- 6213 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KARŞIDAN GÖRDÜĞÜM
KARŞIDAN GÖRDÜĞÜM
Soğuk, bulutlu günler bazı insanın ruh halini bozar. Öyle anlarda evde pencere önünde oturup, çayını yudumlarken görüş alanındaki manzaraları seyretmekten haz alanlar olduğu gibi, uyumayı tercih edenler vardır. Birçok insan evdekiler gibi şanslı değil. Bazıları kapalı işyerlerinde çalışırken, bazıları dışarıda çalışmakta, bazıları da cadde ve sokaklarda dışarıdalar. Bugün soğuk ve rüzgârlı bir gün. Yavaş, yavaş yağmurun sesi de geliyor, gök gürlemesi yoğunlaştı. Şiddetli rüzgâr ağaçları kökünden sökecek gibi. Çok ağacın dalları kırılmış. Gökyüzü adeta yere yakınlaşmış gibi. Yağmurun ilk damlaları yere düşmeye başladı. Birazdan ortalık tamamen sel yığınına döneceğe benziyor. En iyisi bir an önce eve gitmek, ama evle bulunduğum yer epey aralı. Yağmur birden bastırırsa eve gitmektense korunacak bir yer bulmalıyım. Çelen altı da emniyetli değil. Rüzgârın şiddeti devam ediyor. Kiremitleri söküp atabilir. Yağmur damlaları başladı başlamasına ama ortalık savaş alanı gibi. Her yer toz duman. Göz gözü görmüyor. Yerde ne varsa havalanıp tekrar yere düşüyor. İnsanlar yürümekte zorlanıyor. En güzeli bir sığınacak yer bulmak. Karşıda sinema var sinemanın gişe önü bayağı geniş. Yağmur tamamen yoğunlaşmaya başladığında orası da kalabalıklaşır. En güzeli oraya geçip, yağmurun yağması geçinceye kadar durmak.
Okulumuzun karşısındaki sinema çok kahrımızı çekti. Eğlenme yeri olduğu gibi, okulu kırdığımızda saklanma yerimizde oldu. İlk aşklarımızın doğmasına ev sahipliği yaptı Şimdide yağmurdan koruyacak. Koşar adım sinema tarafına gişe önüne geçtim.
Benim gibi yağmurun şiddetini düşünenler yavaş, yavaş bir yerlerde kendisini koruma altına alıyorlar. Buralarda pek fazla çelen altıda yok. Ana cadde kaldırımı çokça dükkân ve evlere değil de bahçelerinin duvarlarına dayanıyor. En güzeli sinemanın önünde durmak. Yağmur hızlanmaya başladı. Kaçışan, dükkân çelenlerinin altına sığınan, evlerin kapılarının kenarlarına sığınanlar var. Bulunduğum yer kalabalıklaşmaya başladı. Koşarak gelenler ıslanmış durumda. Yağmur şiddetini artırdı. Yağmur suları caddenin mazgallarına akarsu gibi akmaya başladı. Celen kenarları neredeyse insanların sığınmasına cevaz vermiyor. Yağmurdan sıçrayan damlalar paçaları ıslatıyor. Benim bulunduğum yerde şimdilik sorun yok. Sadece yağmur yağışının kısa sürede bitmesini düşünüyorum. Bir genç bayan karşı kaldırımda duruyor. Sanırım gizlenecek yer bulamamış, yâda nedenini bilmediğim sebepten ötürü öylece yağmur altında duruyor. Kendi kendime ne sıkıntısı var ki diyorum, ıslanması hakkındaki düşüncemle de içimden konuşuyorum ve bu arada yağmur sesini duyamaz hale geldim. Bayanla sanki bir an yan yana gelmişte sohbet ediyor gibi oldum. Yağmur altında duruşunu anlatırcasına, gördüklerimi ona anlatıyor gibi hayallere daldım.
Hani o köşede duruyordun ya dedim. Elinde şemsiye ama açmamışsın yağmur altında ıslanıyordun. Bakınıyordun belli ki birini bekliyordun. Tedirgin bekleyişin birazda sinirin verdiği yüz halini görmeliydin diyordum. Görünüştede düşüncelerimi yansıtıyordu. Biraz sinirli gibiydi. Kaşları asık saçları diken, diken olmuş, rüzgârın şiddeti bile saçlarını dalgalandırmıyordu. Yanlara açılmış kolların ise sanki oluk olmuş da yağmur sularını akıtıyordu. Üşütüp hastalanacağını bile düşünmüyor gibiydi. Bende korktum bu halinden. Gidemedim yanına. Uzaktan bakındım sadece. Bir an şemsiye sanki dayakçı değneğine dönüşüp kafaya inecek gibiydi. Her kimse beklenen o beklenenin kafasını ikiye bölecek gibiydi.
Bu benim düşüncemdi. Sanırım o başka bir durumdaydı da ben yanılmış olabilirdim. Epeydir orada öylece duruyor ve yağmurdan ıslanmıştı. Esen rüzgârdan da ıslanan elbisesi vücuduna soğuk, soğuk değdiğinden kas katı kesilmiş adeta içi titriyor, ellerini ovuşturuyor üşüyordu. Alnının sarardığını yanaklarının kızardığını ellerinin titrediğini ve ateşinin yükseldiğini hissediyor gibiydim. Keşke koltuk altına aldığı şemsiyesini açsaydı da ıslanmasaydı diye söylendim. Bir an şemsiye ye dikkatim kesildi. Gök mavisi renkli kumaş üzerinde puanlı desenler vardı. Şemsiye tellerinin kumaşla bağlantılı yerleri siyah pullarla sıkıca bağlanmış sağlam duruyordu. Elle tutulan kısmı hiç açılmayacak gibi kilteliydi.
Bir an içimden bir ses yanına gitmemi, tanışıp, konuşmamı bu soğuk yağmurlu havada onunla ilgilenip acil bir durum varsa önlem almamı söyledi, ama bir türlü ona gitmek için cesaretimi toplayamadım. Zarafeti ve şıklığı hele, hele gergin hali beni ürkütüyor yanına gitmemi engelliyordu. Onun yanı gidemeyişimin bir cesaret ile ilgili bir anımı hatırladım.
Çok küçükken bahçemize yakın semt de dizi, dizi sıralı söğüt ağaçlarının arasında nereye ulaştığını bilmediğimiz bir yere, bir beldeye akan akarsuda yüzmeye giderdik.
Yakın mahalle çocukları hep oraya gelirdi. Yüksekçe bir tepe vardı. Oradan suya atlarlardı yüzerek kıyıya çıkarlar koşarak tekrar atlamaya giderlerdi. Bende arzu ederdim. Koşarak tepeye giderdim. Oradan aşağıya bakar atlamaya niyetlenir atlayamazdım. Atlamak için tekrar denerdim ama nafile. Cesaret edemezdim. Öyle yüksekti ki suyun tabanı görünmüyor koyu mavi ile yeşil tonun karışımı bir renkte sanki çok, çok derin gibi görünüyordu. Suya atladığımda ya içinden çıkamayıp boğulursam yâda sakat kalırsam diyordum. Bir çıkmazın içinde kalmak yapmak istediğini yapamamak çok zordu. O zorluğu yağmur altında ıslanan hiç bir yere de gitmeyen genç bayanın birisine ihtiyacı olduğunu da düşündüm. Lakin gidemedim bayanın yanına. Sana ne çekil git yanımdan üzerine vazifemi dermiydi.
Bir keresinde ilkokulumun bitimine yakındı. Bahar ayları içinde rüzgârın estiği, yağmurun göz açtırmadığı ve bulutlar arasında da olsa güneşin çokça göründüğü üşümekle ısınmanın birlikte yaşandığı ayların içinde gönüllere mutluluk sevinç veren bayram havası da esmeye başladı. Küçükken ben bu bayrama karın doyurma bayramı derdim. Büyükler rahatlıkla bir şeyler yiyecekleri için, küçüklerde alınan giysiler, hediyeler için sevinir bilirdim, buna da bayram denilir zannederdim. İşte böyle güzel bir bayram da bana alınan siyah ayakkabı, siyah takım elbise beyaz gömlek kravat ve hele, hele ceketimin sol göğsün de üçgen şeklinde mendili hiç mi hiç unutmuyorum. O mendili ceketimin sol üst cebine koymak istemezdim, ama büyüklerim istiyordu. Bana mendil takıntı oluyordu. İsteksiz takıyordum.
Bugünde öylesi bir ortam var, yani rüzgârlı, yağmurlu ve de bulutlu belki de ilerleyen saatle de güneş de olacak. O tedirgin sinirli ama eşsiz güzelliği görmek, tanımak bana çocukluk bayramımı hatırlatırken şemsiye ise ceketimin sol göğsündeki üçgen şeklinde konan mendil gibi görüyordum. Ne alakası var diyorum ama bir defa şemsiye bana mendil takıntı oldu.
Halen dinmeyen yağışa rağmen Kaldırımlar arasında su birikintilerinin mazgallara akmak için maç kuyruğundan sahaya girmeye çalışan taraftar gibi akıntı sırası bekler gibiydi. Yağmur suyu birikinti yapmasına ve geçişi engellemesine rağmen bayanın yanına gitmek istiyordum. Kararımı verdim çelen altından hızla koşarak sanki yağmurun az yağdığı yer arar gibi birde havaya baktım ve koştum. İlk su birikinti engelini dizime kadar ıslanarak aştım. İkinci su birikintisinden atlamaya hazırlandım, ancak bir kamyonetin tekerleğinden üzerime sıçrayan suyun hışmına uğradım, kuru hiçbir yerim kalmadı. Sanki üzerime kova ile su döküldü. Ben bu rezillikle, perişanlığımla uğraşırken bir an bayana olan dikkatim dağıldı. Kendimle kalıverdim. Birden bire bir uğursuzlukla karşı karşıya geldim, düşünemez ne yapacağımı bilemez haldeydim. Ringde yumruk alıp dayak yiyen boksör gibi gözlerimin önü karardı. Ellerimi silkeliyorum, sanki kurutacakmış gibi ıslak elimle alnımı siliyorum, elbisemi çırpıştırıyor eğilip üzerime bakıyorum. Ağlanacak durumdaydım. Artık yapacak bir şey yok ıslanmaktan korkmayan balık gibiydim. Su engelinden atlamaya da gerek kalmadı. Artık karşı kaldırıma geçebilirim. Öylede yaptım. Kaldırıma geçtim. Bayanın bulunduğu yöne döndüm. Bayanı göremedim telaşlandım, etrafıma bakındım. Göz ucuyla uzakları şöyle bir taradım bayan yok. Nereye gitti demin buradaydı dedim. Keşke dedim keşke yerimden kıpırdamasaydım, hem ıslandım hem onu kaybettim dedim. Kaybolduğu yerin biraz ilerisinde taksi durağına yürüdüm. En çabuk eve taksi ile gidebilirdim. Zaten kuru hiçbir yerim kalmadı. Nöbetçi taksiye el ettim. Biran önce taksiye binmeliydim. Üşüyorum içim titriyor ıslaklığın verdiği rahatsızlık ise dayanılmazdı. Taksiye bindim. Şoförün adres sormasına fırsat vermeden adresimi söyledim. Taksici halimi sordu kısadan anlattım. Kamyonet beni bu hale getirdi ıslandım üşümede başladı dedim. Acele edip eve ulaştırırsan bana iyilik edersin yoksa iyiden hastalanacağım dedim. Bu arada gözüm yol boyunca onu aradı. Kaldırımlar boş çelen altlarında birkaç insan onlarda yağmurun dinmesini bekliyor. Araçlar bir telaş içinde hareket halindeler sanki ıslanmaktan korkup kaçar gibiler. Su birikintilerine dikkat etmiyorlar geçen araçların sıçrattığı yağmur suları araçların camlarına kadar sıçrıyor silecekler silmeye adeta yetişemiyordu. Önümüzden giden araçların tekerlekleri arka tarafına asfalttaki suyu bahçe sulayan fıskiye gibi dağıtıyor ya oracıkta sanki buhar oluşuyor gibiydi. Büyük kamyonların tekerleklerininki ise daha fazla su dağıtıyor adeta ön taraf görülmüyordu. Çok dikkat edilmeli. Acele edilmemeliydi. Gerçi taksici aracını ustalıkla kullanıyordu. Bu arada eve yaklaştık. Bende üşümenin verdiği ağırlık gözlerimi de ağırlaştırdı uykum geldi öylesi bir uyku ki şöyle uzansam sağ tarafa kıvrılıversem kendi horlamamı duya, duya uyusam çok zevkli hoş bir uyku hali ama uyumamalıydım. Böyle hallerde uyuklama normal değil. Kış günleri gibi soğuk yok ama olsun uyunmamalı hatta soğukların eksinin altında olduğu kış günlerinde açıklarda kalmak tehlikeli. Hareket edilmeli uyunmamalı. Avcılardan duymuşluğum var. Anlatmalarından bilirim. Tipiye kapılıp yolunu kaybedip, ellerinin ayaklarının uyuştuğunu, hiç bir şey hissetmediğini hoş bir uyuklamanın oluştuğunu anlatırlar. Soğuk karla ovuşturulmalı kan hareket ettirilmeliymiş. Bu arada ev göründü birkaç dakika sonra evdeyim. Onu kaybetmenin üzüntüsü ile eve gelip perişanlıktan kurtulacak olmanın sevincini yaşıyorum. Evet, nihayet evdeyim taksiyi gönderdim. Babaannemin ne olduğunu öğrenmek için soru yağmuruna girmeden üzerimi değiştirip uzanıp uyumak istiyordum.
O vakitler gençliğin verdiği deli dolu duygular bambaşkaydı. Lise tahsili bitmiş. Gelecek yılların nasıl olacağı düşüncesi vardı. Tahsile devam edip edemeyeceğim düşüncesi ve her şeyden önemlisi bir işimin, mesleğimin olup olmayacağı düşüncesi içindeydim. Aklım karma karışıktı. Şimdi genç bayanı da düşüncemin arasına koydum. Acaba ne haldeki, bir daha görme imkânım olacak mı, şayet karşılaşırsak kendimi tanıtıp konuşmak istesem konuşmayı kabul eder mi, o günkü olayı ve yaşadıklarını sorsam bana anlatır mı, benim yaşadıklarımı anlatmak istesem dinler mi. Hadi dinledi güler mi. Düşüncelerine daldım.
Bir zaman benzer olayı yaşamıştım. Lisede öğrenci olduğum ilk yıllardı. O vakitler de İlçemizde ciddi anlamda değişiklik oluyor, çukur alanlar dolduruluyor, yollar genişletiyor, köprüler yapılıyor, asfalt dökülüyor bazı mahallelerde bu çalışmalardan ötürü aksaklıklar oluyordu. Eve veya iş yerine bir araba ihtiyacı duyulsa belediyemizin çalışmalarından dolayı araç ileride bir yerde durmak zorunda kalıyordu. Şikâyetçi olmasak bile bu tür sıkıntılar yaşanıyordu. O vakitlerde İlçemize yeni otobüs terminali de yapılıyordu. Terminal sahası çok çukur bir araziydi. Sanırım satıh sert olsun diye önce köprü yapılıp sonra toprak ile doldurulmuştu. Bir gün, gün ortasında buradan sanayiye gidiyordum, yapımı bitmiş toprak doldurması yapılan köprünün altından inilti duydum, aşağıya indim. Otuz kırk yaşlarında bir bayan yerde yatıyor elleri ile karnını tutuyor ağlıyordu. Üzerinde mavi renkli gabardin kumaş tan dikilmiş giysi vardı. Sümerbank bez fabrikasında çalıştığını anladım. Giysi fabrika çalışanlarına mahsustu. Bayanın yattığı yerin biraz ilerisinde içi boş sinek ilacı poşeti gördüm. Belli ki zehir ilacını içmiş. Hemen yakın bir eve koştum. Kimya dersimizde görmüştük. Tuzlar ve ‘ Bazlar’ dersinde. Tuzun kimyasal özelliğinde kusturduğunu öğrenmiştik. Bir tas su içine bolca tuz istedim. Acelece bayanın yanına geldim. Geç kalmamalıydım. Tuzlu suyu içirmeliydim. Öylede yaptım. Bayan önce tuzlu suyu içmek istemedi ağzını açmıyor içmemek için direniyordu. Zorladım ağzını açtım tuzlu suyu ağzına döktüm yutmak zorunda kaldı biraz içti Hastaneye götürmeliydim. Arabaya bakındım. İleride geçen tek atlı bir arabayı çevirdim. Arabacının da yardımı ile bayanı arabaya bindirdim. Bayan şuurunu kaybetmek üzereydi. Hastane bulunduğumuz yere takriben bir, bir bucuk km uzaklıktaydı.
Arabacı atı hızlandırmaya çalışıyor ama at da bir canlıydı onunda hızı sınırlı. Sanki yol bitmek bilmiyor uzadıkça uzuyordu. Bozuk yollardan ötürü geçebileceğimiz yol aradığımızdan işimiz zorlaşıyordu. Bugün telefon ambulans ve her imkân var o vakitlerde telefon PTT santraline bağlıydı aranılan numara PTT vasıtasıyla bağlanırdı, ambulans varsa da bilinmezdi. Bayan doğrulur gibi oldu oracığa azda olsa kustu. Tuzlu su görevini yaptı, kusturdu. Bu benim içinde canlı deney oldu tuzlu suyun kusturma özelliğini hiç unutmuyorum. Deneyle öğrenilen unutulmuyor, eğitim deneyle yapılmalı bunu yaşadım biliyorum. Hastaneye geldik. Acile bayan alındı. Hemşireler doktor hemen müdahale ettiler. Bu arada hastanede görevli polis ifademi aldı. Öyle icap ediyormuş. İşim bitti diye gidecek iken polis memuru beni salmadı. Senin işin bitmedi hele bekle bakayım ayrılma şuracıkta dur dedi. Kirli sakallı orta boylu kumral kaşları çatık çehresi asık biri yanıma yaklaştı. Sağ kolu sarılıydı gömleğinin sol tarafı yer, yer kanlıydı. Sarılı olmayan sol kolu ile de midesini tutuyordu. Belli ki acı çekiyordu. Yüz hattın dan da acı çektiği belliydi. Hele delikanlı içerideki kadın yakının mı neden zehir içmiş ölürse halin perişan seni habise atarlar dedi. O vakit karnıma bir ağrı girdi. Korktum zaten polis de kötü, kötü bakıyor gibi görünüyordu. Hemşire ikide bir odaya girip çıkıyor, bir şeylerde söylemiyor. Ben bayanı kurtarmaya çalıştım. Neden habise atsınlar ki diyorum, ağlamaya başladım. Karnımın ağrısı arttı. Sanki tuvaletim varmış gibi oldum. Ellerim titriyor. Kürek kemiklerim, dizlerim ağrıyor. Sırt ve omuzlarım kulunç olurda tıkırdatınca rahatlanır ya işte öyle bir durumdaydı. Ağrılı yerlerimde bu durumu devamlı ister hale geldi. Sanki tik oldum. Gözyaşlarımı tutamıyorum. Kapının yan tarafına çömeldim. Tanıdığım kimse yok büyüklerime haberde salamıyorum. Haber salmakta istemiyorum. Gelecekler kızacaklar. Seni ne ilgilendirir diyecekler. Bayanın bulunduğu kapı açıldı. Doktor göründü, polisi içeriye çağırdı. İçeriye giren polis ne yapıyor bilmiyorum ama tek bildiğim benim ne olacağım. Ya kadın öldüyse kapı açılıp kadının öldüğünü söyleyip beni hapse atarlarsa düşüncesinden kurtulamıyorum. Birde niye kurtardım ki beni ne ilgilendirirdi diyorum. Kapıdan da gözümü ayırmıyorum. Nihayet kapı açıldı polis sert imajından kurtulmuş yüzüne gülümseme gelmiş yumuşak bir tavırla bana seslendi. Gel bakalım delikanlı hadi gözün aydın hasta gözünü açtı gel dedi. İçeriye girdim. Bayan ağlıyordu. İlk sözü beni neden kurtardın oldu. Fabrikada çalıştığını, üç evladının olduğunu kazancını ise evlatlarına harcayamadan eşi tarafından kumarda kaybedildiğini, engel olamadığını dayakla zorla elinden aldığını anlattı. Kızdığını tekrar deneyeceğini söylüyordu. O zehir içen bayanı bir daha görmedim.
Yaşadığım bu olay genç bayanla tekrar olası bir karşılaşma olursa yanına gitmeme engel olacak bakarsın konuşmayacak, belki de karşılaşmayacağım bilemem. İlçemiz küçük olmasına rağmen gelişerek büyüyor Kim bilir. Ümit ederim başka yerde başka ortamda tekrar karşılaşırım.
Yıllar çok çabuk geçti. Başka şehir ve başka mekân da yaşam sürüyor. Hayat devam ediyor. Acısıyla tatlısıyla. Hafta içinde görevim gereği spora zaman ayıramıyorum. Görev yerimle evim arası uzak olunca sabah erken vakitte yola koyuluyorum akşam geç vakitte eve geliyorum. Ev halkı ne yapıyor derlerse uyuyorlar diyorum. Çünkü onları hep uyurken görüyorum. Cumartesi öğleden sonra ve Pazar günü hariç. Semtimiz spor yapmaya elverişli. Bir daire düşünün dairenin çapının yarısı alabildiğine dağ’ın eteği. Yeni yerleşim alanı olunca etrafları henüz boş. İleride apartmanlar dikilir. Trafik ve insan kalabalığı olmadan şimdi tadını çıkartmak lazım. Belediyemiz iyi çalışıyor. Çevre yolu mükemmel, orta refüjünde gül ağaçları ile erguvan ağaçları dikili. Sağlı sollu çam ağaçları ile muhteşem görüntüde. Havası tertemiz. Yaz ayları her vakit gedavet rüzgârı eser. Hele sıcak havada hep serindir bizim oraları.
