biraz da ben olmaya başlarsın. Sorgulamaz olursun yaşamını ve asla yalnızlık çekmezsin...Bir toz bulutu gibi kaplarım ruhunu başka bir şeye yer kalmaz...Seni kendimle doldururum.
-Yani hüzün" dedi kendi kendine...
-Evet hüzün" dedi aynadaki görüntü.
Sabah ve öğleden sonrayı ahşap oymalı yatağında uyuyarak geçirdi. zorlukla doğruldu akşam üzeri ve dışarı çıktı. Gece belki de tüm gün yağmur yağmış olmalıydı ıslak ıslaktı her taraf. Sokak kedileri kuytu yerlerde toplaşmış dükkan sahiplerinin ve yaşlı balıkçıların verdiği nevalelerini atıştırıyorlardı. Aniden durdu sarı saçlı küçük bir kıza çarpmamak için. At kuyruklu çilli suratlı sevimli yaratık tuhaf bir gülümsemeyle bakıyordu. Sonra sıkılmış elini uzattı ona ve renk renk cam boncukları boşaltıverdi avcuna aynı tatlı gülümsemeyle.
Bir avuç kor vardı sanki ellerinde yakıyordu tenini. Öylesi bir sıcaklık yayıldı ki ellerinden kollarına ve omuzlarından beline doğru. Haykıracaktı neredeyse... Aniden dükkana daldı ne yapacağını bilemeden. Kızıl saçlı satıcı kızla yüz yüze geldi ve şaşkınlıkla bakakaldı.
Gecenin belki de geç saatlerine kadar dükkanı düzelttiler birlikte eşyaları yerleştirdiler. İrili ufaklı bir sürü obje genç Ressamın gizemli dokunuşlarıyla öylesine bir armoni içinde yerleştiler ki, adı Verda olan dükkan sahibi inanamaz gözlerle defalarca dolaştı bütün köşeleri. Saçları dağınık bir akışla yüzüne dökülen Ressam ise kendisini kaptırmış hızla paketleri açıyor, ağır çerçeveleri ve vazoları bir tüy hafifliğinde tutup kaldırıyor, yerleştiriyor veya asıyordu. Şaşılası bir ustalıkla duvarları delmiş ve tabloları, aynaları sıralamıştı.
Her şey bittiğinde geriye kalan bir sürü kağıt ve kutuyu toplayıp götürdü Verda ve sonra ısrarla kadını evine davet etti. Eve gitmediler ama dükkanın bir köşesinde aldıkları hazır yiyecekleri yiyip içkilerini yudumladılar. Rakı bardağına da aynı biçimde hakim olan kadın anlaşılan sevmiyordu fazla konuşmayı...Verda zorlamadı onu kendi anlattı. Arkeoloji eğitimi yapmıştı ve bir süre üniversitede çalışmıştı. Sonra doğduğu bu kasabada bir antikacı dükkanı açmak daha cazip gelmişti ona...Büyük şehirleri hiç sevmezdi...Eski bir aile evinde oturuyordu...Antikaları satar mıydı bilmiyordu ve pek de kafa takmıyordu doğrusu. Dükkan babasına aitti...Babasının eski manifatura dükkanı ve bir hayli de büyüktü...Babası tekstil işiyle uğraşıyordu şimdilerde bayağı da iyi kazanıyordu .
Kadın gittikten sonra “Bunları neden anlattım ki” diye düşündü Verda...Kadın sadece Ressam olduğunu söylemiş ve hiç konuşmamıştı neredeyse...Aralarında oluşan sessizlikten ürktüğü içinde belki durmadan bir şeyler anlatmıştı Verda...Oysa kadının bundan rahatsız olur gibi bir hali yoktu. "Gözleri ne garip" diye düşündü. Demir soğukluğunda ve parlaklığındaydı o gözler...Gülümsediğinde bile ifadesi değişmiyor sadece kırılan bir buzun tekdüze hareketi oluşuyordu yüzünde.