Pazar sabahı kahvaltı sonrası hazırlığımı yapıyorum. Kışta kalmış gibi giyinip yanıma pet şişede suyumu alıyorum. Evim ile asfalt arası üç buçuk km. dönüşü ile 7 km. bu mesafeyi yürüyüş kararı sayarak yürüyorum. Askerden bilirim. Uygun adımla yürürken Yürüyüş kararı saydırılırdı. Bende Kendi halime uygun adımda yürüyorum. Bundandır yürürken de yürüyüş kararı sayıyorum. İyi oluyor. Bedenimin her tarafı ter içinde kalıyor. Su içmeyi de ihmal etmiyorum. Eve dönüşüm muhteşem oluyor, söz gelişi kuş gibi hafifliyorum derler ya bende kendimi öyle hissediyorum. Ilık suyla duşta iyi geliyor.
Havalar iyiden iyiye ısındı. İş yeri yormuyor diyorum ama şöyle güzel bir tatil iyi gelecek ruhen dinlendirecek. Bir yerlere gitmeliyim. On, onbeş gün sahilde bir yerde: Şöyle denize girip serinlemeliyim. Yüzmeyi çok seviyorum. Akşama kadar yüzeyim denizden çıkmayayım diyorum. Ne o eline kitap alıp şezlong da oturmak kitap okumak turistler gibi başka zaman mı yok, akşamları kitap okumaya en müsait zaman. Haritada Akdeniz sahillerinden en sakin yerlere bakmalıyım. Antalya sahilleri, ya da Muğla’ya bağlı sahiller güzel diyorlar. Ama en iyisi haritaya bakmak. Birde raftan haritayı getiren olsa diyorum. Yorgunluk değil de tembellik işte. Kalktım aldım. Masa üzerine de açtım. Sahillere göz gezdirdim. Antalya’dan sonraki yerlere gitmedim bu yıl o yöne gitmeyi düşündüm. Antalya Kemer arasında güzel yerlerde varmış. Antalya da kalırsam gitmek istediğim yerleri de görürüm. Ev halkına da böyle bir seyahat düşünüyorum ne dersiniz dedim. İzinlerimiz uyuşmadığından sıcak bakan olmadı. Görünen giden yıllarda olduğu gibi bu yılda yalnız seyahat edeceğim. Şimdi internet den konaklama yerlerine de bakmalıyım. Fiyatların ne durumda olduğunu öğreneyim. Adres ve telefonları da var. Uygun olan yerler plaja biraz uzak yakın olsun istiyorum. Yakın olan yerlerde pahalı. Pansiyonlar aileye hesaplı yalnız olunca otel hesaplı. Buldum galiba plaja 700 m. Mesafede fiyatı da bana uygun hemen arayıp rezervasyon yaptırmalıyım. Tarih belirledim ve telefonu çevirdim, Telefona çıkan yetkili yerlerin dolu olduğunu söyledi. Geleceğiniz günden 10 gün önce ararmısınız dedi. Bu yıl zorunlu olarak tek tatil yapacağımdan tek olduğumu söyledim. Yetkili 6 gün sonraya bir kişi için yer boşalacak o yeri verebileceğini söyledi, uygun mu dedi. Tereddüt etmeden rezervasyon yaptırdım. Rahatladım. Hazırlıklara başlamalıyım. Valize koyacaklarımı not etmeliyim az giyecek götürüp ama bütün ihtiyaçlarımı giderecek giysi almalıyım. Hiç kullanmayacağımı valize koymamalıyım. Valize konacaklar taşımada hafif ama giyside zengin olmalı. İki deniz havlusu iki mayo iki tişört ve terlik muhakkak olmalı, ıslaklar çıkartılıp kuru olanlar giyileceğinden ikişer adet bulunmalı. Gezmek içinde temiz yazlık elbise ve traş malzemesi, ayrıca haricen giyilecek spor takım elbise yeterli. Sabırsızlıkla sabah olmasını bekleyen bayram çocuğu gibiyim. Sevincimden içim içime sığmıyor.
İlkokul ikinci sınıftaydım. İyi hatırlıyorum, O vakitler okul Müdürüne Baş Öğretmen deniliyordu ve ilkokul beş yıldı. Okul önünde birinci sınıftan başlamak suretiyle iki üç dört ve beşinci sınıflar yerlerini alarak istiklal marşımızı okuyup sonra okul andımızı okurduk. Sonra da Baş Öğretmenin talimatlarını dinlerdik. Senenin başıydı. Her yıl olduğu gibi mezun olan izcilerin yerini dolduracak izcilerin kayıtları yapılacaktı da Baş Öğretmenimizin o günkü konuşması da izci kayıtları hakkında oldu. Şartlar sınıf öğretmenimiz tarafından velilerimize açıklanacağı bunun içinde velilere verilmek üzere yazının öğretmenlerimiz tarafından bizlere verileceğini söyledi. İzci olmak çok güzel. Elbise Üniforma gibi oof insan baktımı bir daha bakası gelir. O gün beş ders zor geçtiği gibi okul ile ev arası mesafe uzadıkça uzadı. Eve geldiğimde. Babaannem gel bakalım askerim derdi de sıkıca sarılır, okulda ne öğrendiğimizi sorardı. O gün ne öğrendiğimizi değil, İzcilik kaydının yapılacağını söyledim. Bunun için yazı gönderildi dedim. Babaannem tamam dedi mi akan sular dururdu. Annemde, babamda kabul ederdi mecburdu. Babaannem aile reisiydi, torunlarının istekleri de onun için öncelikliydi. Neticede de öyle oldu. Babam, Babaanneme tamam, yarın okula uğrayıp izci kaydını yaptırayım dedi. Öyle çok sevinmiştim ki tahmini mümkün değil, tatile çıkma sevincimin bir benzeriydi sanki.
Hazırlıklarımı yaptım, eksikliklerim yok gibi unuttuğum olursa da ihtiyaca göre Antalya’ da temin ederim. Zaten kaç gün kalacağım. Hazırladığım valizi arabaya yerleştirdim. Seyahatimi, Karaman, Mut, Gülnar ve Bozyazı sonra sahilden devam etmek üzere, sahil yolundan tercih ettim. Yol uzun olacak ama olsun. Görmediğim yerleri görürüm diye düşündüm.
Her insanda olduğu gibi bende de Seyahate çıkmadan önceki heyecan başladı. En çok kazadan korkarım. Araç kullanırken veya kullananların yapacağı hatalardan korkarım. Allah esirgesin. Sabahleyin erkenden çıkarım trafik sakin olur. Kahvaltı yapmadan. Kahvaltımı yolda kamyoncuların uğradığı lokantalardan birinde mola verip yaparım. Kamyoncular nerede lezzet var iyi bilirler. Erkenden yatıp, derin bir uykudan sonra sabahleyin dinç bir şekilde kalkmalıyım. Vücut dinlenince kendisi uyanır. En güzel uyanma biyolojik uyanmadır. Temiz havadar odada sağlıklı vücut uykuda ise fazla uykuyu reddeder kendisi uyanır. Hazırlık yaptığımdan yoruldum uykumda geldi sayılır somyaya şöyle uzandım.
Sabah erkenden uyandım. Sabahın erken vakti olunca içeri karanlık, akşam yatarken gece lambasını yakmamıştım. El yordamı ile lambayı buldum ve yaktım. Bir gün önceden hazırlık yaptığımdan evden çıkmam kolay olacak. Erken çıkıp belli bir yol kat etmeliyim. Çorbada içeceğim.
Bizim oralarda güneşin doğuşu bir harikadır. Önce gün aydınlanırken güneşin doğduğu yerde kırmızı renk oluşur. Bir müddet sonra kırmızılık kocaman tepsi şeklini alır ve etrafa ok gibi ışık yayılır. Bu tepsi şeklindeki kırmızılık yükseldikçe de aydınlığa dönüşür ve dünyamızı aydınlatan güneş kendini gösterir. Bu güzel manzarayı izlemek istedim erkenden yola çıktım. Tepelerde daha da güzel görünen bu doğa harikasını bir kenara durup seyretmeliyim. Bu tür manzaranın kim bilir kaç kişi resmini çekmiştir. Bende bu harika güneş doğuşunun resmini çekmeliyim. Tam vaktinde çıktığıma sevindim. Yollarda fazla araba yok etraf gece elbisesini çıkarmak üzere, eskiden halkın un ihtiyacını karşılayan değirmene geldim. Değirmen virane olmuş, duvarları yıkılmış atlar ve eşeklerin bağlandığı yerler harap olmuş, değirmenin tepesinden akan dere kurumuş, bir damla su akmıyor. Kocaman değirmen taşını çeviren su akmıyor su oluğu ise çürümüş hele o etrafında değirmen sırasını bekleyen insanları misafir eden sohbetlerini dinleyen söğüt ağacının durumu içler acısı. Etrafından iki metre yüksekten aşağıya doğru su akardı da bu akan su küçük bir şelale görünümündeydi artık oda yok akmıyor kurumuş. O kocaman söğüt ağacının dalları da birer, birer kırılmış. Eski ihtişamını, konuklarını suyunu şelalesini kaybeden söğüt ağacı doğasına küsmüş etrafında azıcık gölgesiyle son zamanlarını yaşıyor gibiydi. Kıraç hale gelen bu topraklarda ise o deve dikenleri denen otlar bürümüş. Şehre buradan bakındım. Şehir harika görünüyor. Güneşin doğuşuyla bu güzel manzaranın resmini çektim. Eskiden ayakta olup da virane olmuş yıkık değirmenin son halinin resmini de çekmeyi ihmal etmedim. Hareket ettim. Epey bir km yol kat ettim. Kahvaltı etmeliyim ama kamyon şoförlerinin uğrağı olan lokanta da.
Bir müddet sonra arzu ettiğim gibi bir lokantaya geldim. Dışarıya masa sandalye konulmuş. Etraf tertemiz. Sırtını kayalara dayamış iki katlı bir bina ikinci katı sanırım ev altı ise lokanta olarak işletiliyor. Lokantanın küçük bir alanında arabalar için park yeri var. Üç tanede kurnalı biri hortumlu çeşmesi de mevcut. Arabamı çeşmenin yanına park ettim. Elimi yüzümü yıkadım. Birde el kol hareket yapıp vücut kaslarımı çalıştırdım. Masaya oturdum. Karnım iyiden acıkmıştı. Çorba kokusu mis gibi geliyor. Lokantacı taze dilimlenmiş ekmeği getirdi. Masayı da bir güzel sildi. İsteğimi sordu. Paça, işkembe ve mercimek çorbasının olduğunu söyledi ve mercimek çorbasını övmeyi ihmal etmedi. Bende tercihimi mercimek çorbasına yaptım. Dendiği gibi bu kamyon şoförleri ağzının tadını biliyor. Tek başınayım. Uzun yolculuğa hareket ettim. Bana eşlik eden radyo, birde arabamın çıkardığı ses, başka ses yok. Kıvrım, kıvrım yollar arkamda kalıyor. Dağlık arazi sağlı sollu biri biterken diğeri başlıyor. Bir taraf dağlık, diğer tarafı uçurum, uçuruma baktığımda kendimi uçak da hissediyorum. Hareket halinde olunca sanki arabam uçak bende pilotum. Manzara görülmeye değer. Manzaranın fotoğrafını çekmek istedim Yollar oldukça dar. Bir boşlukta durdum. Başka geçecek arabalara engel olmamak için. Aracımdan indiğimde, ılık meltem vücuduma yumuşak bir el gibi dokunuyor sandım. Okşuyor gibiydi, dokunuşunu okşadığını hissettim. Kuş sesleri ise müzisyen edasıyla adeta şarkı söylüyor beni büyülüyordu. Arada gelen esinti ruhumla dans ediyor gibiydi, beni büyülüyor bambaşka hislere, düşüncelere salıyordu. Biraz ilerledim. Uzaklara bakındım. İleride kayaların arasında saçları kıvırcık kulak arkasında tokası takılı bir peri kadar güzel kadın sülieti belirdi. Islık çalıyor şarkı söylüyor gibiydi. Muhteşem bir manzara görülmeye değer. Saatlerce burada kalamazdım. Yolum uzun acıktım da. Sabahleyin çorba içmiştim. İleride bir lokanta bulacağımı düşünemiyorum. Hareket ettim. O kadar tepelere çıkışın inişine başladım. Dolana, dolana ormanlık araziden aşağılara indikçe adeta gökyüzü kaybolmuş gibi. Uçurumlar bitmiş, dönemeçleri dönerken karşıma kayalar belirmeye başladı. Bazı kayaların etrafında bulutlar yol bulup ta gidememiş sıkışmış kalmış gibi görünüyor. Daha ileride nasıl bir manzara ile karşılaşacağımı merak ediyorum. Yolumun bitmesini istiyor gibiyim. Birde ne göreyim. Yolun ortasında, yollara meydan okurcasına kafasında çınar ağacı gibi dallar budaklar bir o kadarda heybetli mağrur mu mağrur ayrıca korkusuz bir Geyik. Canlısını hayvanat bahçesi dışında ilk defa görüyorum. İlk defa dedim. Çok eskilerde liseyi bitirdiğim yıl Mersin İli Mut İlçesinin Çukur bağı köyünde etini yemiştim. Aslında bu geyik eti bir tesadüf oldu. Henüz lise biteli 10 gün olmuştu. Kendisine çok değer verdiğim sınıf arkadaşım Nedim ile birlikte İstanbul gezisi yapmak istedik. Kolay mı koskoca lise bitti. Geziyi hak ettik. Nedim ile arkadaşlığımız farklıydı. Söz verdik mi sözümüzden dönmezdik. Nedim delikanlı bir arkadaş dı. Zarar gelmezdi. Konya’da amcasının yanına gelecektik. Yine Konya’da bir gece kalıp, dede bahçesinde çay kahve içip sabahın erken saatinde İstanbul’a hareket edecektik. Düşüncemizi harekete geçirdik. Hiç vakit kaybetmeden evlerimize gidip hazırlık yapıp, otogarda buluştuk. Biletlerimizi aldık. Heyecanımız doruk noktasındaydı. Üstelikte o vakitler en gözde 302 model Mercedes marka otobüsle yolculuk yapacaktık. Otobüse bindik 3–4 numaraya oturduk. Hareket saati bir türlü gelmiyor. Beklemek zor oluyordu. Bir anons geçti. Ereğli-Konya yolcularına hayırlı yolculuklar dilendi. Kaptan hareket etti. Ülkemizde çok şeyler değişti. O vakitler otobüslerde sigara içiliyordu. Sigaralarımızı yaktık. Hararetli sohbetimizle mutluyduk. Heyecanlı bir o kadarda sevinçliydik. Konya’ya 2,5 – 3 saate yakın geldik. Arkadaşımın amcasının evlerine gittik. Amcası bizi çok hoş karşıladı. Yemek hazırlığı yapılırken sohbet ettik. Amca bize İstanbul’a hayatınız boyunca bir defa olsun gidersiniz, ancak ak deniz sahillerine gitmezsiniz, yerinizde olsam Mut-Silifke- Anamur cihetine yapardım dedi. Arkadaşım gözüme baktı, önceleri görmüş olduğum yöreleri arkadaşım görmedi düşüncesiyle kafa salladım, kabul ettim. Akşam vakti Konya da biraz dolaştık. Dede bahçesi denilen yaban kestanesi ağaçlarıyla manzarası güzel yıllar sonrası fuar içinde kalan o zamanlar tenis oynanan eğlence yerine geldik. Geç vakide kadar oturduk, sohbet ettik. İçtiğimiz çay ve kahve uykumuzu iyiden kaçırdı. Eve geldik sabaha kadar uyku tutmadı. Konuştuk, konuştuk. Sabah oldu. Uyumadık ama yataktan çıkmak zorundaydık. Kahvaltı hazırdı. Hazırlandık kahvaltımızı yaptık. Arkadaşımın amcası memurdu. O işine bizde Konya’nın otogarına hareket ettik. Otogara geldik önce Mut bileti aldık çünkü Mut’ da bir gün kalıp, ertesi gün Silifke’ye sonra sıra ile diğer yerlere gidip, dönüş yapacaktık. Saat 9 hareket saatiydi. Mut otobüsünün peronunu sorduk. Çok güzel bir otobüs perondaydı. Bindik 1–2 numara koltuklarımıza oturduk. Koltuklar rahat olacak ki arkadaşımda bende uyuklamışız. Otobüs hareket etmiş. Bir yere gelinmiş sonra ihtiyaç molası verildiğinde uyandık. Taştan örülmüş bina önündeydik. Eskilerin tabiri yol gecen han misali bir yer bir şekilde lokantaydı burası. Acıkmıştık da. Yolcular hep kuru fasulye istiyorlardı. Bizde fasulye istedik. Hayatımda yediğim en lezzetli fasulyeydi hala unutmadım. Anons edildi. Yolcularının binmesi için. Hareket ettik 5 km kadar gittik otobüs muavini para toplamaya çıktı. Garibimize gitti ama olsun bizim biletimiz vardı. Muavin yanımıza geldi biletimizi uzattık. Tuhafça muavin yüzümüze baktı. Bileti aldı. Bu bilet Mut bileti ama biz Hadim’e gidiyoruz yanlış binmişsiniz dedi. Ne yapacağımızı sorduk. Konya ya tekrar dönelim istedik muavin Konya ya buradan araba bulmak zor, Hadimden dönersiniz dedi. İkindiye doğru Hadime geldik. Bir tarafı dere sağ tarafı dükkânlarla sıralı bir yerde yazıhanede otobüs durdu. Aşağıya indik. Kâtipten Konya ya dönüş bileti istedik. Ancak sabaha kadar otobüs olmadığını söylediler. Yer ayırmanın olmadığını saba saat 7 de gelin dendi.
İstemesek de otelde Kaldık. Sabah erkenden kalktık yazıhaneye indik. Otobüs yok. Sorduk geleceğini söylediler. Vaktinde otobüs geldi. Yolcular yerlerini aldı bir süre sonra hareket ettik. Hadim ve yol güzergâhında köyleri geride bıraktık Konya- Karaman yoluna çıktık. Şoför durumumuzu bildiğinden Hadim yolu bitiminden Konya – Karaman yolunda Mersin otobüsünü durdurdu. Aktarma yaptık. Mut’a geldiğimizde indik. Yorgun, bitkin, uykusuz bir o kadarda gergindik. bir yanlışlık yatık. bir günümüz boşa gitti. Mut küçük bir ilce yol güzergâhında her yeri dinlenmeye müsait bir yer. Asırlık çınar ağaçlarının etrafı park yapılmış. Çay bahçesi işletilmekte halk orada dinlenmekte muhabbet etmekteler. Yorgunuz ya bir masaya bizde oturduk. Çay dağıtıcı geldi. Konyalılar ne istersiniz dedi. Merak ettim sordum. Konyalı olduğumuzu nerden bildin dedim. Fert başına üç sandalye işgal edişinizden dedi biraz gülüştük. Mut kalesini görmeye gittik. Mut bekçisi kimlik sordu. Kimsiniz necisiniz dedi birazda korkuttu. Karşıda bir iş yerinden kılık kıyafeti düzgün 50 yaş civarında bir adam geldi. Bekçinin espri yaptığını söyledi. Ben Hüsnü öğretmenim dedi. Buralarda işiniz ne dedi. İsimlerimizi söyledik, folklorcuyuz dedik öğretmen madem folklorcusunuz misafirim olun köyümüze Çukur bağ köyüne gidelim. Karacaoğlan’ın mezarını da görürsünüz dedi. Daveti kabul ettik. Köye gittik. Köyden bir gurup avcının avı olan geyik etinin üzerine geldik. Hüsnü öğretmeni ve bizleri de davet ettiler. Bu vesile ile de geyik etini yemiş olduk.
Yol üzerindeki gördüğüm güzel mi güzel geyik eski günleri hatırlattı hatırlatmasına ama kendisine yaklaştırmadı bir müddet etrafına bakındı, bakındı acelesi var gibi zıplaya, zıplaya dağa doğru kayboldu. Hareket ettim bir süre sonra Silifke Gülnar yolu kavşağı bitiminde Aydıncık beldesine geldim. Aydıncık Mersin iline bağlı küçük bir ilçe Akdeniz sahilinin sancak burnu ile taşmasa arasında koy görülmeye değer. Bir rivayete göre buraları Fenikeliler zamanında önemli ticaret merkeziymiş.
Yüksek boylu çamlar ve meşe ağaçlarının gölgesinde, birkaç kişilik bir grup kendi aralarında hem laflıyorlar hem de gülüşüyorlar. Gölgede bir masaya oturdum. Çay işaret ettim. Çay geldi. Şekeri attım atmasına da karıştırmaya mecalim yok öyle bir uyku sardı ki tarif edemem. Karşı grubun kahkahaları da ninni gibi gelmeye başladı. Yorgunluktan göz kapaklarım ağırlaştı hemen oracık da uyumak geliyor hafif den esen rüzgâr deniz havasını öylesine getiriyor ki; dağ ile denizin birleştiği güzel tabiatın bol oksijeni burun deliklerimi acıtıyor. Bir ara grup içinden biri ayağa kalktı yüzü hafif, hafif bana döndü çantasından çıkarttığı fotoğraf makinesiyle benim arkama gelen manzara iğlisini çekmiş olacak ki birkaç poz çekti. Ben bayanın yüzüne baktım. Tanıdık geldi. Sanki bir yerden tanıyorum. Hafızamı zorlamaya kalmadı, tabi ya tanıyorum. Epey bir yıl önce aynı iş yerinde yan yana masada çalıştığımız bayan. Tabi ya o. Fakat ismini hatırlayamadım. Acaba beni tanıyacak mıydı? Bir heykel gibi dona kaldım. Yüzüne dikkatlice baktım. Olduğum yerden kıpırdayamadım. Oysaki yıllar önceleri 5–6 ay kadar birlikte çalıştığımız bayan şimdi burada. Birkaç çay daha içtim. Konuşmak tekrar tanışmak için fırsat bekledim. Bir müddet sonra bayan denize birleşen dere kenarında balık tutan insanların yanına gitti. Tam zamanıydı. Bende gittim. Balık tutanları izlerken içi sevinç dolu gibiydi. Gözleri ışıl ışıldı. Konuşmak istedim. Nede olsa eski bir arkadaşımdı. Bir daha karşılaşmak mümkün değil. Büyük bir fırsattı. Bir daha görüşmek mümkün değildi. Ne diyecektim. Söze nasıl başlayacaktım. İsmini de unuttum hatırlayamıyorum cesaretimi topladım. Seslendim.
- Affedersiniz merhaba balık tutmayı sever mi siniz.
- Pardon tanışıyor muyuz?
O an yüreğim ağzıma geldi sandım. Asılan çehresi, sert ifadesi yumruk gibi geldi. Ayaklarımın ipleri koptu da dermanlarım kesildi. Ağzım kurudu. Konuşmayı beceremedim ne diyeceğimi unuttum. Nemli havanın ve heyecanın yanı sıra sıkılmanın verdiği gerginlikten de terledim sırılsıklam oldum.
- Özür dilerim. Sizi tanıyorum uzun zaman öncesinden.
Hafif gülümsedi. Bu iyiye işaretti. Sanki benzime kan geldi.
Murat
- Bu arada ben Murat bağışlayın epey zaman sonra burada karşılaşmanın heyecanını yaşıyorum.
İpek
- Ben şimdi tanıdım Murat Bey diniz. Evet, Murat Bey. Ben İpek Nevşehir Derinkuyu’dan Banka’da birlikte çalışmıştık. Nasılsınız siz ayrılmıştınız şimdi ne işle makulsünüz. Ben merkezdeyim. Yani Nevşehir’de çalışıyorum.
Ayaküstü 5–6 dakika birlikte çalıştığımız yılları konuştuk. O zamanlar zayıfçaydı. Fazla olmasa da biraz kilo almış. Hafif esen rüzgârdan yüzüne dökülen kestane renkli saçlarını başının arkasına atarken tebessümü hiç değişmemiş. Ay gibi yüzü alımlı kıvrımlı boyun yapısı irice göğsü ince bir beli sanki. Yüzücüleri andırıyor.
Murat
- beş on gün tatili değerlendiriyorum.
İpek
- bizde arkadaşlarla gezi tertipledik. Şimdi buradayım, biraz konakladık. Tur şeklinde dolaşıp, kafa dinleyeceğiz.
Murat
- Bende Konya’ dayım. Görüştüğümüze sevindim. Görev yerim Konya’da
İpek
- Affedersin Murat Bey görüşmemize çok sevindim. Memnun oldum. Arkadaşlar işaret etti. Biz hareket ediyoruz. Kendine iyi bak. Tekrar görüşmek üzere hoşça kal.
Çok sevdiğim bir yakınımdan tren garından ya da otobüs garında ayrılırken duyduğum açıyı tatmış gibi oldum. İçimdeki ayrılış acısı yüzüme vurulmuştu sanki. Bir masumluk çöktü.
Murat
- güle, güle sende kendine iyi bak, görüşmek umudu ile İpek Hanım.
İpek
- Hoşça kal Murat Bey
Murat
- Şey İpek Hanım istersen adres ve telefonlarımızı not alalım. Yolun düşerde uğrarsan memnun olurum.
İpek
- Memnuniyetle Murat Bey tabiî ki bende beklerim.
Çalıştığı yerin adresini, telefonunu vermesi beni çok mutlu etmişti. Bayram çocuğu gibi sevindim. İçim içime sığmıyordu. Hoplamak zıplamak istiyordum. Boşuna endişe ettim diyordum. Hiçbir aksi tavır takınmadı. Kızmadı. Görüşmenin sakıncalı olmadığını ifade edercesine görüşürüz dedi, adresini de verdi.
Mersinin Bozyazı ilçesine geldim. Şehir Anamur’a giderken sol tarafta içeriye doğra deniz kenarına yakın yerleşmiş. Şirin bir yer. Burada konaklamak istedim. Denize de girerim. Biraz serinlerim önce kalacak yere bakmalıyım.
Konaklama yönünden sahil yerlerini severim, Otelde yer bulamazsan pansiyonlar bulunur. Sonra pansiyonlar sahile daha yakın, bitişiğinde, ayrıca otelde tatilde olduğunu hissetmiyorsun. İnsan bir iş gezisi ya da mecburiyetten kalmış gibi oluyor. Pansiyon öyle değil rahat olduğu kadar tatile gelenlerin verdiği bir ortam da dinlendiriyor. Şemsiyesini kıyafetlerini alıp, yüzmeye gidenlerin, yüzmüş yorulmuşta ıslak havlularla dönenlerin hepsi adeta ruhu dinlendiriyor. Hele balkonunda şöyle iki sandalyeyi işgal edipte birine oturup diğerine de ayaklarını uzatıp, birde çay yudumlaması var ya of işte ben dinlenme diye buna derim. Apart otel veya beş yıldızlı otellerden bahsetmiyorum bildik otelde insan bunların bazılarından mahrum kalıyor.
Bozyazı’nın şehir içinde bir tek ana caddesi var sahile doğru bu tek cadde ileride bitiyor. Bu ana caddenin tali sokakları da tatil şehri manzarasında değil, yeni, yeni buralara tatil siteleri yapılıyor.
Bu yöre çok güzel tatil bölgesi olacak. Doğal güzelliklerinin yok olmamasına da dikkat edilirse çok güzel olacak. Eskiden Gemicilere ait olduğu söylendiği korumaya alınan sahildeki onarılması gereken bina ve binalar, o haliyle bile eski yılları hatırlatma ve yaşatmaya yetiyor. Bu tarihi binaların karşısında çevresini yarım saatte dolaşılabilecek tepelik var. Burası fazla yüksek olmayan dağ ama tepe görünümünde yüksek olmayan bu dağın etrafına küçük bahçeli tek katlı taş ve tuğladan evler yapılmış. Evler birbirlerine oldukça yakın. Bu evler balkonuyla hayvanları için ahırıyla kümesi ve ekmek damı dedikleri kileri ve küçük bahçesiyle o bölgeye ayrı bir güzellik veriyor. Hele gece pencerelerden ve sokak lambalarından süzülen ışıklarla yarı aydınlık yarı karanlık manzara görülmeye değer. Komşuları birbiriyle ya akraba yâda yıllardır komşu oldukları söyleniyor. Biri diğerinin kim olduğunu kimin oğlu yâda kimin torunu olduğunu biliyor.
Burada park sorunu yok. Her tarafa arabanı park edebilirsiniz. Yabancıların pek olmadığı yakın yerlerden tatile gelenler yâda yazlık evleri olanların çoğunlukta olduğu pek kalabalık olmayan Bozyazı’da fazla kalmayacağımdan bir gece kalacak yere ama sahilde bir yere bakmalıyım. Arabamı bir alışveriş yapılan market önüne park ettim. Market yanında bir berbere selam verip pansiyon sordum. Berberlerin haberi olur diye düşündüm. Çünkü berberleri ben maharetli bilirim. Çocukluğumda berberler berberlik mesleği yanı sıra diş çekerdi sünnet yapar gazeteden önce haberleri yayınlar düğün ve müzik organizasyonu vs işleri yapanlardı. Traş olmaya gidildiğinde büyük müşterilere ve çocuklara ait sandalyeleri vardı. Çocukların saçlarını kendi düşüncelerine göre keserlerdi. Önde az büyük saç bırakırlar geri tarafı tamamen traş makinesiyle üç numaraya keserlerdi. Büyüklerin işi zordu. Saçlarından sonra sakalları da kesilirdi. Ustura bıçaklarla. Bu bıçaklar bir kayışta sürtülür sonra beze silinip temizlenirdi. İnce uzun lavanta kokulu sabun kullanılır, tahta saplı sakal fırçasıyla sabun köpüklenirdi. Fırça bir tarafı sakal traşı olacak adamın boyun kısmına girecek kadar oyuk su tasında ıslatılır köpüklenir sakala sürülürdü. Bu tası traş olan adam bir eliyle tutardı. Traş bittiğinde yüz yıkanır sıcak su içinde ıslatılmış havluyla yüze masaj yapılır kolonya ve krem sürülür, saç taranır saatler olsun diyerek traş bitirilirdi.
Yanına gittiğim berber marketin üstü pansiyon. Burada kalabilirsin. Yer var. Sahibi yukarıda. Hem deniz karşıda dedi. Çırağını çağırdı.
Çırağa
- koş be garibi çağır bakim dedi.
Işık hızıyla market üstüne gitti geldi 3–4 dakika sonra Garip adında pansiyon sahibi geldi. Ben henüz konuşmadan berber Garibe
- Denizi gören güzel bir yer ayarla
- Garip tamam dedi.
Garip valizimin olup, olmadığını sordu. Birlikte yukarıya çıktık. İki odalı banyo ve tuvaletini denize bakan geniş u biçiminde balkonunu gösterdi. Dayalı döşeli rahat edeceğim muhteşem yer. Odalarda koku olmaması için mutfağın müşterek kullanıldığını söyledi. Ama buz dolap odanızda dedi. Konforun olduğu bir yer.
Halk plajı pansiyona beş yüz metre kadar ileride. Aslında halk burada denize giriyor. Ben halk plajı diyorum. Sahil boyu her yerde denize giriliyor. Oldukça bakımlı. Pansiyon ile denizin kumsalı arası sahil boyunca paket taşlarla örülmüş. Tatile gelenler burada hem yürüyor hem de koşu yolu olarak kullanıyor. Pansiyonun bahçesi kırmızı şemsiye biçiminde açan Japon çiçeği dedikleri çiçeklerle, hurma ağaçları, palmiye ağaçları ve incir ağaçları, kaktüsler, ayrıca tek, tek düzenli ekilmiş mısır yapraklarını andıran kırmızı, pembe ve beyaz renkli açan çiçeklerle ve başka, başka çiçeklerle donatılmış, Denizin kokusu bu olsa gerek. Sanki. Etraf kolonya dökülmüş gibi. Bahçenin ortasında yüzme havuzu bulunuyor. Muhtelif yerlerine de masalar sandalyeler konmuş pansiyonda kalanlar oturup dinleniyor.
Konya ile Bozyazı özellikle Mut’tan sonraki yollar araç kullananlar için dar ve uçurumu olan yerlerin olmasından dolayı sürücüler için dikkat isteyen yol. Çok virajlı. Aynı zamanda doğa çok güzel dikkatini dağıtmaya müsait. Bu bakımdan göz ve zihin yoruluyor. O yorgunluğu hissettim somyaya uzandım biraz sonra ne yapayım diye düşünürken uyumuşum ve akşamın karanlığında gözümü açtım. Bahçe cıvıl, cıvıl müzik ve insanlar. Müzik eşliğinde oynayan ve gezinti yolunda ellerinde dondurma, pişmiş mısır yiyerek yürüyen geçler ile çocuklarıyla birlikte gezinti yapan aileler, gece olmasına rağmen yüzenler kumsalda ateş üstünden atlayanlar. Yakılan meşaleler. Gökyüzüne atılan spot ışık ateşler. Havai fişekler, of burası bir yalancı cennet sanki. Bu ihtişamın arasından kumsala doğru yürüdüm. Hafiften esen ılık rüzgâr bedenime masaj yapıyordu. Rüzgârın vücuduma her dokunuşunda rahatlıyorum. Denizden karaya doğru gelen temiz havayı teneffüs ettim. Ciğerlerimin içine kadar gitmesi için derinden nefes alıp verdim.
Gecenin karanlığında çok uzaklara baktığınızda gökyüzünde yanıp sönen trafik ışıklarını andıran yıldızlar görünüyor. Yerinde duramıyorlar gibi. Çok uzaklarda değil de bu güzel geceye eşlik edercesine yakına gelmişler gibiler. Tribünlerde maç seyreden seyirciler gibi. Kumların üzerine oturdum. Deniz dalgalı. Dalga kıyıya gelirken (çaak) diye ses çıkarıyor, geri çekilirken iri kum taneciklerini de içeriye sürüklüyor. Bu sürüklenme esnasında çıkan ses bir ahenk oluşturuyor. Hani eskiden tahtadan yapılmış beşikler olurdu. Altı kavisli bir ileri bir geri hareket etsin sallansın diye kavis vererek yapılmış ileri geri sallamak için bir uçtan diğer uca sapı da vardı. Anneler ninni söyler beşiğin çıkardığı ses de bu ninniye müzik yapardı. Bizim vardı böyle bir beşiğimiz. Ben dâhil kardeşlerim bu beşikte yattık. Uyuduk, uyandık. Çok ninniler dinledik. Annem bazen kolu yorulurdu da bir ip bağlardı. Bir ucunu ayağına diğer ucunu beşiğe öyle sallardı. Kendiside beşikteki bebeğiyle birlikte minderin üzerinde uyuklardı. Eee! Denizin dalgasının git gelinin çıkardığı ses bana annemin beşikle ninnisini hatırlattı. Annelerin hakkı ödenmez.
Gecenin o güzelliğinde çok iyi uyumuşum. Belli oldu. Ruhum ve bedenim dinlenmiş çok rahat. Sabah dinç bir halde uyandım. Perde arkasından süzülen güneş ışıkları, yeni güne kavuşan kuşların cıvıltıları, sevinçten çığlık atan çocukların sesleri, pansiyonda derin den hafif, hafif dalga, dalga gelen müzik sesi tatilime renk katıyor. Temizlenme kahvaltı biraz denizde eğlenme derken vakitte epey ilerledi. Hazırlıklarımı yaptım. Pansiyondan ayrıldım. Berberle vedalaştım. Anamur a doğru hareket ettim. Yolun sağ tarafı derinlemesine ormanlık. Sol tarafı, kayalıklarla oluşan tamamen deniz. Bir an şöyle tarihin derinliklerine gittim. Buralarda bugüne dek kimler geldi kimler geçti. Bu yöreler nice medeniyetlere ev sahipliği yaptı. Ormanın derinliklerinde âşıklar çiçekler toplayıp, yavuklularına götürdü, hayvanlarını otladılar. Türküler bestelediler kavallarla nice nağmeleri seslendirdiler…
Anamur a her gelişimde kaleye uğrarım. Kalenin etrafında dolaşırım. Film yıldızı Cüneyt Arkının ve kartal Tibet’in malkoç oğlu, Karaoğlan, Kara Murat, Köroğlu, Tarkan ve akıncılar gibi filmleri gözümde canlanır. Televizyonda her yayınlandığında ilk defa seyrediyor gibi izlerim. Çok duygulanırım çok.
Anamur da bir gece bir gündüz kaldım. Çokça fotoğraf çektim. Her defasında iğlimi çeken fil kulaklarını andıran muz yapraklarıdır. Anamur deyince aklımıza muz gelir. Belediye şehir girişine muz şehri olduğunu hatırlatan omuzda muz resimli kadın heykel yapmış. Her yer muz seralarıyla dolu. Birde yer fıstığı. Bol yetişiyor. Kaktüs ağaçları çok bol. Sanırım kendiliğinden çıkıyor. Meyvesinin tüyleri vücuduna saplandığında aşırı kaşıntı yapıyor. Meyveleri de manavda ve pazarda satılıyor. Bu ağaçların hepsinin fotoğraflarını çektim.
Artık Alanya ya doğru hareket ettim. Gazipaşa, Demirtaş ve Kargıcak tan geçtim her yörenin ayrı güzelliği var. Doğa ne kadar güzel. Alanya’da iki gün kalmayı düşünüyorum. İpek nerededir acaba. Bozyazı dan buyana aklımda. Alanya da tekrar karşılaşmayı çok istiyorum. Belki gezme teklif ederim. Oda kabul ederse gezerim. Tekne gezintisine giderim. Belki karşılaşırım. Benimkide olacak iş mi? Yeni tanıştık gezinti teklif edeceğim o da kabul edecek… Birde arkadaş grupları var ayrılması olur mu? Benimki de. Saçmalık. Aslında görüşebilsek. Tekne gezintisini teklif edebilsem. O da kabul etse ne iyi olur. Hem iyice bir birimizi tanırız. Arkadaşlık yemekte ve gezmede belli olur dememişlermi? Hem de çok iyi olur. Alanya da çadır kent de kalmayı düşünüyorum. Bir çadır kiralayıp kalmayı. Alanya vilayet gibi bir kent apart oteller var plajları da güzel. Sonra tam pansiyon. Yemek yapma derdi de olmaz. Çadırda yemek yapmak kapları yıkamak zor. Hem de kap yok çayı çok severim çaydanlık, demlik yok. Ben apart oteli tercih edeyim. Saat ll.oo olmuş.sıcak bayıltır derecede. Bir an otel bulup yerleşmeliyim.
Dolaşırken bir otel, apart otel buldum. Fiyatları da uygun. Tam pansiyon tek oda ayırttım. Yerleştim. Oda arka taraf da denizi gömüyor bir başka otelin balkonları ve ara sokak görünüyor. Fark etmez iki gün için. Denize girmediğim vakitlerde gezerim diye düşündüm. Yerleştim. Mayomu havlumu aldım terliklerimi giyindim. Asansörle aşağıya indim. Tabak sesleri geliyor. Acemilik işte. Aslında resepsiyonda görevli 12.oo-l4.oo öğle yemek saatimiz demişti. Ayrıca resepsiyondaki görevli. Sabah ve akşam vakitlerini de söylemişti. Fazla ağırlığım yok. Birde görevli sol koluma sarı renkte bez şerit takmıştı. O bu otelde kaldığımın işaretiymiş. Yemek, dinlenme, canlı müzik izleme meşrubat bu şerit sayesinde ücret ödemeden faydalanmak içinmiş. Her şey dâhil olunca işaret gerekliymiş. Çok da iyi para ver üstünü bekle. Cüzdan taşı. Plajda cüzdan sakla derdi yok. Oradaki müşterilerin yaptığını bende yaptım. Sıraya girdim. İlk etapta kalabalık oluyor. Sonraları seyrekleşiyor ama önce gelen kalabalıkta sabırlı olması gerekiyor. Tabak aldım et yemeği, Konya fırın kebabını andırır fırınlanmış et. Sınırlı değil alabildiğince al ama başka menülerde olunca yeteri kadar almak lazım. Bir parça et koydum. Boş bir masaya götürdüm. Tekrar tabak bölümüne vardım salata çeşitleri var, makarnayı severim makarna için bir tabak çeşit bol olunca tatlı ve salata tercihimden iki tabak daha aldım. Menüleri azar, azar tabaklara koydum hepsini garsonlar gibi götüremeyeceğim den tek, tek masama götürdüm bıraktım. Sonra pide ekmek veya dilimlenmiş somun ekmekler var. Pide ekmekten aldım masama döndüm. Yemekten sonra salona geçtim. Birkaç bardak çay içtim ama cana deydi. Çay tam demini almış.
Yorgun olduğum her halimden belli oluyor. Büyük ekran televizyonda kovboy filmi var izlemekte zorlanıyorum. Göz kapaklarım kapanır gibi. Uyumak istiyorum. Ancak iki gün kalacağım denize girmeliyim. Hiç vakit kaybetmemeliyim. Kalktım otel bahçesinde yüzme havuzunun çevresinden dolaştım. Gidiş gelişli iki caddenin genişliği kadar uzunluğunda tünelden geçtim. Hemen sahil. Tehlikeden tamamen uzak. Araç trafik vesaire görmüyorsun. Otel bahçesinden tünel geçidi denize 5 dakika.
Üstü şemsiyeli boş bir şezlong gördüm. Şezlongu güneşe göre ayarladım. Birkaç defa denize girdim yerime geldim oturdum. Güneşe pek çıkmadım. Şemsiye altında oturdum. Sağımda solumda denize girip de oturanlar, uzananlar var. Hemen hepsi şezlong da güneşleniyorlar. Kalabalık. İnsanlar aşırı sıcakta yanmamak için benim gibi gölgede oturmaktalar. Güneş altında denize giren pek az. Deniz durgun. Pul, pul parlıyor. Uzakta tekneler, kayıklar duvar resmi gibi görünüyor. Havada tek ve çift kişilikli yamaç paraşütleriyle eğlenenler, jet ski’ne binenler, birkaç da su kayağı ile rüzgâr sörfü yapanlar, kumda oynayan hatta kale yapan çocuklar, gölgelenirken kitap okuyanlar var. Kitap okumak bana biraz ters geliyor. Beklide okuma alışkanlığım olmadığındandır. Turistler okuyor. Onlar her fırsatta kitap ellerinde okumaya çalışıyorlar. Zamanlarını değerlendiriyorlar. Aslın da iyi bir alışkanlık. Hiçbir şeyle uğraşmayan insanlar boş düşünceyle meşgul olurken psikolojileri bozuluyor. Boş vakitlerini okuma ile değerlendirenler ise zihinlerini çalıştırmış oluyor.
Benim ilk, orta ve lise öğrencilik zamanımda, Türkçe yâda edebiyat öğretmenleri öğrencilere karne tatillerinde ve yaz tatillerinde roman okuyup, özet çıkarmalarını isterler, ondanda not verirlerdi. Aslında ne kadar güzel bir görev veriyorlardı. Hem okuma alışkanlığını kazandırmaya hem de öğrencilerinin tatilinde ayırdıkları zaman için öğrencisine ödül olarak altın kadar değerli not verip ödüllendiriyorlardı. Öğretmenlerimizi öğrencilerinin geleceklerini düşündükleri için takdirle anıyorum.
Akşam odamda iyice rahatsızlaştım. Kumsalda nadir denize girdim gölgede oturdum ama buna rağmen vücudum yanmış. Gündüz yemekten sonra uyumak istemiştim keşke uyusaydım. Şimdi uyumada zorluğu çekiyorum. Omuzun, döşüm, karın çevrem boynum acıyor. Ayaklarım sanki benim değil. Hem şişti hem sızlıyor. Vücudum yanıyor. Ne sağa ne sola dönemiyorum. Güneşe çıkmadım da ne oldu. Denize güneş de az girdim. Genelde denize güneşin feri azaldığında girdim. Her yerim kırmızıbiber gibi oldu. Dayanılır gibi değil. Öylede uykum var ki, uyumak mümkün değil. Yatıp uzanamıyorum. Vakitte epey ilerledi ve ben acıdan uyuyamıyorum. Kalktım sandalyenin birine oturdum, birinede kollarımı bağdaş yaptım kıpırdamamaya çalıştım. Öyle yapınca acı biraz dindi.