Gecenin lacivert yansımalarında yüzünü duvara dayamıştı betonun soğukluğunu içsin diye teni...Saatlerce çalıştığı halde ellerindeki sıcaklık hala gitmemişti. Aynadan seyrettiği mor atlaslara bürünmüş esmer güzeli kadın capcanlı gözleriyle yakaladı onu ve sonra aynı güçle bileğini tuttu...Direnmesine fırsat tanımadan alev alev yanan elini yüzüne dokundurdu. Sanki ilk kez dokunuyormuş gibiydi kendi yüzüne, yanan ellerini yılların soğukluğunu taşıyan yüzünde tanımak ister gibi dolaştırdı bir süre gözlerini kapattı artık yalnız kendisi vardı aynadaki kadının sözlerini duymuyordu:
-Bir çok bedene dokundun bu doğru. Ama asıl yapman gerekeni hep erteledin.
Elleri sanki denetiminden çıkmış gibi yada belki de ilk kez ne yapacağını bilir gibi dolaştı yıllarca unuttuğu bedeninde...O güçlü sert elleri yumuşak birer martıya dönüştüler uçuştular uçuştular...Yavaşça boynuna dokundu uzun zarif boynuna gerdanına doğru kaydı eli resmini yaptığı bir çok kadının gerdanından daha çekici duruyordu, bunu hiç düşünmemişti şimdiye kadar...Bedenine göre küçük bulduğu göğüslerini tuttu iki eliyle ve ilk kez bu kadar diri olduklarını fark etti hiç bir ateşli sevişmesinde olmadığı kadar diri...Aynadaki kadın konuşmaya devam ediyordu sesi fon müziğiydi sanki romantik bir jazz gibi:
-Hüznü eritecek sıcaklık sadece sende var. Kendi bedenine dokunamadıkça kurtulamazsın ondan...Kendini kucaklamadıkça sen olamazsın ki !...
İçinde yanan binlerce ışığın alevi aydınlatıyordu şimdi salonu. Başkalarının dokunuşunda kendini neden hissedemediğini anladı ve neden bu sefer farklı olacakların peşine düştüğünü, neden rüyalarında yok olduğu uçurumlarda tutunmak için uyanıp yanındakine sarılışını ve o kuyuların ve uçurumların neden hiç bitmediğini...Her gece her gece onu içine çektiklerini...Elleri bacaklarında ve kuytularında dolaştı bir süre kadın olduğunu hem de güzel bir kadın olduğunu anladı...Hiçbir erkeğin hissettiremediği kadar güzel...Sonra sardı bedenini kollarıyla sımsıkı uzun kolları belki de ilk kez bu kadar işe yarıyordu...Dudakları aralandı ve alışık olmadığı bir tonda yumuşak ve içten...."Seni seviyorum Luna" dedi ve "Seni seviyorum Baba" diye haykırdı. "Beni bırakıp gitsen de aniden... kadehlerin ışıltısını tercih etsen de bana...seni seviyorum ben...hep sevdim" “Hoşçakal baba”.....
Eline geçirdiği bir fırçayı kırmızıya daldırdı ve aynaya büyük harflerle “Luna” yazdı...
Aniden fark ediverdi evin ne kadar soğuk olduğunu...Teni sıcacıktı şimdi ve üşümek istemiyordu. Sobayı yaktı, bir fincan çorba hazırladı kendine ve boya tüplerini sıraladı masanın üzerine. İmzasını attığında çoktan sabah olmuştu bile...Tatlı bir kış güneşinde ışıldıyordu deniz...Uzaklardan yosun kokusu geliyordu.
Bir Haber :
Tanınmış Ressam Nalan Arev "Ay’daki Hüzün" adını verdiği resim sergisini “Mehtaplı”da açtı. Küçük bir antika dükkanında resimlerini sergileyen Nalan Arev’in Luna imzalı son yapıtları oldukça ilgi çekti. Antika dükkanının sahibi Verda K...dükkanının dekorasyonunu da Nalan Hanım’ın yaptığını belirterek "Bu tür etkinliklere her zaman açığım" dedi. Sergiyi genç yaşta alkol komasına girerek ölen Rus asıllı babasına ithaf eden Ressam, "İstanbul’a dönecek misiniz ?" sorusu üzerine "Bir süre daha buralardayım ama hiç belli olmaz beni her an bir gece klübünde veya Pekin’de görebilirsiniz" diyerek esprili bir yanıt verdi. “Mehtaplı” halkının çok gururlandığı bu sergiyi ay sonuna kadar izleyebilirsiniz.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.