Sabah kahvaltıda güneş yanığını çeken tek ben olmadığımı gördüm. Vücudu sızlayanlar birbirlerine, söyleniyorlardı. Güneş yağı kullandık ama yandık diye dert yanıyorlardı. Tabi yanmadan dolayı tecrübeli olanlardan doktorluk yapanlarda var. Zeytinyağı, yâda yoğurt sürmelerini tavsiye ediyorlar. Hakikaten zeytinyağı sürsemmiydi. Bir vakit duymuştum. Aslında yoğurtta iyi olduğu söyleniyor. Hem elbise, yani üzerimdeki tişört ve dayandığım yerler yağlanmaz. Leke olmaz.
Buralarda yaz günleri bambaşka. Güneş yakıyor, deniz suyu yakıyor ama insan eğleniyor. Yandığı halde moral buluyor. Psikolojisi düzeliyor. İnsanların bakarken göremediği çok şeylerin olduğunu düşünüyorum. Evet, insanlar görmediklerini görmediğinden hiçbir şeyi önemsemiyor. Bir adam elinde poşet otel etrafında, kumsalda sorumsuzca atılan atıkları topluyor. Pazar sepeti ile taşıyor. Birkaç saat sonra tekrar geliyor. Veya ertesi gün geliyor.
Merakımdan sordum.
- Merhaba arkadaş.
- Merhaba.
- Burada mı görevlisin.
- Hayır, görevli değilim.
- Buraları temizliyorsun, atıkları topluyorsun.
- Evet, ben topluyorum. Gerekli yerlere veriyorum. Onlarda geri dönüşümüne gönderiyor. Hem ben kazanıyorum. Hem benden alan ve zincirin diğer halkaları kazanıyor. Neticede ülke ekonomisi kazanıyor dedi.
Aklıma jilet geldi. Bir yerde okumuştum. İsveç’te, halk evlerde otellerde, berberlerde, jiletlerin atmadığını bir kutuda biriktirdiklerini, hatta Jiletleri atmayınız kutuya kuyunuz diye bir küçük uyarı yazıyla insanlar uyarıldığını. Böylece birikenlerin sonra sanayide değerlendirildiğini. Bundandır çelik üretiminde İsveç ilerlemiş ülke geri dönüşümle ekonomilerine kazanç sağlıyor. Ufak bir şey gibi ama damlaya, damlaya göl oluyor. Şöyle düşündüm. Diş fırçalarken suyu açık bırakıyoruz. Akan su boşa gidiyor. Tabağa fazla yemek alıp, yemediğimizi döküyoruz. Ekmekleri parçalayıp, yemediğimizi atıyoruz. Ayakkabılarımızı boyamadan giyiyoruz. Lüzumsuz elbiselerle masraflara boğuluyoruz. Gördüğümüz 44,99 kuruş etiket fiyatına aldanıp, alış veriş yapıyoruz. O 1,oo kuruşu istemiyoruz. Mağaza sahibine veya markete kalıyor. 1,oo kuruş yekûn teşkil ediyor. Onlara vergisiz kazanç sağlattırıyoruz. Bakarken görmüyoruz. Kendimizde kaybediyoruz ülkede kaybediyor.
Bahçede havuz kenarında bunları düşünürken, elinde çay oturacak yere bakınan bir bayan. Benim oturduğum masada yer olduğu halde müsait olup olmadığını sormadığını fark ettim. Kendisine sakıncası yoksa oturabileceğini söyledim. Nazikçe teşekkür etti ve oturdu. Birkaç dakika şöyle etrafları göz gezdirdim. Bir an göz göze geldik.
- Merhaba nasılsınız efendim.
- Merhaba siz
- Sağ olun efendim
- Kusura bakmayın dalgındım siz ayakta elinizde çay beklerken görmedim.
- Estağfurullah. Önemli değil.
- Nerelisiniz efendim
- Azerbaycanlıyım.
- Turistsiniz
- Hayır, hem Azerbaycan, hem de Türkiye vatandaşıyım.
- Burada, Alanya’ damı ikamet ediyorsun.
- Hayır. Konya’da.
- Konya
- Evet, Konya da
- Affedersiniz mahsuru yoksa ne işle meşgulsünüz.
- Kuaför işyerim var. Zaferde.
- Güzel bende Konya da bir kamu kurumunda memurum.
- Ben Murat
- Ben Ayşegül
Murat
- Memnun oldum. 10–15 gün izindeyim. İzini değerlendiriyorum.
Ayşegül
Bende birkaç gün dinlenmeyi düşündüm. Bizim oralı Azerbaycanlı dostlarımı da ziyaret ederim dedim. Yük olmamak için otelde kalıyorum. Hem de onların işlerine engel olmak istemiyorum.
Murat
- İyi düşünmüşsün. Doğrusuda o. Ha bu arada çay alacağım sizde alırmısınız.
- Ayşegül
Zahmet olmazsa
Murat
- Olur’ mu efendim seve, seve
Çay kalın kâğıt bardaklarla içiliyor. Tek seferlik. Kullandıktan sonra atılıyor. Self servis sürekli demli çay bulunuyor. İki tane aldım. Sıcak birazda acele ettim. Gerçi cam bardak gibi sıcağı birden geçirmiyor. El yakmıyor.
Buyurun efendim
- Ayşegül
- Zahmet oldu. Teşekkür ederim.
Murat
- Efendim bir şey değil afiyet olsun.
Bir süre sessiz kaldık. Çaylarımızı içtik. Bu arada Sibel Can’ın seslendirdiği lale devri çocuklar isimli müzik de çalıyor. Kesintisiz karışık müzik. Farklı sanatçılardan müzikler konmuş. Tatil beldelerinde bu tür müzikler insanın içini kıpır, kıpır yapıyor. Tatilin yâda bu yaşantının bitmesi istenmiyor. Havuzun etrafı ıslanınca kaygan gibi.4–5 yaşlarında sevimlimi sevimli bir erkek çocuk havuzun çevresinde koşuyor. Hem koşuyor hem de gülüyor birde oturanlara bakıyor. Kendisine bakıp, bakmadığını kontrol edercesine. Ama benim canım ağzıma geliyor. Düştü düşecek diye. Hayır, havuza düşse neyse. Atlanır kurtarılır. Havuz dışına düşüp betonda bir yerine bir şey olacak diye korkuyorum. Duramadım müdahale ettim. Çocuğu benim tarafa gelince kolundan tuttum. Sevdim. Elimden kaçmaya çalışmadı. Yüzüme baktı Ayşegüldü. Bu arada ben.
- Adın ne senin
- Suat
Arkasına döndü. Baktı. Sağ elinin işaret parmağını ağzına aldı. Bir eliyle de annesini babasını gösterdi.
- Ne güzel adın varmış.
- Annem koydu.
- Dayımın adından. Dayım askerde. Daha gelmedi. Dayım melek oldu annem diyor.
Dizlerimin bağı çözüldü. Bir an dondum Suat çocuğun yüzüne baktım. O sevimli halinde isminin dayısının ismi olduğunu gururla söyleyişine hayran oldum. Dayısı askerde kalmış. Şehit olmuş Anlaşılan. Fazla üstelemedim. İleride bize bakan, annesiyle babasına baktım. Tebessüm ettiler. Suat’ı yanlarına götürdüm.
- Özür dilerim düşecek de başına bir şey gelecek diye korktum ondan tuttum.
- O hep koşar. Durduramıyoruz.
- Aman efendim Allah esirgesin.
- Âmin
- İyi günler.
- İyi günler.
Selamladım yanlarından ayrıldım. Yerime geldim. Ayşegül Hanım yerinde değildi. Gitmiştir diye düşündüm. Oturdum. 1 kaç dakika sonra geldi. Elinde defter. Arasını açtı. 4–5 tane fotoğraf gösterdi.
- Ayşegül
- Bunlar benim oğlanım ile kızım. Memlekette. Onlar böyüktür. Okurlar kızım yakında yanıma gelecek. özlemişem
Azeri lehçesini andırır bir konuşmayla çocuklarını gösterirken, Ayşegül hanımın gözlerinde damla, damla yaş belirdi. Duygulanan Ayşegül hanıma.
Murat
- Yakında kızın gelince hasret giderirsin.
- Ayşegül
- He gideririm. Özlemişem.
- 3 senedir görüşmem. Kardeşim yanında. Telefonla görüşürüm.
Murat
İnşallah tez zamanda kavuşursunuz.
- Ayşegül
- İnşallah.
Yüreğinde bir birine karışmayan çok dert barındıran Ayşegül hanımın fazla duygusallığa kapılmaması için. Biraz dolaşma isteğinin olup olmadığını sordum.
Murat
Hava sıcak denize girersek yanarız. Zaten dünden yanıklarımız var. Sakıncası yoksa araba ile dolaşmaya ne dersin.
- Ayşegül
- İyi olur. He vallaha dolasak sakıncası yok.
Murat
- İyi olur. Yanımıza içecek bir şeyler alalım su da alalım. Deniz kıyısında belki soluklanırız. Ne dersin.
- Ayşegül
- Alalım. Bende üzerine oturmaya uygun bir küçük battaniye var onu da alalım.
Beraber asansöre gittik. Ayşegül Hanım 3 kat 302 numarada kalıyormuş. Bende tam karşısındaki 290 nıncı odada kalıyorum. Uzunca koridorun karşılıklı odalarda. Tesadüfün bu kadarına pes vallaha. Aslında battaniyeye gerek yok diyeceğim arabada bir şeyler var oturmaya ama nemelazım belki oturmaz diye seslenmedim.
Odama girdim. Mayomu giydim. Belki bir yerlerde denize gireriz düşüncesiyle. Alacak bir şey yok. Dışarıya çıktım.
Aşağıda buluşacağımızdan havuz yanında bekledim. Dünyanın neresine gidersen git kadın her yerde aynı. Bayağı geç geldi. Birde geç kaldığı için özür diledi. Ben gülümsedim. Şu bayanların geç kalma alışkanlığını espriyle anlattım. O da gülümsedi. Arabaya geçtik. Güzergâh çizdik aslında bildiğimiz bir yer yok öylesine soldan gidelim dedik hareket ettim.
Şimdilerde adres sormaya gerek kalmadı. Haritaya bakıyorsun. navigasyon dedikleri bir alet var. Ona gideceğin yeri kotluyorsun. Seni götürüyor. Ne güzel. Kale dedik kotladık. Alet bize kırmızı şerit halinde yön gösteriyor. Bizde gidiyoruz. Sola dönmüştüm ya ileride bir yerde geldiğimiz istikamete yönlendirdi. Otelin önünden tekrar geçtik yukarıya doğru. Arada bir hız sınırını geçtin uyarısını da veriyor. Trafik polislerini sevmiyor galiba. Araç sürücüsüne ceza yazdırtmak istemiyor. Yavaş, yavaş sahile paralel gittim. Bedestene benzer bir yere geldim. Trafik biraz yoğunlaştı. Tam pastane önünden geçtiğimi gördüm. Dondurma. Canım istedi. Bir yere arabayı park ettim. Ayşegül hanıma birlikte dondurma yiyelim mi dedim. Kırmadı olur ama külah olsun. Şu karsıda gemiler var geze, geze yeriz dedi. Birer bol kepçe külah dondurma ile Kalede yeriz diye yarım kiloda kuşgözü baklava aldık. Limana doğru yürüdük. Sağlı sollu kanepeler var. Yorulan oturuyor. Bir gemi önüne geldik. Orada boş bir kanepeye oturduk. Bayağı bir konuşmadan dondurmalarımızı yaladık. Gelene geçene, gemiye yanındaki diğer gemilere baktık.
Ayşegül hanıma kaçamak olarak şöyle bir bakındım. Düz saçlarının arasında küçük pürüzsüz yüz hattı, yeşil gözleri, Ayşegül hanımın gülmek ile ağlamak arası duruşu var. Kim bilir ağlamaklı duruşunun arkasında neler gizli. Ne olaylar yaşamış da, yaşamındaki olayları içindeki ambarında bırakmış. Ortaya çıkarmamış. İnsanların gelecekleri gece gibi. Önünü göremiyor. Önünü görmeden yürümek çok zor. Bundandır Yaşam da o denli zor. Arkasına baktığında keşkeler yaşıyor. Çıplak ayakla toprakta yürünmüyor. Toprak çatlatıyor. Su yüzeyinde durulmuyor dibe batıyor. Kanatsız uçulmuyor. Uçmak istesen yere çakılıyor. Can veren Allah yaşam versin. Keder yerine mutluluk versin. Her insanın gönlünün muradını versin.
Murat
- Kalkalım mı?
Birden irkildim. Düşüncelerim arasında kendisine bakışım yakalandı mı acaba. Yakaladı da aklına değişik düşünceler takıldı mı? Ne ayıp oldu. Keşke bakmasaydım. Sorarsa ne diyeceğim. Utancımdan yerin dibine girecek gibiyim.
Ayşegül
Kalkalım tabi sen bilirsin. Nasıl istersen
Murat
- Ne tarafa gidelim.
Koy gezintileri için, tekne çığırtkanları bağırıyor.
Gehen Sie sofort zu helfen, sich selbst zu erhalten, aus dem Boot. (Buyurun tekne kalkmak üzere hemen geçin.)
Aslında koy gezintisi nede iyi olur. Hem dikkatlice yüzüne baktığımda yakalandım. Bu ayıbı örtmüş olurum. İyi fikir.
- Tekne gezintisine ne dersin.
- Ayşegül
- Evet derim
Murat
- Şurada baştaki nasıl. Ne zaman hareket edecek soralım.
- Tekneci kardeş merhaba
- Merhaba abi iki eksik var. Hemen hareket edeceğiz.
- Sansımız varmış Ayşegül hanım, hemen hareket edeceğiz. Hadi binelim.
Tekneye bindik. Bindiğimiz yer ve birde üst kat var. Yukarıya çıkmadı. Bende ısrar etmedim. Aşağıya giriş yere kanepelere oturduk. Karşımızda bir aile var sanırım alman. Çiftin gözleri mavi sarışın, üstelik kalıplı. Hani alman olduklarından emin gibiyim. Almanlar, İngilizler ve Fransızlar belli oluyor. Çinliler ve Japonlar gibi olmasa da dikkatli bakılırsa belli oluyor. Tekne kaptanı geldi. Yolculara sırayla hal hatır sordu. İyi yolculuklar diledi. Karşımızda alman olduğunu düşündüğüm aileye döndü.
- hallo. Woher kommen Sie. Merhaba nerelisiniz.
- Deutschland . almanya
- yes Deutschland. Evet almanya
- haben eine schöne Reise iyi yolculuklar.
-
Almanca olarak tur gezisini Almanlara anlattı,
Sonra bizlere döndü ve. Gidiş dönüş, uğrak yerler ve yüzme bilmeyenlere de uyarıların yaptı. Benim içim rahat değil. Halen Ayşegül hanıma yakalanışım aklımdan çıkmıyor. Tedirginim. Belli etmemeye çalışıyorum ama yüzüne bakamıyorum utanıyorum.
Bir süre sonra takriben 3–4 dakika kadar sonra Tekne hareket etti. Çok gürültü var. Tekne motoru aşırı ses yapıyor. Söylenenler nerede ise duyulmuyor. Yanımıza bir bayan geldi. İsteğimizin olup olmadığını sordu. Henüz tekne gezisinde acemiyiz ya yok dedik. Fakat bu arada Ayşegül Hanım tekneci bayanla muhabbete başladı. Ona.
- Ayşegül
- Teknede mi çalışıyorsunuz.
Kaptanın eşi
- Hayır, kaptan eşim.
- Ayşegül
- Ne güzel
- Alanyalımızsınız.
Kaptanın eşi
- Hayır
- Trabzonluyum
- Ayşegül
- Burası nere Trabzon nere
Kaptanın eşi
- Eşim Almanya da çalışıyordu. Dönüş yaptı. Alanyalı bir arkadaşıyla bu tekneyi aldı. Çalıştırmaya başladı. Arkadaşı bir başka iş kurdu. Hissesini biz aldık odur birlikte çalışıyoruz. Çocuklar hafta sonlarında bizi dinlendiriyor.
-
- Ayşegül
- Çok güzel
-
Kaptanın eşi
-
- Bey eşiniz mi?
- Ayşegül
- Yok hayır. Arkadaşım. İkimizin de işleri Konya’ da.
Kaptanın eşi
- Birlikte geziyorsunuz. Çok güzel görüşürüz.
- Görüşürüz.
Kaptanın eşi hayırlı yolculuklar dedi ayrıldı. Rota tur istikametine döndü gürültüde kesildi. Bende ise sessizlik halen devam ediyor kafam meşgul. Ayşegül Hanım sessizliğimin farkına varmış olacak ki omzuma dokundu.
- Ayşegül
- Murat bey hayırdır. Sessizleştin. Rahatsızlığın var gibi.
Murat
- Yok, hayır rahatsız değilim iyiyim. Gideceğimiz yerleri merak ediyorum. İyiyim. Bayanla da diyorum kaptanın eşiyle iyi sardırdınız. Şen bir kadın.
- Ayşegül
- Evet, öyle gibi. Tekneyi eşiyle birlikte çalıştırıyorlar.
- Güzel bir dayanışma.
Tur gezintisi güzel geçti. Geçicide olsa, Yeni arkadaşlar edindik. Tur süresince muhabbet ettik.
Vakit ilerlemişti. Kaldığımız otele geldik. Yemek saatini geçirdik ama olsun zaten karnımızda aç değil, teknede aperatif boldu. Doğru odalarımıza gittik. Ben 10 dakika kadar uzandım ki kapı tıklandı. Kapıyı açtım.
Ayşegül
- Neden şaşırdın aşağıda canlı müzik var. Hadi izleyelim. gelirmisin.
Murat
- Gelirim geç hele. Bir şeyler takıştırayım. İnelim.
Yan tarafta duş tarafında üzerimi değiştirdim. Gerçi fazla giyecek de almadım ama gündüz ki giysimi değiştirdim.
- Hazırım inebiliriz.
Aşağıda çanlı müzik henüz başlamış. Yer bulduk oturduk. Bir bayan sanatçı şarkı söylüyor. Birkaç genç pistte dans ediyorlar. Öyle tanınmış sanatçı değil ama ünlüleri aratmıyor. Sesi güzel. Bizde eşlik etmeye, gönlümüzce eğlenmeye çalıştık. Vakit biraz ilerledi. Değişik sanatçılar çıktı. Oturanları dansa davet etti. Ayşegül hanıma baktım. Ayşegül hanımda hazırdı sanki. Kafasıyla işaret etti. Olur dedi.
Elinden tuttum dansa kaldırdım. Piste çıktık.
Katılım çok iyi. Oturanlar, alkış tutanlar, dans edenler, gönüllerince eğleniyor.
Bizde dansa başladık. Önceleri biraz sıkıldım. Her ne kadar bir gündüz beraberliğimiz olsa da, biraz sıkıldım. Yavaş, yavaş alıştım ama. Ayşegül hanımın samimi hareketi rahatlattı. İkimize de bir güven geldi. Saatler ilerledi. Biz halen dans ediyoruz. O çok sevdiğim Berkan tın meşhur şarkısı, Samanyolu aklıma geldi. Dans ettiğimiz parçadan sonra bir fırsat istekte bulunmak istedim. Fakat parçanın biri bitmeden diğerine başlandığından fırsat bulamayabilirim. Dans hareketini müzisyen tarafına yönlendirdim. Ayşegül hanımın kulağına fısıldadım. Ayşegül yanağıma doğru eğildi. Gülümsedi.
Murat
- Ayşegül Hanım müzisyenden bir isteğim olacak.
- Ayşegül
- Tabi neden olmasın. Tebessümle, ama şu Ayşegül hanım’ın hanım kısmını kaldırsan. Ayşegül desen. Bana biraz resmi geliyor. Ayşegül daha hoş olmaz mı?
Teklifine yabancı kalmamak için Yeşil gözlerinin içine, içine bakıp, bir şekilde mutluluğumu ifade etmeye çalıştım. Ayşegül de bunu pek ala anlamıştı. Gülücüklerini eksik etmiyordu. Ayaklarımın pervasını şaşırdım. Neredeyse Ayşegül hanımın ayaklarına basacaktım. Heyecanlandım. Sanki daha yeni yürümeye başlayan çocuk gibi oldum. Bu arada elinden ve belinden tutuşumda serbestleşti. Bir an kendimi düşmemek için sıkı, sıkı dalına yapışan yaprak gibi hissettim. Yüreğimde de bir kıpırtı oluştu. Yaprak dedim. Ya yaprak bir gün gelir dalından düşer. Tutunamaz umudu kırılır yere düşer. Dal ise yenisi geleceğinden yaprağı umursamaz ki. Bırakır. Yaprağın düşmesine aldırış etmez. Düştükten sonra ya rüzgârın önünde yâda ayaklar altındadır. Zavallı yaprak, düşeceğine üzüntüsünden düşmeden kurumaya başlar. Ben de Ayşegül’e alışırsam. Yaprak misali gibi. Ya seversem vazgeçilmez bir dönemece girersem. Buna rağmen.
Ayşegül hanımın sadece Ayşegül dememi istediğine
Tabi olur. Dedim.
Müzisyenden şarkı isteyeceğim ya. İsmiyle hitap etmenin tam sırası.
Murat
- Ayşegül müzisyene yanaşalım
- Ayşegül
- Tamam
Yanaştık müzisyen anlamış gibi, gülümseyerek eğildi. İstek parçamı söyledim. Kafasıyla tamam dedi. Sıradaki parça bitti. Şimdi o meşhur Samanyolu müzik seslendiriliyor. Ayşegül’ iyice bana yanaştı. Mırıltı şeklinde şarkıya da eşlik etmeye başladı. Adeta müziğe mest oldu. Aslında bende aynı durumdayım. Gecenin bitmesini hiç istemiyorum. Bir alkış koptu. İrkildim. Etrafımızda dans eden kimse yok. Herkes yerinde oturuyor. Pist de sadece Ayşegül ve ben. Alkışta bize. Alkışlanıyorduk.
Bu alkışlanma beni lise yıllarıma götürdü. Lise son sınıf mayıs aylarının sonuydu. 19 Mayıs Gençlik ve Spor bayramında hemen sonraki günlerden bir gündü. Ayı hatırlıyorum da günü tam hatırlayamıyorum ama okul hayatımızın sonuydu. O zamanlar okul bitirme sınavları vardı. İlk, orta ve lise bitirme sınavlarıyla son bulurdu. Eğer son sınıfta öğrenci başarısız olursa ara sınıflarda olduğu gibi sınıf tekrarı yapılmazdı. O yıl okula gelmez sadece yılsonunda bitirme sınavına girilirdi. Sınıfımızda sınav tarihleri nasıl olacak bitecek mi, bitmeyecek mi şeklinde arkadaşlarla tartışıyorduk. Arkadaşlarda maharetli olanlar vardı. Saz çalan, udi olan, ritim saz yani def ve flüt çalan, Üstelik bateri çalan arkadaşlarımız vardı. Bateri çalan arkadaşımıza bateri çaldığından ötürü, ismiyle değil de bateri ne haber nasılsın şeklinde seslenirdik. Lise birinci sınıfta Melek isminde bir kızla kendi aralarında evlilik sözü verdiklerinden onlara Leyla ile mecnun derlerdi aşkları okulda dillere destan olmuştu. Bu kadar yetenekli arkadaş grubu olan sınıfımızda hiçbir çaba göstermeden sessiz sedasız mezun olacaktık. Heyecanlı sınav stresinin üzerimizden bir ölçüde kalkması gerekirdi. Bunun için okulun müsamere salonu varken neden bir gece tertiplemeyelim. Hem müsamere bize moral olacaktı. Önce arkadaşımız bateriyle konuştum. Bateri bana uygun iyide olur dedi. Diğer arkadaşlarla bire bir görüştüm tamam olur dediler. İş okulun müsamere salonunun teminine kaldı. Sınıf öğretmenimiz Yaşar Gül hocamızla görüşüp salonu okul müdürümüz Ferhat Koyuncudan söz alması. Aksilik olmayacağından emindik. Yaşar Gül hocamızı müdür kırmayacak biliyoruz aynı zamanda Yaşar hoca okulumuzun müdür yardımcısıydı. Birkaç arkadaş Yaşar hocanın odasına gittik. Durumu anlattık kendisine böyle bir mezuniyet gecesi tertibi için teklif edişimizden de memnun oldu. Salon işini müdür beye açacağım bunu oldu bilin dedi. Bayram çocuğu gibiydik. Çok sevindik. Sınıfta anlattık bayram havası esti. Sosyoloji, felsefe ve mantık dersimize giren yaşar hocanın iki ders sonrasıda dersi vardı. O derste hayırlı havadisle geleceğinden emindik. Dediğimiz gibide oldu ama önce hocamız nerede ise bize kalp krizi geçirtecekti. Ciddi, ciddi Müdür Bey hayır cevabı verdi deyip sonra şaka olduğunu söyleyinceye kadar. O gün ders yapmadı. Zaten yılsonu kimse ders yapmıyordu. Bir tarih öğretmenimiz Narin hocamızla edebiyat hocamız Nezihe Hanım hariç. Yaşar hocamız programı yapmış. Sınıfta her arkadaşa müsamerede neler yapacağını da söyledi ayrı, ayrı görevlendirdi. Unuttuğu bir şey vardı. Yaşar hocama onu da ben hatırlattım.
- Hocam, unuttuğunuz bir şey yok mu?
- Ne unuttuk evladım
- Öneri benden geldi, ama bana hiç görev verilmedi.
- Yapma evladım. Seni unuttuk mu?
- Evet, hocam tepkimeye giren iyot gibi açıkta kaldım.
- O zaman sende hayvan pazarından bir inek satın alan çiftçi, aldığı ineği at arabasının arkasına bağladığını, ata deh deyip sürdükten bir süre sonra atın, arabayı çekmede zorlandığını ve durduğunu arkaya baktığında ineğin yığılmış halde yerde süründüğünü, inip baktığında ineğin ölmüş olduğunu gördüğü, hakkında fıkrayı anlat dedi. Gün geldi. Ailelerimiz davetli öğretmenlerimiz salonda bizlerde sahnede sıramızı bekledik. Bana sıra geldiğinde çiftçinin ineği arabaya bağladığını ve arabayı sürdüğü ana kadarını anlattım. Ama bir türlü inek öldü diyemedim. Fıkranın orasını ne hikmetse unuttum. Bozuk plak gibi inek, inek, inek dedim velilerimiz katıla, katıla gülüyor bende anlatamadığıma gülüyorlar diye mahcup olmuştum. Hocam yanıma yanaştı oğlum öldür ineği öldür dedi. Ben gayet rahat inek ölmüüüş dedim ama velilerimizin gülmekten kendilerini alamadılar. Bense fıkrayı unuttuğum için mahcubiyetten perişan olmuştum.
Ayşegül ile alkışlanışımızda aynı o lise yıllarımın hatırası gibi oldu. Dans bitti. Teşekkür ettik yerimize oturduk. Gecenin memnun ve mutlu çiftiydik. Önümüzde yarım kalan meşrubatımızı içtik. Herkes dağıldı. Bizde kalktık. Tatil yerlerinde uyku nereye gidiyor anlamış değilim. Geziyor yüzüyoruz. Yoruluyoruz ama uyku yok. Ayşegül hanıma gezelim mi diyecekken bana Ayşegül’den teklif geldi.
- Ayşegül
- Murat hava güzel sahilde dolaşmaya ne dersin.
Murat
- Olur, olur Ayşegül bana uyar
Dedim sahile doğru adımladık. Birerde otelden maden suyu almıştık. Sahil dolu. Gençler eğleniyor, yüzenler dahi var. Mısır satanlar, dondurma su, meyve suyu satanlar hepsi orada. Birer mısır aldık. Kumsalda yavaş, yavaş adımladık. Bir an ellerimiz bir birine kavuştu. Nasıl oldu bilemedim. Ayşegül’ün eli benim elimde. Döndüm baktım. Ayşegül’ün de bana baktığını gördüm. Sonra Ayşegül koluma girdi. Saatin nerelere geldiğini nasıl geçtiğini bilemedim. Otele geldiğimizde sabaha biraz yakındı.
Ben Antalya da konaklayacaktım. Planım öyleydi. Ama burada Ayşegül ile tanışınca kararım değişecek gibi. Oteli aramalıyım rezervasyon yaptırmıştım. İptal ettireyim. Fakat Ayşegül ile durumu görüşüp öyle ararsam iyi olacak.
Ertesi gün saat 8,oo gibi uyandım. Zaten uyku tutmadı. Kafam meşgul. Ayşegül ile güzel bir gün yaşadım. Alanya yı gezecektik tekne gezisi yaptık. Aslında tekne gezisi iyi oldu. Birkaç aile hep birlikte muhabbet ettik. Koylara yaklaştığımızda kaptanın eşi koyları tanıtıyor, sonra biz bize kalıyor sohbete koyuluyorduk. Ayşegül de doğanın güzelliklerine kayıtsız kalmıyor çevre hakkında, Murat bey şurası ne kadar güzel, işte kim bilir buralarda neler yaşanmıştır, gibi konuşma yapıyordu. Bende konuşmalarına içten katılıyordum. Bu da Ayşegül ile Birbirimizi yaklaştırdı.
Karnımda açıktı kahvaltı yapmaya indim. Ayşegül’ü aramak istedim, şimdi uyuyor gece geç yattı ona bir şeyler alırım kalkınca kahvaltı yapar diye aramadım. Kahvaltı salonuna indiğimde Ayşegül salonda. Şaşırdım Yanına vardım. Masaya güzel bir hazırlık yapmış.
Murat
- Günaydın Ayşegül
- Ayşegül
- Günaydın hayırlı sabahlar Murat
- Birazdan arayacaktım. Bak neler aldım seversin diye. Yumurta, zeytin, kızartma, reçel, bal ne varsa hepsinden azar, azar aldım. Şimdi gider süt alırız. İstersen çay ne dersin.
Murat
- Tamam, önce süt alalım. Çayı da havuz başında içeriz.
- Ayşegül
- Tamam
Güzel bir kahvaltı yaptık. Birlikte havuz başına indik. Geçerken çaylarımızı da aldık. Dünkü yerimizde başkaları oturuyordu. Bizde yan tarafta bir yere geçtik. Bu arada vakit kaybetmeden Ayşegül’e önceden Antalya da yer ayırttığımı. Şimdi gitmekten vazgeçtiğimi söyledim. Dün seninle iyi vakit geçirdim. Amacım tatil yapmak güzel vakit geçirmek değilmi. Sence de mahsuru yoksa kalmamı istersen kalmak istiyorum dedim. Ayşegül’ün yüzünde bir durgunluk belirdi. Canı sıkılır gibi oldu. Hissettirmemeye çalışıyor gibi yaptı. belliki oda beraberliğimizden memnundu. Ona önceden yaptığım planı söyler söylemez nereden geldiği belli olmayan tokat yemiş gibi olduğunu düşündüm. Ayşegül bana baktı ve ekledi.
- Murat Antalya ya gitmekten vazgeçme, Antalya ya git, emin olmamakla beraber ben zaten birkaç gün sonra Konya ya döneceğim. Sen tasarladığın düşüncenden geri kalma. Hem ben gittiğimde yalnız kalacaksın.
Murat
- Eh. Daha gün var. Hadi çıkalım. Bir yerlere gidelim zamanımız az değerlendirelim. Alanya yı gezelim. Yanımıza yiyecek bir şeyler alalım biraz açılalım. Antalya ya gidip gitmemeyi sonra düşünürüm. Mecburi bir görevim yok ki. Orası olacağına burası olur. Eğlenmeye bakalım. Hadi kalkalım.
Ayşegül’ ün benzine kan gelmiş gibi oldu. Derin bir nefes aldı.
- Ayşegül
- Hadi o zaman ben odama gidip üzerime bir şeyler alayım.
Murat
- Bende kalkayım. Birlikte gidelim.
-
O gün ve sonrası günde Alanya da Ayşegül ile çok güzel yerlere gittik. Sahil yolu üzerinde virajlı yollardan geçtik. Alanya-Antalya arasında fazla işlek olmayan sahil yolunda, köy yolu üzerinde bir koyda Ahmet ağayla tanıştık. Ahmet ağa Kösdere denilen ormanların arasında köy yolu üzerinde denize çok yakın güzel bir yerde yalnız yaşıyor. Burasını yurt edinmiş, İki göz oda yapmış. Küçük de bir bahçesi var. Bahçe içinde tavuklarına mahsus kümes, keçileri için barınak yapmış. Köpeğine ev yapmayı da ihmal etmemiş. Dağdan öteberi taşımak için birde eşeği var. Eşekse keçilerle birlikte duruyor. Elektriği yok ama bir boru içinden sürekli akan kırlarda, ormanlık arazilerde bulunan çeşme var, Avarlarının su içtiği çeşme yalağının akıntısı ekili sebzelere verilmiş su zayi olmuyor. Sebzelerde sulanıyor. Buz gibi su akıyor Kar suyu. Ahmet ağa bizi buyur edip, keçi sütüyle kendisinin yaptığı yoğurttan ayran ikram etti. Eskilerden kalma ama halen çalışan emektar radyosu var. Radyo elektriklide çalışıyor, pillide çalışıyor. Kaset de çalıyor. Bir kutu içinde çokça kasetler getirdi. Çiğdem Güral’ın şarkılarından derlenmiş, pille idare ettiği radyosuna kaseti koydu. Sen böyle istedin bu masal bitti şarkısını dinletti. Ahmet ağa hoşunuza gitti sanırım dedi, başa sarıp tekrarlayayım dedi. Başa sardı, bir daha sardı sonra bir daha sardı dinletti. Her defasında uzaklara ta uzaklara dalıyordu Ahmet ağa’nın gözleri. İçini çekiyordu. Yorgun gözleri yaş akıtacaktı ama buna müsaade etmiyordu. Sigarasının dumanını içine öyle bir çekişi vardı ki. Şarkıda sevgine güvenim yıkıldı gitti. Sen böyle istedin bu masal bitti. Derken neredeyse duman ağzından dışarı çıkmıyor içinde kalıyor gibiydi. Anlatın bakalım nerelerden geliyorsun derken içindeki duman parça, parça çıkıyordu. Gözünün altındaki çizgiler alnındaki kırışıklar o ellerinde oluşan kara, kara benekler ömrünü çileli geçirdiğini apaçık gösteriyordu. Eee anlat bakalım Ahmet ağa desek dökülüverecekti. Belki anlatacağı o kadar çok şeyleri vardı da anlatmaya fırsat kolluyordu. Anlatsa dinlemesine dinlerdik, fakat yolcu yolunda gerek. Kalkalım der gibi Ayşegül ile birbirimize bakındık. Ahmet ağa hele bir dakika geleceğim dedi karşıda kayaların arasına gitti. Bekledik. Biraz sonra kayalığın arasından göründü, hele gelin dedi. Seslendi. Ürkek tavuk gibi Ayşegül ile tedirgin bir şekilde kayalığa doğru baktık. Döndük birde birbirimize baktık. Gerçekten ben korktum daha yeni tanıdığımız biri kayalık arkasına gitti biraz sonra gelin diye bizi çağırdı. Korkulmaz mı? Ayşegül gidelim mi dedi. Sen dur. Ben gideyim dedim. Ayşegül orada kaldı ben Ahmet ağanın yanına kayalığa doğru gittim. Kayalık ağzı iki insan geçecek genişlikte. İçerisi net olarak görünmemekle birlikte uzanıp bakıldığında bir evin odası büyüklüğünde, dibe doğruda gidiyor. Seslendim Ahmet ağa geldim. Dedim. İçeri doğru gel dedi. Biraz içeriye doğru ilerledim. Aman Allahım burası kaya arası değil buz hane. Gel hele gel dedi. Hani söğüt ağaçlarından örülmüş köfeler olur ya onlardan küçük bir tane çıkardı. Tut ucundan dedi. Ucundan tuttum. Dışarıya çıkardık. Tıslaya, tıslaya bakın dedi. Şimdi siz gitmek istiyorsunuz ya. Karnınız aç göndermek olmaz. Köfenin içinde sabah erkenden tuttuğum balık birde kara kovan balı ve tereyağı var. Şimdi balık pişirelim baldan yağdan yiyelim sonra gidersiniz dedi. Balıkları temizledim koydum bulut gibi durur, içeri rutubetli. Yukarıda karlar eridikçe kayalar hep ıslak kalır. Buda benim doğal buzdolabım dedi. Ahmet ağa evinin hemen yamacına kaya parçalarından yaptığı küçük fırınına gitti. Kuru odunlardan fırının içine koydu ateşledi. Bir süre sonra fırın ağzını önündeki taşla kapattı. Kapanan ağzın ön kısmındaki boşluğuna da başka bir taş kapakla kapattı. Sonra tepsi içine balıkları parçaladı döşedi. Doğal kilerinden domates, biber, soğan sarımsak, patates getirdi. Birlikte temizledik dediği şekilde doğradık. Doğranmış soğan, sarımsak ve dilimlenmiş patates, domates, yeşilbiberi tepsiye koydu üzerine kekik, tuz ve toz biberini attı. Zeytinyağını da gezeletti. Üstünü kapattı beklemeye koydu. Evine girdi biraz sonra bir tepsiyle geldi. Daha önce kendisi için hazırladığı hamuru getirdi. Fırının ateşini kontrol etti. Kor halindeki ateşi bir kürekle ön taraftaki bölmeye aldı. Tahta kürekle de tepsiyi fırına sürdü. Sonra hamuru pide halinde hazırladı. Pişirmek için fırının ikinci bölmesine balık tepsisinin etrafına sıraladı. Ağzını özel taş ile kapattı. Ayşegül ile ben de sofrayı hazırladık. Bende güzel bir çoban salatası yaptım. Arabada meyve suları vardı onlardan da getirdim. Bir süre sonra balık ve pideler pişmişti. Balıktan sıcak, sıcak birer parça verdi. Lezzetine diyecek yoktu. Ekmek ise çok güzel kokuyordu. Dayanamadım birazını kopardım, bir parçasını Ayşegül’ e verdim diğer parçasını da ben yedim. Ekmekler gayet güzel pişmiş. Lezzetlimi lezzetli, balık desen harika kokuyor. Bu arada fırın ilgimi çekti. İlkel olmasına ilkel. Ama tasarısı çok güzeldi.
O güzel sofra, güzel ziyafet unutulmazdı. Köz üzerinde çay demlenirken Ahmet ağa bize kahvede yaptı. Kavanoz içinde çekilmemiş kahve ile elle çekilen değirmeni getirdi. O değirmenden bizimde vardı 6–7 cm çapında 20–25 cm uzunluğunda sarı madenden üzeri işlemeli, tepesi delik birde kolu vardı. Kol, tepesi delik kapaktan içeriye kalın mille öğütücü alete bağlanır kahve hazneye atılıp çevrilerek öğütülürdü. Bu öğütme işi her kahve içilme esnasında tekrarlanırdı. Ahmet ağada aynı anlattığımı yaparak kavrulmuş kahveden üç dört kişilik çekti. Sonra cezveye koydu. Kaynatma şekli o hep bildik kahve kaynatmasından biraz farklıydı. Büyükçe cezve içine önce üç dört kişilik kahveyi koydu. Soğuk suyu yavaş, yavaş ilave ederken kaşıkla da karıştırdı. Biraz üzerine şeker ilave etti tekrar karıştırdı. Köz üzerine cezveyi koydu. Bir süre sonra kahve köpüklenerek cezve yüzeyine çıktı. Ahmet ağa ateşten cezveyi çekti. Köpükleri eşit miktarda fincanlara koydu sonra cezveyi tekrar ateş üzerine koydu ikincide de oluşan köpüğü yine eşit olarak fincana koydu kaynamayı tekrarladı. Az daha ateş üstünde bekleyen cezvedeki kahveyi fincanlara döktü. Ben şimdiye kadar böyle zevkle kahve içmemiştim. Çaylarımızı da afiyetle içtik iştik içmesine de Ayşegül bir köşede Ahmet ağanın manidar sohbetini dinlerken derin, derin uykuya daldı. Kıyamadım uyandırmaya. Küçük dudaklarında Bir tebessüm vardı. Yanakları pembeleşmiş. Alnı parıl, parıl Parlıyordu. Göz kapakları yeşil gözlerini kapatmıştı da, düz saçları bir tarafa yığılmıştı. Avucu, yüzünün bir yarısına yastık görevini yapıyordu. Rüya âleminde olduğu besbelliydi. Belki de Kaf dağında prensiyle beraberdi. Belki de kaç yıldır hasret olduğu çocuklarıyla buluştu da sohbet ediyordu. Üzerini örttüm seslenemedim. İstedim ki kendiliğinden uyansın.
Anlatıyordu Ahmet ağa, her yerden her şeyden. Kelimeleri döktürürken, ağzı açık dinliyor insan. Hani bal akıyor ağzından derler ya. Onun gibi. Bal değil dert akıyordu da dinlettiriyor anlattığını. Başından geçen maceralar çekilir gibi değil. Ama Ahmet ağa çekmiş. Hem de kıyasıya mücadele vere, vere çekmiş. Kader pençesi öyle yakalamış ki, kurtul kurtulabilirsen. Hayatı boyunca hasret kalmış birilerine bir şeylere. Küçük yaşta annesini kaybetmiş, Babası evlenmiş, anneye babaya hasret kalmış. Babası, İlgilenmemiş çocuklarıyla, Ahmet’iyle. Hasret kalmış iğliye sevgiye. Annesinin mezarıyla da dertleşememiş, mezarı dede ocağında olduğundan. Gidememiş mezarı başına uzak diye. Söyleyememiş mezar başında annem sen yoksun ya! Biz hasretiz ana baba sevgisine, Hasretiz annem senin kokuna babamın kokusuna. Bağrında uyumaya, öpülerek uyanmaya. Hasretiz annem hasretiz demeye. Arkadaşlarının annelerine vermiş kırlardan topladığı çiçekleri anneler gününde. Hiç söylememiş annem canım annem, anneler günün kutlu olsun diye. Hiç yaş günü kutlamamış, hasretmiş yaş günü kutlamaya. Amca dayı eli öpmüş, öpmemiş anne baba eli. Hasretmiş Bayrama bayramlaşmaya. Bayram elbisesi olmamış, dizleri erimiş pantolonu arife gecesi yatağının altına koyarak ütü yaparmış da bayramlık pantolon aldırmaya hasretmiş. Hiç koymamış arkadaşları gibi ayna tarak cebine kızarlar diye. Ahmet ağa dert çekmeye odaklanmış gülmeye hasretmiş. Katıla, katıla gülmemiş.
Ahmet ağa, büyümüş serpilmiş. Gelmiş askerlik çağına. Almış sülüsünü. Hazırlık yapmış gitmek için asker ocağına. Yokmuş ne askere giderken etrafında en büyük asker bizim asker diyerek uğurlayanı nede terhis olduğunda karşılayanı. Ahmet ağa yalnızmış, şimdi olduğu gibi. Hep yalnız.
Delikanlılık şapka değil ki bir kenara koyasın. Başa gelmiş oda aslan gibi delikanlı olmuş. Gönlünü kaptırmış bir güzele. Alışık olmadığı rüyalar görmeye, hayal kurmaya. Hayalinde sevdiği ile El ele tutuşup yürümeye, kırlar da oturmaya, seviyor, sevmiyor diye papatya falına bakmaya, sonra elim, elinde deyip ağaçlar arasında yakalamaca oynamaya, filmlerdeki gibi kâğıt helva olmasa da simit alıp, sinemaya gitmeye, film izlerken yan yana oturup esas oğlanla esas kızın yerinde olup, hayale dalmaya, bir gün sevdiğini isteterek yüzük takmaya. Bunları hayal edermiş Ahmet ağa elleri başının altında uzanırken yatağında.
Yokmuş sevdiğini istetecek kimsesi. Sevdalı ya, oda sevdiğine tutamadığı türlü vaatler vermiş. Akıl edememiş yok ile güreş tutulmadığını. Doluya koymuş almamış, boşa koymuş dolmamış. Düşünmüş kara, kara. Olmaz demiş çekmiş sineye. Dönmüş kendi içine, bilememiş düşünememiş yapmış masum bir gençlik hatası, akıl edememiş ne bir tanıdığına istetmeyi, nede kendisi istemeyi sevdiğini. Bir gün hayal dediği evlilik oluvermiş. Nasıl olduğunu bilemeden oluvermiş, Ahmet ağanın cebi delik cepkeni delikken, evlenivermiş. Burukta olsa çok sevinmiş. Koşuşturmuş, koşmuş sevdiğiyle öteberi almış gücü yettiğince. Ama mutluluğu kısa sürmüş, Ahmet ağanın. Garip Ahmet ağa. İleri geri sözler duymaya başlamış sevdiğinden. Günler ayları, aylarda yılları kovalamış, Bir yastığa baş koyacaktı ya, yastığı el yastığı gibi olmuş. Tatlı yemek istemiş acı yemiş kalkmış sofradan. Sevdiğinden aldığı dil yarasını içine atmış yıllarca Ahmet ağa. Ahmet ağayı dinlerken bir an beni anlatıyor sandım. Yaşamı boyunca yaşantısı benim yaşantımla bire bir aynı. Oda gülmemiş bende. Oda yaşamamış hayatını bende yaşamıyorum. Oda sevmiş, sevdiğinin karşısında beklediğini bulamamış. Severken hata üstüne hata yapmış. Sevmesini bilememiş benim gibi. Ne gülmesini bilmiş nede ağlamasını bilmiş. Ağlarken de hor görülmüş benim gibi.
Dertli Ahmet ağa. Elini dizine koyarak oturduğu sekiden ayağa kalktı.
- Bak dedi, daha vakit erken çayı tazeleyelim. Demleyelim içelim. Çayımız demlikte. Çocukluğumuz sokaklarda. Muhabbetimiz kursağımızda. Sevdiklerimiz uzaklarda. Duruşumuz fotoğraflarda kalmasın. Kardeşliğimiz arkadaşlığımızda yüreğimizde demlensin.
Murat
- Of ne güzel dedin. Öyle olsun. Ahmet ağa sana da zahmet olmasın
Saatte üç buçuğa gelmiş. Yemek yiyeli bayağı olmuş. Yemek esnasından beri bu saate kadar kısaca hayatını anlatan Ahmet ağa çay içmeyi iyi ki akıl etti. Benimde canım çay istedi, özellikle Ahmet ağanın demlediği çayı.
Ahmet Ağa
- Çayı közde yapacağım ama ateşi biraz yükleyeyim daha akşama çok var. Mahsuru var mı?
Murat
- Mahsuru yok kafana göre takıl Ahmet ağa.
Bu arada Ayşegül’ün cep telefonu çaldı. Ayşegül telefon sesine uyandı. Telefon ekranına baktı. Biraz ileriye gitti telefondaki arayanla konuşmaya başladı. Rahat konuşsun diye Ahmet ağanın yanına gittim.
Murat
- Önceki çayını çok zevkle içtim bunun bir sırrımı var yoksa sen mi güzel demliyorsun
Ahmet ağa
- Tabiî ki Közde olması önemli yâda su kısık ateş de kaynatılmalı. Su kireçten arınmalı. Demlik kuru tutulmalı. Çay suyu kaynarken demlikte kurumuş çay üzerine dökülmeli. Çay hiçbir şekilde yıkanmamalı. İyice kaynayan su, kuru çayın üzerine tek bir noktadan ve yavaş dökülmeli. Çayın demlendiği demliğin ibriği buharın kaçmaması için tıkanmalı. Çay suyu, kaynatıldıktan sonra bir süre dinlendirilmeli.
Murat
- Bende yardımcı olayım. Sayende iyi bir çay demlemeyi öğrenmiş olurum.
Ahmet ağa
- Murat bak Ayşegül Hanım el ediyor.
Murat
- Ayşegül hayırdır. Bir şey mi oldu.
- Ayşegül
- Telaşlanma telefonumun şarjı bitti. Telefonunu verir misin?
Murat
- Tabiî, tabi buyur.
Önemli bir mesele olacak ki, Ayşegül bayağı uzun görüşme yapıyor. Merak etmiyor gibiyim fakat doğrusu meraklandım. Kiminle ne görüşüyor acaba.
- Ayşegül
- Murat telefon için teşekkür ederim. Gardaşım aramıştır. Bakû’den. Benim ev vardı. Satılmış. küpç vermeye ne vakit gelirsin dedi.
Murat
- Önemi yok istediğin vakit telefonu kullan. Bu arada gözün aydın. Yalnız küpç ne demek.
Ayşegül
- Burada tapu derler ya bizde küpç Tapu demek. Alanya’dayım yarın yâda ertesi gün Konya’dan uçağa biner gelirim dedim.
Murat
- Şimdi gidelim o zaman
Ayşegül
- Hayır, yarın sabah giderim evden alacaklarımı alırım. Telaş etme. Uçak geceyedir. Bileti buradan Alanya’dan alırım. Yarın gece Konya’dan hareket ederim.
Yanıma oturdu. Ben ise Ayşegül’ün telaş etme yarın gideceğim demesine sevinirken, yarında olsa gideceğine üzüldüm. Yüzüne bakındım. O küçük yüzünde tebessümle bir burukluk göze çarpıyordu. Gözlerinde nem, yanaklarında pembelik belirdi. Bana bakındı derin, derin içini çekti. Sol omzuma başını dayadı. Bir elimi tuttu. Bende diğer elimle omzunu tuttum, arada bir düz siyah saçlarını parmaklarımla tarar gibi yapıyordum. Uzun zamandır tanışıyoruz da ayrılık vakti gelmişte ayrılmak istemez gibiydik. Daha tanışalı az zaman olmuştu ama çok çabuk kaynaştık arkadaş olmuştuk. Bende belki bir daha görüşmeyiz diye mi bilmem durgunlaştım. Ayşegül avucunun arasında elimi sıkıca tutuyor bırakmıyordu. Parmaklarımı sıvazlıyor derin, derin nefes alıyordu. Karşıya denize doğru bakıyorduk. Gözlerimiz uzaklardaydı. Görmediğimizi görmeye, seçemediğimizi seçmeye çalışıyordu. Dudaklarımız kıpırdamıyor konuşmuyor. Gönlümüz, içimiz konuşuyordu. O uzaklarda sen varsın, biz varız der gibiydik. Şevkimiz kırıldı, kısa zamanda oluşan dostluğumuz yakınlığımız şimdi son buluyor gibiydi. Bu ortamı bu beraberliği tekrar yaşamak bir araya gelmek neredeyse imkânsız diyorduk. Sustuk ikimiz de. Sessizliğe büründük. Sessizliğimizi Hafif, hafif esen rüzgârın ağaç dallarını ve yapraklarını sallarken çıkardığı ses ile Ahmet ağa’nın fırınında yanan odunların yanarken çıkardığı ses bozuyordu. Sarıl diyordu yapraklar. Kopma sıkı sarıl, yoksa düşersin tıpkı daha önce dalından dökülen nice yapraklar gibi. Sarıl da tutunduğun dalından. Bırakmasın seni. Yoksa şu ateş gibi yanarsın, yanarsında kararırsın. Kül olur savrulursun rüzgârın önünde yâda ezilirsin ayakaltında diyordu. Ama Ayşegül dal değil, bende sarılan yaprak değildim. Bir mekânda tanışıp arkadaş olduğum kısacık bir zamanı birlikte geçirdiğim yeni arkadaşımdı. Sadece arkadaş. Ali yâda Hasan arkadaşım gibi. Arkadaş sevgisiydi, bizim sevgimiz çok temizdi, tertemiz sevgi tuğlaları döşenen yâda döşemeye çalıştığımız bir arkadaşlık sevgisiydi.
- Murat beni duyuyor musun? Yarına daha çok var. Şu günün güzelliğini, ortamın güzelliğini, beraberliğimizin güzelliğini birlikte yaşayalım, hele, hele Ahmet ağa’nın çayını doya, doya içelim. Kokusu mis gibi geliyor. Bardakları götüreyim hadi canlan hadi.
Murat
- Tamam kalkıyorum. Zaten bende kalkalım mı diyecektim. Haklısın çay mis gibi kokuyor. Bekle birlikte gidelim.
Birlikte bardakları şekeri aldık Ahmet ağa’nın yanına gittik
Murat
- Çay hazır mı Ahmet ağa. Kokusu pek hoş geliyor.
Ahmet ağa
Bir iki dakika sonra tamam demini alır. Hele Ayşegül Hanım oradan bir paket sigara getirirmisin. Rafın üstünde. Keyifle çay yanında sigaramı içeyim. Yanaşın. Şu kütüklerden altınıza alın. Toprağa oturmayın.
Şu yaz gününün gündüzünü seviyorum. Keyifle çaylarımızı içtik. Sohbet üstüne sohbet ettik. Akşamın karanlığı henüz başlamışken bir sofra daha kurduk. Sohbet esnasında boş da durmadık toprak tencerede kemikli deneli fasulye pişirdi, Ahmet Ağa. Ayşegül ise arpa şehriyeli pirinç pilavı yaptı. Tereyağlı. Bana da salata yapmak düştü. Ekmekleri de ben dilimledim. Çabucak neyin nerede olduğunu öğrendik kendi evimiz gibi. Kahvelerimizi Ahmet ağa yapacak o kahve pişirmenin piri.
Yemeğimizi yedik, bir süre daha sohbet ettik. Kütük üstü yormaya başladı. Çırçır böceklerinin sesleri de ortalığı iyice sardırdı. Kalkmanın zamanı da geldi. Artık yavaş, yavaş toparlanmalı. Ahmet ağa gitmemizi istemez gibi. Ona kalacak olsan oda var. Sünger yatak nevresim var. Yatın burada Alanya şurası diyor salmak istemiyor ama. Yolcu yolunda gerek. Sonra Ayşegül sabah Konya yolcusu. Toparlandık, ocak başından daha doğrusu fırın başından kalktık. Getirdiğimiz malzemeleri birlikte götürdük. Yıkanacakları yıkadık. Hepsini yerlerine yerleştirdik. Birbirimizin telefonlarını kaydettik. Hem konuştuk çoğunlukla Ahmet ağa konuştu. Hem de yürüdük arabanın yanına. Kendine iyi bak görüşürüz telefonlaşırız cümlesini tekrar, tekrar söyleyerek bir yarım saat kadar da araba yanında vedalaştık. Zorda olsa düştük yola Ayşegül ile. Ahmet ağa yanız kaldı. Ağladı savuştururken. Ellerini ak saçlarına koyup anlına doğru indirdi de. Arayın telefonla. Bende ararım dedi Ahmet Ağa. Bir tas içinde getirdiği suyu döktü arkamızdan. Sağlıcakla gidin vardığınız yerden geldik diye de telefon edin dedi Ahmet ağa. Ayşegül titrek sesle ararız, ararız Ahmet ağa derken bende konuşacak durumda değildim. Nutkum tutulmuş kelimeler boğazıma dizilmişti adeta.
Otele geldiğimizde;
Ayşegül
- Murat dedi. Arabayı parka koyup biraz sahile gidelim mi? Kumsalda elime terlikleri alıp, biraz yürümek istiyorum. Sen eşlik edersen.
Arabayı parka koydum. Kumsala gittik. Elimden tuttu. Denizin hışırtılarının arasında aheste, aheste konuşmadan epey bir yürüdük. Sonra bana dönü.
- Ayşegül
- Murat sen çok iyi bir arkadaşsın. Seni tanıdığıma memnun olduğumu bilmeni istiyorum. Ayrılığına da çok üzülüyorum. Azerbaycan’dan geldiğimde aramamı istersen arayayım. Ziyaretime gel. Bu kadarıyla kalmasın. Konya’ da mutlaka buluşalım.
Murat
- Bende seni tanıdığıma memnunum Ayşegül. İyi ki tanıştık. Güzel vakit geçirdik. Elbette görüşelim Hatta bir ara Ahmet ağa’yı ziyarete gelelim ha. Ne dersin.
Ayşegül
- Tabi ya. Gelelim vallaha. Sevinir adamcağız. Koca çınar. Sevinirde. Nede güzel lezzetli, lezzetli yemekler yapar. Sohbet ederiz. Hem kalırız da bir iki gün yanında. Murat telefon açalım. Alanya’ya geldik diyelim. O şimdi bekler aramamızı.
Aradık Ahmet ağamızı. Söyledik Alanya’ya geldiğimizi. Sahilde adımladığımızı. Başka bir zaman uğramak istediğimizi de söyledik. Gelin dedi Ahmet ağa. Gelin size yine kendi elimle yemekler yapayım. Kahve cay yapayım dedi sevindi aradığımıza Ahmet ağa. Ayşegül duvarı işaret etti. Sahili çevreleyen duvarı. Vardık yaslandık duvara. Ayşegül sol omzuma başını koydu. Elimden tutuyor, bırakmıyordu. İkimizde bu gecenin bitmesin istemiyorduk. Bu karanlık, bu gece devam etsin istiyor. Adeta sabah olmasın, aydınlık olmasın, sabah olurda aydınlık olursa ikimize ayrılık var, sabah demek bizim için karanlık demek, hüzün demek, bu gece her zamanki geceden uzun olsun, çok uzun olsun istiyorduk.
Kimselerin kalmadığı, sineklerin dahi uçmadığı, uykuya daldığı cırcır böceklerininse ötmeyi bıraktığı, tanyerinin ağarmaya yüz tuttuğu vakitlerde sahilde birbirine sıkı, sıkı sarılmış gözlerinden uyku süzülmüşte yatmaya gitmemek için direnen birbirlerine de muhite de yabancı iki kişi. Bitişik ekiz gibi duvar dibine çökmüşte gönüllerimiz yorganda yastıkta istemiyordu. Birbirimize yorganda olmuştuk, yastıkta. Özden sarılmıştık. Rahatımızın bozulmasını istemiyorduk. Ayşegül kalkalım mı diyordu da ben birazdan kalkarız diyordum. Ayşegül’de dünden razıydı öylesine diyordu. Oda kalkmayı istemiyordu. Öylece de sabahladık. Akdeniz’in yaşamını çok seviyorum. Dışlamıyor üşütmüyor dışarıda da olsa insanı misafir ediyor. Bizi de misafir etti de üşütmedi. Bağrına bastı. Bir gecede böyle geçti. Sahilde erkenden yürüyüş yapanlar, spor yapmaya gelenler, koşanlar, sabahleyin denizin durgunluğundan istifade edipte denize girmek isteyenler, otellerin, pansiyonların balkonlarından bakınanla, oturanlar, masasına kahvaltı hazırlayan emektar anneler, marketten taze ekmek getirmeye giden fedakâr babalar görünmeye başladı.
- Ayşegül
- Ben açıktım gidelim, kahvaltı saati geldi.
Murat
- Benimde dalım belim ağrıdı, tamam kalkalım. Bir düş alıp inmek istiyorum. Hadi gidelim. Yemekhanede buluşur sonra seni otogara götürürüm.
- Ayşegül
- Tamam, hadi gidelim. Bende bir duş alayım. Kahvaltıdan sonra valizimi toplayayım ilişiğimi keseyim. Seni odandan alırım.
Odalarımıza geldik. Duştan sonra somyaya uzandım. Tam uykuya dalacaktım ki kapı vuruldu. Gelen Ayşegül’dü. Birlikte yemekhaneye oradan da havuz başına yerimize geçtik. Her yıl eylül ayında sıcak memleketlere göç eden göçmen kuşlar gibi, leylekler gibi. Ertesi yıl mart ortalarında geldiklerinde yuvalarını bulup da yerleştikleri gibi. Gezdik dolaştık döndükte yine yerimizi aldık ilk tanıştığımız. Masaya geçtik oturduk. Derin, derin düşüncelere daldık. Artık ayrılık saati yaklaşmıştı. Önce uçak bileti almaya gidecektik sonra otogara. Otogarda hareket saati beklerken bir şeyler içeceğiz de, bir birimize bakacağız. Sonra yerlerinizi alınız uyarısı ile kalkacağız. Ayşegül otobüse yerine oturacak hoşça kal diyecek el sallayacak, ben de kendine iyi bak diyeceğim karşılık vereceğim el sallayacağım.
Havuz başında çayımızı içtik. Artık buraya kadarmış dercesine birde etrafımıza bakındık. Uçak bileti almaya oradan da otogara gitmek üzere kalktık.
Otogardaydık gar çay bahçesine oturuyoruz. Konuşuyoruz Ahmet ağa’dan, kumsaldan, havuz başından. Nihayet anons edildi. Yolcuların peronlardaki otobüslerde yerlerini almaları istendi. 9 numaralı peronda Konya otobüsü yanaşmıştı. Ayşegül yerine oturdu.
Kucaklaştık yanak yanağa öpüştük. Otobüsten indim. Cam kenarında oturan Ayşegül’e el sallayan bir arkadaşı olarak gözyaşlarımı tutmaya çalışıyordum. Gülmeye, rengimi belli etmemeye çalıştım. Bazen, bazen gözyaşlarını içine akıtan bir erkeğin zorlama gülümsemesi gibi. Son bir kez istem dışı el sallama gitme der gibi. Kal birlikte gideriz deme gibi. Bu uğurlama bir otogar hüznü değil de. Bu hüzün egzoz dumanlarıyla birlikte ağır bir ayrılık acısının ta içten, içe oturmasıydı. Otobüsün hareket etmesiyle bir heykel gibi dikildim kaldım. Hareket edemedim. Sonra, sonra yalnızdım artık. Birkaç gün öncesi gibi. Yalnızdım. Otel bir hatıraydı. Alanya, Ahmet ağanın yanı, sahil kumsalı ve kumsalda sabaha kadar geçirilen iki gece bir hatıraydı. Bir ömür gibi yaşandı bitti.
Antalya da oteldeyim. Alanya’dan öğleye doğru ayrıldım. Antalya ya gelirken Ahmet ağanın yanına uğrayıp gelmek istedim ama salmaz ve Ayşegül ile dünkü oturup kalktığımız yerler acı verir diye vazgeçtim. Hatta telefon bile açmadım. Gel murat buradan geçersin der beni ikna eder diye aramadım. Bu arada Ayşegül ile iki kez telefonla görüştüm. Birinde Manavgat’ta diğerinde tınaz tepeye geldiğinde aradı. Konya inişinde de arayacak. Otobüste cep telefonları kapalı olur düşüncesiyle öyle anlaştık.
Lara da güzel bir çay bahçesinde oturuyorum. Yan masada ağzında pipo çeneden sakallı, tepesinde çok az saçı olan ve ensesindeki saçlarını topuz yapmış 55- 60 yaşlarında bir adam gazeteden bulmaca çözüyor. Elinde bir sürü gazete var. Bulmaca çözerken adeta kendinden geçiyor. Birisini bitirdi. Diğer gazeteye geçti. Çayı da seviyor. Bir gazete bulmacasını bitirinceye kadar iki, üç bardak çay içiyor. Gazeteleri bulmacaları için alıyor gibi. Merak etmiş değilim ama iğlimi çekti. Şöyle biraz dikkatlice bakındım. Çay taze demlenmiş bir sipariş verdim. Pipo içen adam gel arkadaş çayı burada içelim gel dedi. Ben buyur burada birlikte içelim diyeceğim fakat davetini ısrarla tekrarladı. Selam Verdim yanına vardım.
- Ben Murat.
- Bende latif hoca memnun oldum.
Emekli lise öğretmeniymiş. 10 yıl olmuş emekliye ayrılalı. Fethiyeliymiş. Eşi de ağabeyside hatta yengesi de öğretmenmiş. Bir işinden dolayı Antalya ya gelmiş. Birkaç gün kalıp gidecekmiş.
Murat
- Bulmaca çözmeyi çok mu seviyorsunuz.
Latif Hoca
- Buna sevmek demeyelim de. Beyin jimnastiği diyelim. Hem gazeteleri okuyorum hem de bulmacalarını çözüyorum. inanırmısın halen bilmediklerim çıkıyor. O bilmediklerimde araştırıyorum. Erken bunama Alzheimer hastalığına uğramak istemem. Bu hafıza kaybı, geçmiş hafızanın korunduğu, hastalığın ilerlemesi ile birlikte sıklıkla telaffuz edilmeye başlanan küçük unutkanlıkların başlaması şeklindedir. Bozukluğun ilerlemesi ile bilişsel yeteneklerdeki kayıp, bilgi işlevleri ile ilişkili, dil alanlarında işlev kaybı beceri gerektiren hareketlerde işlev kaybı ve tanıma fonksiyonlarında bozulmaya doğru uzanım göstermeye başlar. Bunun yanında ben vaktiyle matematik öğretmeni olarak her yıl papağan gibi aynı konuları öğrencilere anlatmak istemedim. Yeni bir nesil kendisine yararlı olmaktan ziyade ülkesine faydalı olsun istedim. Hep araştırdım. Güzel bir şeyler vermeye çalıştım. Sadece matematik kitaplarına bağlı kalmadım. Bu çok önemli. İyi yerlerde önemli görevler yapan öğrencilerimin başarılarını duydukça mutlu oluyorum. Öğrencilerimin nerelerde olduklarının da takibini yapıyorum. Tabiî ki aktif olanlarını. hepsini takip etmem de mümkün değil. Sen nerelisin ne işle meşgulsün.
Murat
Konya’nın Ereğli ilçesindenim. Vaktiyle dedem Karaman’dan göç etmiş Ereğli’ye yerleşmiş. Ben görevim nedeniyle uzun zamandır Konya’dayım. Kamuda memurum. Görev yerim Konya’da.
Latif Hoca
- Çok güzel, ailece tatilde misiniz?
Murat
- Ben yalnız tatildeyim. Herkesin bir derdi var benim yok gibi Latif Hocam. Fakat taş sert üstüne düşmeye gör, ne kadar yüzme bilsen de su boğuyor, ateş ise yakıyor. Her gelen gün yalnız gelmiyor. Yanında dert ile sıkıntı ile geliyor. O da biliyor dertlere insanların dayandığını. İnsan sevdiklerinden, sevdiğinden uzaksa, uzaklık bir oda kadarda olsa gurbette olmuyor mu? Ha Antalya ha bir başka oda, fark ederim? Her iki yerde de yalnızsın. Dedim ya insan her derde dayanıyor. Bende o yalnızlardan biriyim dayanıyorum gücüm yettiğince. Gurbetteyim sevdiklerime sevdiğime. Dün tanıdığım Ahmet ağa gibi. Ahmet ağa derdini eşine, dostuna anlatıyor rahatlıyor da bende içime anlatıyorum. Ben kalıp içime attıklarım harç misali. Dertlerim sıkıntılarım orada donup kalıyor. Bir gün kalıbım söküldüğünde içimdeki harcı görenler diyecekler neler gizlemiş. Görecekler gizlediklerimi. İşte on günde olsa biraz rahatlamaya geldim, ama dedim ya her yeni gün yeni bir dertle geliyor. Hayat belkiler le, keşkeler le yapacak bir şey olmayınca neyseler le ibaret değil mi? Latif hocam.
Latif Hoca
- Haklısın murat bey. Çok haklısın. Sevmeyen insan iğne ucu kadar sorunu büyütürde, seven gizler sorunları dağ gibi olsa. Sevende bahane yoktur. Gerçekten sevende olmaz senin dediğin gibi belkiler, keşkeler. Ayrıca sevilen sevebilse uzatır elini, görebilse tutar seveninin elini. Gördüğü halde kör sevildiği halde nanköre öğretemezsin sevgiyi.
Murat
- Latif hocam. Merak etimde pipo diyorum zararlı değilmi? Çok içiyorsunuz. Nihayetinde duman.
Latif hoca
- Evet, ama bak. Pipo içmek, tütün içme yöntemlerinden en zararsızlarından biri olmasına rağmen tütün ve nikotin kullanımına ilişkin bazı sağlık tehlikeleri pipo içiminde de geçerlidir. Nikotin, normalde de vücutta bulunan, bir tek tütüne özgü olmayan bir kimyasaldır ve beyindeki önemli süreçlerde rol oynar. Tütün, nikotini en yoğun olarak barındıran bitkidir. Çayın ve kahvenin kafeini barındırmasından bir farkı yoktur. Mesela, çay yapraklarını da sigara gibi kâğıda sararak, günde 20 defa içseydiniz, en az sigara kadar, muhtemelen de daha fazla sağlık riskiyle karşı karşıya kalınır. Organik bir maddenin yanması sırasında ortaya çıkanların kendisi çok sağlıklı olmadığı gibi, bu durum sigaraya ve diğer tütünlere yoğun olarak katılan kimyasallar ile daha da kötü hale gelmektedir. Peki, sen sigara içmedinmi?
Murat
- Vaktiyle içtim ama bıraktım. Dumanını al ver. Zararını gördüm ve bıraktım. içmeyede hiç niyetim yok. Öyle düşünüyorum. Siz üzerinize alınmayın Dumanı havayı, zehiri ciğerlerimizi, hele insan üzerindeki kokusu etraftakileri rahatsız ediyor. Düşüncem bu.
Latif hoca
- Estağfurullah. Haklısın üzerime alınmadım alınmamda. Doğru söylüyorsun. İyi kurtulmuşsun seni tebrik ederim. Sağlıklıda görünüyorsun.
Murat
- Teşekkür ederim sağlığım iyi bir sıkıntım yok Elhamdülillah. Latif hocam eskiden grip olana nane limon kaynatıp içirirlerdi. Biz şifalı ot olarak bu nane limonu bilirdik. Şimdi otlar hastalık türlerine göre çoğaldı. Kanser, kalp, şeker vs. hastalıklarına türlü, türlü otlar söyleniyor. Şifalı bitki satan işyerleri de çoğaldı. Faydasını gördüm diyenler de var. Aman içtim hiç faydasını görmedim diyenlerde var. Sen ne dersin.
Latif Hoca
- Haklısın murat bey. Yalnız otlar doğru zamanda alınmalı yani İnsanlar doğru beslenmediklerinden birçok hastalıkla karşı karşıya kalabilirler. Bizler de bu konuda doğal yöntemleri de tedavimizin tamamlayıcısı olarak kullanıyoruz. Doğadan gelen sağlığın varlığı insanlığın tarihiyle başlamıştır. Yüzyıllardır bitkiler insan sağlığında tedavi edici ve koruyucu olarak gerek çay ve gerekse losyon şeklinde kullanılmıştır. Besin olarak tüm yediklerimiz aslında vücudumuza fayda sağlamıyor mu? Fayda sağlıyor ama eksik alınan besinler vücudumuzdaki ihtiyacı karşılamadığındandır belirli bölgede görev eksikliği oluşuyor da vücudumuzda hasar meydana geliyor. Bitkilerden takviye yapılmalı ancak, doktora gidilmeli tetkiki yaptırılmalı doktor tarafından yazılan gerekli ilaçlar eczanelerden alınmalı.
Latif hocanın söylediklerini dinlerken çocukluğum ve o zamanlardaki kendi ailemde ve çevremizdeki, komşularımızın yaşantısını hayal ettim. Küçükken duyardık. Çolak Remzinin babası aniden ölmüş, Veli Ağa kaç zamandır yatalak hastaymış, yemiyor içmiyor, konuşmuyormuş. Hayriye kadının sırtı yanı beli çürümüş. Doktora götürmüşler doktor evine götürün Allahtan umut kesilmez ama misafir dedi diye anlatılırdı. Kalp, damar sertliği, şeker, böbrek, kanser hastalıklarından bahsedilmezdi. Bildiğimiz bilinen nezle, grip, sıtma hastalıklarıydı da onlar içinde gripin ilacı, sıtma hapı içilirdi. İlaç bunlardı. Çeşitli ilaçlar vardı da biz bilmezdik. Aslında aniden ölen kalp hastasıydı. Hasta hastalığını bilmiyordu. Doktora gitme alışkanlığı olmayınca, kriz geçirip ölürdü de kalp krizi bilinmediğinden ani öldü deniliyordu. Erkenden doktora gidilse belki önlem alınırdı. Yokluk, cahillik hat safhadaydı. Ulaşımda şimdiki gibi değildi. Tek atlı araba yâda paytonlar vardı. Taksilerde mevcuttu ama herkes binemezdi. Tenteli ceep araçlar çokça bulunurdu. Çoğunlukla yakın köylere yolcu taşırdı. Ambulans vardı ama ulaşmak zordu. Çünkü telefon sayılı kişilerde vardı. Mahallemizde telefonu olanı hatırlamıyorum. Bir acil hasta olsa imkânlar dâhilinde hastaneye gidilirdi de ambulans çağırmak akla gelmezdi. Aslında ambulansın varlığını bilen yâda ne işe yaradığını bilende yoktu. Cehalet ile yokluk yan yanaydı ama insanlar bu halleriyle de mutluydu. Birbirleriyle kardeş gibiydiler. Birbirlerine güvenilen ve yaslanılan dağ gibiydiler. Yokluk vardı ama açlık yoktu. Karınları toktu. Komşular birbirlerini kollardı. Karşılıklı sevgi ve saygılarında eksiklik yoktu. Çocuklar yetişirken komşuya karşı görevler işlenerek yetiştirilirdi. Sevgiye açlık yoktu. Sevgi ve saygınlığa tokluk vardı.
Latif Hoca
- Eee murat bey birer çay daha alırmıyız. Ben alacam sende al. Çay iyi olur sinirleri yatıştırır. Benim öyle olur. Ne zaman canım bir şeylere sıkılsa çay içerim. Derin, derin nefes alırım. Kafamda oluşan düşüncelerden arınmaya çalışırım. Hani Pazar sabahı kahvaltıdan sonra pencere önüne geçip koltuğa oturup da çay içmekten de zevk alırım. Adeta bütün vücudum dinlenir. Eee o zaman hadi çayla birlikte hem demlenelim hem de dinlenelim. Ne dersin Murat Bey.
-
Garsona işaret etti Latif hoca. Gelmesini istedi. Garson hemen geldi. Ona şöyle iki demli çay getir bize ama okkalı olsun dedi. Okkalı iki çay. Biraz sonra çaylarımız geldi. Hakikaten okkalıydı. İlk yudumda ağzım buruştu. Tek şeker atmıştım. Şekerden diyordum ama değil. Ahmet ağanın demlediği çayı andırıyor. Demini iyi almış.
Çaylarımızı içtik. Arka arkaya ikişer çay Latif hocamın da dediği gibi iyi geldi. Bir süre daha sohbet ettik. Hocam müsaade istedi. Karşılıklı adres ve telefonlarımızı verdik. Latif hocanın arkasından kayboluncaya kadar bakındım. Koca çınar. Lise matematik öğretmeni dedim. Vaktiyle Matematiği sevmeyen öğrencilerin korkulu rüyası dedim. İyi bir insan. Mesleğine âşık olduğu da besbelli. belli ki Öğretmenliğini severek yapmış. Öğrencilerine güzel şeyler vermek istemiş. Şuracıkta benimle sohbet ederken de bir şeyler vermeye çalıştı. Öğretmek ruhuna işlemiş.
Masada elim şakağımda bayağı bir düşünceye daldım. Üzerime bir durgunluk girdi. Mutsuzluk can sıkıntısı bir gerginlik oluştu. Ara sıra bende olan bir hadise birazdan geçer dedim işi akışına bıraktım. Ayşegül’de aramadı bayağı oldu. Konya’ya varmıştır. Akşama arar belki. Akşama da az kaldı. Aradığında Latif hocadan bahsederim. Onunla olan sohbeti anlatırım. İyi bir insan olduğunu söylerim. Hatta istersen bir gün ziyaret ederiz adresini aldım derim.
Masamda yalnızım. Bahçede bazı masalar boş bazıları ise dolu. Benim gibi tek oturanlarda, Birkaç kişi bir arada oturanlarda var. Boş, boş çevreye bakınıyorlar. Düşünüyorlar. Fakat düşünceleri boş değil gibi. Onlarında kendilerine göre dertleri vardır. Kim bilir kimileri sevdiklerinden uzakta, kimilerinin hastası vardır. İşi rast gitmeyenler, hayalleri gerçekleşmeyenler, çeşit, çeşit dertleri olanlar vardır. Dalgın, dalgın düşünüyorlar. Zihinleri meşgul. Otel’in ise manzarası çok güzel. Bütün otel ve pansiyonlarda havuz bulunuyor. Bahçesinin güzel bir çevre düzenlemesi var. Aslanlar, geyikler, kuş ve kartalların alcıdan heykelleri mevcut. Aslan ile geyik kuş ile kartal yan yana konmuş. Geyik aslanın yanında kuş kartalın yanında korkmadan duruyorlar. Otelin çok rahat ve emin olduğunu anlatıyor gibi. Böyle bir mesaj veriliyor. Bahçe duvarına da tarihi bir desen verilerek eskiye dayalı figürlerle kabartmalar yapılmış, duvar kenarında ise şırıl, şırıl bir metre genişliğinde akar var. Denize doğru akıyor. Çocuklar havuzdan çok akarda oynaşıyorlar. Kâğıttan kayık yapıp akara bırakıyor takip ederek akıntı boyunca yarıştırıyorlar. Kayıkları aşağıya gelince alıyor baştan bir daha bırakıyorlar. Kâğıttan Kayıkları sudan eridiğinde yerine bir yenisini yapıyorlar. Eğlencelerinin zevkine zevk katıyorlar. Hiçbir dertleri yok. Onlar çocukluğunu yaşıyor. Büyükler gibi bir kenarda oturup düşünmüyorlar. Gençlerden havuz başında olanların kimileri yüzüyor, kimileri şezlongda uzanıyor. Gezinti yolunda bisiklete binenler, el ele tutuşup gezen gençler kendi çaplarında tatillerinin tadını çıkarıyor. Bunların içinde yüzü gülmeyen gençlerde var. Kim bilir dertleri nedir. Belki aşk yarası çekiyor. Belki de karşılıksız âşıktır. Yâda bazıları okuyup iş bulamamış veya okulunu yarıda bırakmıştır. Karşıdan öyle görünüyor. Göz görüş alanında birçok şeyler görür. Görmek kişilerin neyi görmek istediğine bağlıdır. İnsanlarda gördüklerimiz ise farklıdır. O insanın duruşu, giyimi hal ve hareketi vs. onları görürüz ama düşündüklerini bilemeyiz. Onlar kendi âlemlerinde yâda kendi içlerindedir. Bazen öyle oluyor ya hepimizde. Birisiyle sohbet ederken bir an zihnen sohbet mahallinden ayrılıp başka, başka şeyler düşünüyoruz. Söylenenleri duyarız ama anlamayız.
Havuz başı sakinleşti. Denize giden yol biraz hareketlendi. Güneş yavaş, yavaş yarım küreyi terk ediyor. Sahilde kalabalık artmış olacak. O görüntü hep bildik görüntü. Tüm sahillerde bu yaşanıyor. Akşamın verdiği güzellik bu olsa gerek. Gezintiler, yüzmeye gidenler, yüzmeden dönenler, balkon sefası yapanlar, alışverişe gidenler her sahilde görünen manzara. Bugün benim için biraz farklı yalnızlık ve bekleyiş. Yalnızlığa alışığımda, beklemek heyecan veriyor. Aramaktan ziyade aranmak istiyor insan. Ayşegül arayacaktı. Kavlimiz öyleydi. Otobüsten inince arayacaktı. Ben arasam olur ama bekleyeyim biraz. Canım hiç bir şey yapmakta istemiyor. Masada oturmakta istemiyorum. Odama çıksam uzansam diyorum. Bir ağırlık var, kalkmakta istemiyorum. Boş, boş çevreye bakınmaktan da sıkıldım. Oturmaktansa şehir içini biraz dolaşayım. Yürüyerek güzel bir gezi yapayım. Kale yakınlarında bir yere arabayı park edip, Kale içini gezeyim. Buranın piyazı meşhurmuş, yani yöresel lezzetmiş. Öyle söylüyorlar. Nasıl bir şeymiş tatmak istiyorum. Şehir merkezindeki Atatürk Anıtı, Yivli minare, Hadrian kapısı, Atatürk Parkı, Antalya Arkeoloji Müzesi görülmeye değer yerler olduğunu duymuştum. Şehrin tam merkezinde, Atatürk anıtının bulunduğu yerde, güzel bir meydan ve trafik düzenlemesi yapılmış. Buraya, araç giremiyormuş ve ayrıca, havuzlar ile su güzellikleri yaratılmış. Gelmişken buraları da göreyim diyorum. Zaman kısa da olsa buraları gezip tozayım. Yarında başka yerlere giderim. Antalya da gezip tozacak çok yerler var. Gezebildiğim kadarını gezerim. Hem de düşüncelerden arınır rahatlarım. Düşünürken zararım kendime oluyor. Şu anki gibi, içim içime sığmıyor. Bir can sıkıntısıdır gidiyor. Rahatlamak istiyorum olmuyor. En iyisi Ayşegül’ü ben arayayım. sabremedim. Ha o armış ha ben aramışım ne fark eder. Aramış olmamdan mutlu olur. Bu arada can sıkıntımda gider. Konuşur açılırım. Telefonda kayıtlı numarasını çevirdim. Şu an çalıyor. Hemen açan olmadı bekledim. Birkaç kez çaldı fakat tele sekreter aradığınız numara cevap veremiyor mesajını verdi. Tekrar aradım bir müddet sonra aynı mesajı veriyor. Birkaç kez tekrarladım nafile aynı mesajı tekrarladı. Aramayı bıraktım. Nafile Ayşegül’ün aramasını bekleyeceğim.
Bugün otele geldiğimin ikincisi günü. İsteksizde olsa şehri biraz gezdim. Konya altı plajına gittim. Sahil boyu alabildiğince yer, yer kalabalık. İnsanların güneş altında ne yapmak istediklerine bakındım. Yanmaktan, güneş altında kavrulmaktan başka bir şey yapmıyorlar. Sanırım çoğunluğu Antalya da ikamet edenlerden oluşuyor. Denize girip çıkıyorlar, sonra kum üstünde oturuyorlar. Bazılarının şemsiyesi de yok. Güneşten yananların derileri soyulmuş. Pul, pul olmuş. Pek dadı yok. Buralara gelmeden önce yâda kış aylarında tatil düşünürken ki mutluluğu yaşamıyorum doğrusu. Yani haz almıyorum. Asıl mutlu olanlar, haz alanlar çay bahçeleri lokanta gazino ve benzeri yerler. Güneş, kum ve deniz üçgeninden bu sektörler para kazanıyorlar. Yani tatilcilerin yâda serinlemeye gelenlerin kendileri gibi cebi de yanıyor. Sanırım tatilden yâda buralardan haz almayışımın sebebi Ayşegül olsa gerek. Halen haber almış değilim. Gidişinden bu yana telefonunu bekledim. Aramadı. Ben arıyorum açmıyor telefona cevap veremiyor diyor. Haberleri dinliyorum Konya Antalya arasında herhangi bir kazası vs haberde yok. Konya ya inişinde eviyle yâda işiyle ilgili bir sıkıntıyla yaşadı veya aramak istemedi. İsteseydi arardı. Aramayışının vardır bir sebebi. Bir soru işareti olarak da kafamda kalmasını istemiyorum. Ama kafamdaki aramadı düşüncesini de atamıyorum.
Çaresiz otele döndüm. Odama çıktım yatağıma uzandım. Bir süre odanın tavanına bakındım. Hayallere daldım. Pencereden bakarken gördüklerimi, Tavana bakarken ise görmediklerimi görüyordum. Yani düşüncelerime daldım. Tavanda kabartılmış beyaz boya ile ampulden başka bir şey görülmüyor, ama gördüğüm geçmişle gelecek karışımı bir şey yani Geçmişte yaşadıklarım. Gerçek hayal. Yaşanmış gerçekleşmiş hayal. Aslında bu saatten sonra pek fazla gelecek düşünmüyorum. Gelecek geçmişin aynası olmayacak mı? Geçmiş yaşantının gölgesi diyorum. Bana göre gelecek geçmişin gölgesi. Gelecek farklı olmayacak. Sonra. Sonra kocaman bir hiç, bir faydası yok. Ancak tecrübeden başka bir şey değil. Dünü dönüp tekrar bugün yaşıyoruz, Konu aynı. Mekân farklı. Bazen kişilerde farklı, biten filmin tekrar başa sarıp izliyor gibi. Tarz aynı. Hayat insanlara bir nevi ders veriyor, ders alırken, yaşam tekrarlanıyor.
Duygusal düşüncelere dalarak kendimden geçmişim. Öyle bir derin uyku çekmişim ki akşam yemek dahi yemeden sabahleyin dinlenmiş vaziyette uyandım. Dünkü duygusallığım kalmamış gibi. Yani biraz daha iyiyim. Duştan sonra iyi bir mercimek çorbasına hayır demeyeceğim. Sonra demli çay ve sonrası… Kemer tarafına bir gezi… Ardından dönüş, doğruca Konya.
Kemer’i Antalya’dan biraz farklı gördüm. Semt pazarına denk geldim. O gün semt pazarı varmış. Pazarda satışlar özellikle giyim tarzı eşyaların fiyatları ne kadar olduğunu, sordum, satıcıları Euro-dolar birimi olarak söylüyorlar. Biraz garibime gitti. Çoğu tatilciler yabancıda ondandır dedim ama alıcıların içinde yerlileri de var. Yurt dışına gitmedim. Mesela Almanya’da bir Türk uyruklu vatandaşımız Alman satıcıya bir şeyin fiyatını sorsa 5 TL demez. Sanırım. 5 Euro der, yâda İngiltere’de İngiliz satıcıları kendi para birimlerini söylerler. Benimkisi de boş düşünce. Herhangi bir alacağım yok. Alacak olsam ödemem yabancı para biriminin Türk lirası karşılığı olacak. Benimkisi biraz yanlış düşünce, yabancı kendi bildiği para biriminden anlayıp pahalı görürse geçip gidiyor veya işine gelirse alıyor. Gereksiz düşünceden ayrılıp, Semt pazarından ayrıldım.
Akdeniz sahilleri çok güzel, çok hoş uyumanın, derin bir uyku çekmenin faydasını gördüm sanırım. Dünkü hayat görüşüm karamsardı. Dün iyi değildim. Hiçbir şeyden zevk almıyordum.
İleride bir kanepede yaşlı bir amca oturuyor. İki bacağının arasına aldığı bastonunun kıvrım yerinden sıkı, sıkıya tutuyor. Başını da ellerinin üzerine yaslamış çevresine bakınıyor. Yanına gidip biraz oturmak istedim. Azıcık laflarız.
Merhaba bey baba dedim oturmak için izin istedim. Bey baba otur, otur dedi. Yanına oturdum. Kısa bir süre sessiz kaldık. Sonra bey baba merhaba arkadaş nasılsın dedi. Bir birimize hal hatır sorduk. Sonra adının Salih olduğunu söyledi. Bende, Murat dedim. Kısa bir tanışma yaptık. Bir süre daha sessizce oturduk. Salih baba şöyle bir doğruldu. Eliyle bir kavis çizdi. Buralar şu yol dâhil, bu oturduğumuz yer dahi hep mandalina, portakal bahçeleriydi. Buraların toprakları verimlidir. Çok güzel sebzeler yetişirdi. Ben buraya yani kemere yaklaşık 6 km mesafede beycik köyündenim. Bey dağlarının şöyle yamacına düşer. Köyümüzde de burada da kemer- Antalya yoluna doğru yerde, yerlerim var. Uşaklarımın işleri burada yani Kemer’de. Ben kendi evimde otururum. Vaktiyle Dülger’dim. Dülger nedir bilirmisin. Dülger marangoz demektir. Mâniside var. Şöyle; Komşuda Dülgermi var. Geliyor keser sesi. Çıraklar konuşunca, ustalar keser sesi. O vakitlerde çocuklarım benim çıraklarımdı. Şimdi ise çocuklarımda dülgerlik yapıyor. Yani Uşaklarımda marangoz, baba mesleğini yapıyorlar. Şimdi onlar usta. Çok usta yetiştirdim. Çırakken yanımda başlayıp da usta olan çok marangoz var. Ee bir zamanların ustasıydım şimdi keserimin sesini kestim. Çırakların keser sesi konuşuyor. Kısacası emekli olduk.
Salih baba
- Nerelisin, bizim bu çevreden değilsin. Ne iş yaparsın.
Murat
- Evet, bu çevreden değilim. Konya’ dan, Konya’nın Ereğli ilçesindenim. Aslında Ereğli ilçeden ziyade vilayet ayarında ama Konya’ya bağlı büyük bir ilçe. Bir denizi olsa inanın yalancı cennet diyebilirim. İlçemiz çok güzel. Yeşilliği görülmeye değer. İvriz çayı İlçemizin can damarı. İvriz çayını, bir nevi Mısırdaki Nil nehrine benzetirim. Ereğli’ye ayrı bir güzellik ayrı bir zenginlik veriyor. Ben şimdi aşağı yukarı 25 yıldır Konya’da yaşıyorum. Konya’ya yerleştim. Kamuda memurum.
Salih baba
- Çok güzel, adın Murat’ tı değilmi?
Murat
- Evet, adım Murat, Salih baba
Salih baba
- Bak murat arkadaş şu elimde gördüğün bastona bindin mi işin biter. Hani doğduğumda 4 ayaklıydım sonra iki ayaklı oldum şimdi üçayaklıyım derler ya işte şimdi ben üçayaklıyım. Vaktiyle çok çalıştık. Dülgerlik zor iş. Kütüklerin ağırlığını bu kollarla ayaklar çekti. Şu gördüğün bölgedeki binaların çatı, kapı ve pencerelerinin çoğu benim elimden geçti. Bu beden yoruldu. Yoruldu, ama mesleğim karşılığını verdi. Kendi evimi de çocukların evini de bu meslekle kazandım. Kemerde tarlamda var. Portakal bahçemde var. Köyde ki yerler babamdan kalma yerler. Oraları zeytinlikli. Arazi dağlık. Yani yamaç. Arazi parça, parça.
-
Salih baba bir süre sustu. Nutku tutulmuştu. Konuşmadı. Bakındı uzaklara, hep uzaklara bakındı. Kaşları çatıldı. Alnındaki kırışıklıklar damar, damar oldu. Yüzü pembeleşti. Gözlerinin içi nemlendi. Ağlamaklı hal aldı. Ağlamadı ama koca çınar belli ki içinde çok biriktirdikleri var. O kadar keresteler, kütükleri kaldırdı, aman demedi de sanki içindeki birikintileri ağır geliyordu, kaldıramıyordu. Mesleği Salih babaya hakkını vermişti de, neydi hakkını alamadığı, kendisini bu derece üzen, neydi Salih babayı duygulandıran.
Salih baba
- Bak Murat kardeş. Şu Pazaryerinin sol tarafında sıralı dükkânlar var ya tut kolumdan kaldır bakayım o dükkânlara doğru gidelim. Gir koluma yavaş, yavaş gidelim. Orada çavuşun çocukları lokanta işletir. Çorbaları pek lezzetlidir. Hele işkembe çorbası buralarda tektendir. Üzerlerine daha aşçı tanımam. Mehmet çavuşun uşakları diye tekten anılırlar. Üçkardeşler. İkisi birlikte bir lokantayı çalıştırır. En küçükleri denize doğru kendi lokantası var. Ama aşçılığı iyidir.
Murat
- Tamam, gidelim Salih baba. Kalk yaslan omzuma.
Koca çınar omzumdan tutundu, bastonunu da destek vererek ayağa kalktı. Mehmet çavuşun uşaklarının lokantasına doğru yöneldi. Lokanta bulunduğumuz yere 500 metre kadar mesafeli. Yavaş, yavaş adımladık. 15 dakika kadar yürüdük. Koca çınar konuştu ben dinledim. Meğer nede çok anlatacakları varmış. Askerlikten başladı. Lokantaya vardığımızda askerlik anılarının acemi birliğindeydi. Daha teskeresine çok var. Lokantanın bahçe kısmına geçtik. Bahçe çevresinde betondan saksılara yörenin bitkilerinden palmiye ağaçları dikili. Kaldırıma yakın masaya oturduk. Salih baba garsona seslendi. Bize iki İşkembe çorbası ile ateşte gevretilmiş pide ekmek getir dedi. Biraz sonra çorbalarımız geldi. Çorbayı iştahla iştim. Harika bir çorbaydı. Bu arada Salih babanın sohbeti de, işkembe çorbası da bana Ahmet ağayı, birde gençlik dönemimizi, ergen dönemimizi hatırlattı. Eskiden Kış gecelerimiz dolu, dolu geçerdi. Şimdilerde yok öyle geceler. Televizyon insanları yalnızlaştırdı. Hele bilgisayar, o daha da yalnızlaştırıyor. Herkes odalarında kendi halinde, Eskiden oda sayıları azdı. Televizyonda yoktu. Mahalle komşuları, kış akşamları genellikle cumartesi akşamları sıra ile bir komşuda toplanırdı. Arabaşı çorbası ve hamuru pişirilir, pişmaniye çekilir ve çetnevir hazırlanırdı. Hep bir aradayken neşe içinde pişmaniye yapılırdı. Üstelik çocuklara konuşmayın, gürültü yapmayın pişmaniye küser olmaz derlerdi. Pişmaniye küsmesin diye çocuklar hiç konuşmazdı. İlerleyen saatte büyükçe siniler üzerinde yapılmış arabaşı hamurları gelirdi. Ortası oyulmuş hamurun oyuk kısmına, çorba tası konurdu. Sini etrafına 5 er 6 şar kişi oturur, kurallar söylenirdi. Hamuru kaşıktan çorba alırken çorba tasına düşüren cezalanırdı. Çorba tahtadan kaşıklarla içilirdi. Çorba içmede hile yapan yani içer gibi görünenlerde cezalanırdı. Çünkü işin esprisi çorba içmesine az bir ara verilip, bu sırasında, birisi sırt üstü yatar diğeri karnını sırt üstü yatanın ayaklarına dayar, sırt üstü yatan ayaklarıyla karın üstü yatanı havaya kaldırır silkelerdi. Bu silkeleme esnasında gaz çıkaran haftaya arabaşı ziyafeti verme ile cezalandırılırdı. Daha sonra tombala çekilir, tavla oynanır usta oyuncular belirlenirdi. Çok renkli, zevkli geçen kış gecelerinde yetişkinlerde çocuklarda hep birlikte eğlenirdi. O geçen günler özlemle anılıyor. Yaşandı geçti deniliyor. İstesek de bir daha yaşanmıyor.
Bu güzel belde Kemer’den ve Salih babadan ayrılma vakti geldi. Akşama otelde hazırlıklarımı yapıp biraz dinleneceğim. Sabaha yola çıkacağım. Dönüş Konya’ya. Sonra yoğun bir tempo çalışma. Pazartesi sendromu gibi. İzin dönüşü sendromu.
Murat
- Salih baba, şimdi ayrılma vakti. Bana müsaade edermisin. Gideceğin yer uzakmı. Seni götürebilirim. Ben Antalya’ya döneceğim. Gerçekten seni gideceğin yere götüreyim. Oradan da ver elini Antalya. Yarın da nasip olursa Konya.
Salih baba
- Sağ ol sen git güle, güle. Uşaklarım gelirler buraya. Alırlar beni buradan. Her vakit gelirim buraya. Uşaklar burada olduğumu bilirler. Onlarla da biraz laflar sonra gideriz. Seni tanıdığıma memnun oldum. Murat kardeş. Biraz başını ağrıttım kusura kalmadın değil mi?
Murat
- Kusur olur mu Salih baba. Bende seni tanıdığıma memnun oldum. Hoş vakit geçirdik. Buralara tekrar gelirsem mutlaka seni görmek isterim. Yolun Konya’ya düşerse de beklerim. Kal sağlıcakla.
Salih babanın yanından ayrıldım. Kaldırımda epey bir yürüdüm. Arabayı park ettiğim yere doğru. Caddeler yer, yer Kalabalık. İnsanlar geziyorlar. Kimileri vitrinlere bakıyor, Kimileride alış veriş yapıyor. Hava sıcak olduğu kadarda nemli bunaltıyor. Yollardaki asfaltlar yer, yer erimiş. Bir an önce Antalya’ya dönüp, bir duş alıp uzanmak istiyorum. Yalnız olunca gezmenin tadını alamıyorum. Karar vermekte zorlanıyorum. Bir şeyler yapmak istiyorum, sonra vazgeçiyorum. Denize gitmek istiyorum, isteksizlik oluyor gitmiyorum. Aslında içimden gezmek eğlenmek de gelmiyor. Tedirginlik var. Bu tedirginlikle, isteksizlikle Antalya’ya doğru yola çıktım. Bir yoldaş olsa kafa, kafaya vurup bu güzel yerleri enine boyuna gezsek olur ama yalnız tadı çıkmıyor. Buralar hakikaten gezilecek yer. Batı Toros Dağları’nın eteklerinde kıyı şeridi boyunca uzanan Kemer ilçesi, Türkiye’nin en önemli turizm merkezlerinden birisi. Bugün Kemer’in bulunduğu yerde, çok eski yıllarda 1910 gibi eski Köy adı ile bilinen ve dağlardan gelen seller sonucu göl ve bataklıklardan oluşan bir yerleşim yeriymiş. Eski Köy halkı, kendilerini bu sellerden korumak için, dağların eteklerinde 20–30 kilometre uzunluğunda bir taş duvar örmüşler. Sonraları, bu duvar nedeniyle köylerine Kemer demişler. Kemer adı buradan geliyormuş. Salih baba anlattı. Canlı tarih.
Kıyıdan geze, geze Antalya’ya geldim. Bir güzel duş iyi gelecek. Sonra bahçede demli çay çok daha iyi olur. Gecede hazırlık yapar sabah Konya’ya yolculuk. 15 günlük bir izin böylece geçti bitti yani. Darısı seneye.
Gün sadece bugündür. Dün geçti yarının ne olacağı belli değil. Dün ıstırap, yarın ise endişe veriyor. Oysaki bugün istersen sevdiklerinle birlikte ol, istersen iş yerinde işinle meşgul ol. Amaç günü yaşamak yaptığın bir iş varsa başarmak olmalı. İşte o zaman dolu, dolu mutlu olur insan. Dün Antalya. Bugün Konya. Hayat bu işte. Yarın nerede olacağımız belli değil. Endişe ve düşüncelerle mutlu olmakta insanın elinde hiç değil. Mutlu olmak içinde bir neden olmalı. Haz aldığın bir şeyler olmalı. Ben buna sevgi diyorum. İnsana haz veren, mutluluk veren sevgidir. Doğa sevgisi gibi, insan sevgisi gibi, hayvan sevgisi gibi. Yâda başarıyı yakalamış bir eserine olan sevgi. Geçerli olan İçinde sevgin, dışında sana uzanan el varsa. Horantanın soğukluğu yok da, bakışları içten ve sıcaksa. Her yolda ulaşacağın hedefine seni kanatlandıran varsa. O hedef, senin sonunda ulaşacağın düşlerinin ta kendisidir. İşte o vakit yıkılmayan kalesin. Allahın afatının dışında seni yıkmaya kimsenin gücü yetmez.
Ütülü elbise beyaz gömlek ve kravat. Bir birini tamamlayan bir bütünlük. Bu üçü bir arada olunca memur masa ve de mesai. Görevin ilk günü. İzin dönüşü. Hoş geldin nasılsın. Hoş bulduk sen. Ne alırdınız. Lokumdan lütfen. Karşılama güzel ama riya var. Hepsi candan değil. Göstermelik. Bayram dönüşü bayramlaşma da aynı terane, izin dönüşü gibi. Alıştık ama benim hala garibime gider. Aynı yerde hatta aynı mahalledesin yalnız bayram geçirilir. Bayram sonrası iş yerinde kutlaması yapılır. Geçmiş bayramın kutlu olsun. Neyini kutluyorsun ki zaten geçmiş. Geçmiş şeyin kutlaması mı olur. Bayramlarda aile ortamı oluşturulmaz. Bir araya gelinse birliktelik olsa hem hoş vakit geçirilse, aileler arası muhabbet olsa. Yok, herkes ayrı, ayrı kendi yalnızlıklarında, televizyona bağımlılık atisi bütünleşmeden dağılan aile yapısı.
İzin dönüşü bir bakıma farklı. İşte izinin nasıl geçti. Bayağı dinlendin mi. Kaç gün kaldın. Nerelere gittin abi gibi.
Konya’mızın mesire yerlerinden Meram Bağlarındayım. Meşhur Meram Bağları. İnsanların akın, akın geldiği, piknik yaptığı, yürüyüş yaptığı, gençlerin, nişanlıların, yeni evlilerin hatta ailelerin çocuklarıyla birlikte Meram Deresinde pedallı sandala bindikleri, çay bahçelerinin, düğün salonlarının, gazinoların bulunduğu yerdeyim. Buraları her mevsimde bir ayrı güzel. Son baharı bir başka. Kışı bir başka. Baharına da, yaz ayına da derman yetmez. Suyu, havası bir başka. Bir başka eser Meram Bağlarının rüzgârı. Bunaltmaz. Serin olur temmuzun, ağustosun sıcağında. Kaynatılmış mısır, ütme mısır, çeşit, çeşit meyveler, çerezler dondurma oyuncak ne ararsan var burada. Seyyar satıcılar, halinden memnun. Yorulurlar ama sanırım satışları dinlendirir akşam hâsılatlarını sayınca.
Yanımda Karaman ilinden bir arkadaş var. Yeni tanıştım. Adı Birol. Birol kıyak giyinikli üsten üç düğmesi açık desenli siyah gömleği, sivri uçlu ayakkabısı, elinde tespihi, hele tespihini elinde hızlı, hızlı hareket ettirmesi oldukça dikkat çekici. Az konuşuyor. Bakışları vergi denetim memurları gibi. Sert. Oldukça da tedirgin. İçini kemiren, kendisini, rahatsız eden bir düşüncesi var ama belli etmemeye çalışıyor. Biraz konuştuk. Bir arkadaşını, daha doğrusu ticaretle uğraşan bir tanıdığını beklediğini söyledi. Üzerinde bir tedirginlik var ya sohbetimiz kısa oldu. Fakat çaycıyı hiç sektirmiyor. Gelen çayı alıyor. Az geçiktimi kendisi söylüyor. Hayli bir zaman oturduk. Bir an kafasını kaldırdı ayağa kalktı. Beklediğim ağabeyimiz geldi dedi. Gelene doğru yürüdü. Geleni bende tanıdım. Uzun yıllar aynı kurumda birlikte çalıştığımız Kayhan Bey. Birol’a dur gitme Kayhan Beyi tanıyorum. Gelsin mahsuru yoksa birlikte oturalım dedim. Kayhan Bey yanımıza geldi. Birol Kayhan Beyin eline vardı, elini öpmek istedi. Kayhan Bey elini öptürmedi. Tokalaştı, beni de görünce bana doğru yöneldi. Tokalaştık. Uzun zamandır görüşmüyorduk. Kayhan Bey memurluğu pek benimsemedi. Ticarete atıldı. Kendisine ticari hayatta bir çevre edindi. Bellikli yeni çevresi Kayhan Beyi değiştirmemiş. Eski bildik Kayhan olarak aynen kalmış. On, onbeş yıl dile kolay Meram Bağlarında, bir yabancıyla Birol ile otururken tekrar karşılaştık Kayhan’la.
Kayhan
—Nasılsın Murat abi nasıl gidiyor keyifler. İşler nasıl emeklilik ne zaman.
Murat
—İyidir Kayhan. Her an emekliye ayrılabilirim. İşler iyi, memurlukta biliyorsun sorumluluk var. Başka bir yaramazlık yok.
Kayhan
—Birol ile tanışıyor muydunuz?
Murat
— Hayır. Önceden tanışmıyorduk. Yeni tanıştık. Biraz tesadüf oldu. Her yer kalabalık. Bu masa boş olunca birlikte oturduk, bu vesile ile de tanışmış olduk. Tanışmamız seninle karşılaşmamıza neden olacakmış. Her şeyde bir hayır var. Az konuşuyor, sessiz duruyor.
Kayhan
- Birol şimdi çok konuşacak. Vaktin var mı? Çay dan sonra bir yerlere gidelim. Birlikte hem yemek yeriz hem de eski günleri yâd ederiz ne dersin.
Murat
— Tamam. Olur gidelim.
Çaylarımızı içtik, biraz oradan, buradan konuştuk. Kayhan Konya Beyşehir yolu üzeri Akyokuşta güzel bir lokanta var. Konya’yı tepeden seyrederek yemeklerimizi yeriz ne dersiniz dedi. Bende çaylarımızı bahçesinde içeriz dedim. Fazla oyalaşmadık kalktık.
Konya’yı en güzel görüntüleyen Beyşehir yolu üzerinde Konya çıkışında akyokuş mevkiinde lokantadayız. Güzel bir yer. Burayı ziyaret eden insanlar, balık tutar gibi sıra, sıra dizilmişler fotoğraf çekiyorlar. Hemen, hemen Konya’nın tamamı buradan görülüyor. Buraya birkaç kez gece gelmiştim. Gece görüntüsü de harika. Yemekten sonra lokantanın bahçesine geçtik, Birol bayağı bir dertliymiş. Anlatmaya başladı. Hayatı bir destan. Hayatı bir roman. O anlattıkça ben kendisini epey bir süzdüm. Orta boylu, gür sakallı, kumral, derisi sırım gibi, gür sesli Birol’un Düşünceleri mermi, beyni tetik, kendisi tüfek sanki. Her an beyni tetiğe hazır. İçi de dışı da dolu. Ateşlenmeye hazır. Bir zamanlar beldesini titreten Birol bana ya Murat ağabey dedi..Kayhan abiden Allah razı olsun.
Sekiz yıl önceleri memleketim insanı benden titriyor, bende memleketim insanından titriyordum. Başım beladan kurtulmuyordu. Gözümü karartıp borçluların üzerine gidiyor alacağı almadan gelmiyordum. Bir keresinde kendimden umudumu da kesmiştim. Ölümle burun buruna üç gün kuyuda ayaklarım bağlı kaldım. Kayhan abi bu yolun yol olmadığını, bu işlerden vazgeçmemi, düzgün bir iş yapmamı öğütledi. Kendiside yardımcı oldu. Şimdi ağılım var. Koyunlarım, keçilerim var ama beni zorluyorlar, dürtüyorlar, şimdi ondandır buradayım rahatlamak için buradayım dedi.
İlginç anlatmak istermisin dedim.
Başladı anlatmaya.
Yüklü bir borcu olan iş adamı adli kanalla ödeme musluklarını tıkamış, alacağın tahsiline imkân yok. Giyindim kuşandım olanca kilometre yol gittim. Adamı mekânında gayet sakin halde buldum. Borçlu yağcı Selami beni karşısında gördüğünde hiç de şaşırmadı. Sanki haberli, geleceğimi biliyor gibiydi. Adamda yüz kalmamış, pişkinmi pişkin. Onun bu umursamaz tavrı sinirlerimi oynattı. Aklımdan henüz oturmadan şunun dersini vereyim geçti, lakin destur dedim sabrettim. Borçlu olduğunu alacak için geldiğimi Kulağına bir şeyler fısıldarmışçasına, masasının kenarına yanaştım.
Birol
— Selam ağam ben Birol. Tarihi sence de bilinen senedin tahsili için geldim.
Borçlu yağcı Selami
—Anladık kısa kes param yok, borcumda yok. Var git işine. Sonra adalet yerini buldu. Alacak verecek kalmadı. Senin ağanda bunu biliyor. Bir iş yaptık. Zarar ettik. Var git işine beni de bazı şeylere mecbur etme.
Birol
Belimden silahım çıkardım.
— Bak Selami ağa. Sana ağa diye hitap ediyorum. Bu silah sağır duymaz. Deminki sözleri işitmedi. Amma velâkin ben işitim. Şimdi gidiyorum yarım saat sonra buradayım parayı almadan gitmem gayrisini sen bilirsin.
Yarım saat sonra iş yerine geldim. Yağcı Selami senet miktarının yarısını vermeyi teklif etti. Kabul etmedim. Ne kadar dil döktüyse ikna olmadım. Bir traktörden bahsetti.
Borçlu yağcı Selami
— Bak arkadaş 3 yaşında bir traktörüm var. Bir arkadaşın Bağ evinde. Muamelesini yapayım devrini vereyim. Senedin yarı parasını da vereyim. Sen sağ ben selamet.
Birol
- Selami ağa traktöre bakarım. Dediğin gibiyse olur.
Gözümü kararttım, başıma gelecekleri kabullenerek Selami ağayı arabama aldım. Yolu tarif etti. 15 dakika kadar sonra bağ evine vardık. Traktör bağ evinin önünde duruyor ama öyle 3 yaşında gibi değil. Yıpranmış, tamir isteyen, aksamları dağılmış bir makine. Önce çalıştırdı. Çalışıyor ama bizim işimize yaramaz. Traktöre alıcı bulmak zor. Üstelik götürmesi sıkıntı. Gerçi,sözde yardımcı olacak bir kamyon bulacak nakliye masrafını üslenecek ama satması sıkıntı. Teklifini ret ettim. Kabullenmedim. Selami ağanın rengi değişti. Benim ciddi olduğumu kendisine zarar vereceğimi anladı. Sesi titremeye başladı. Yeminler ediyor, senedin yarı parasını götür. Geri kalanı için Allah büyük. Bir birimize anlayışlı olalım diyor, diyor da ben kararlıyım paranın tamamını almadan şuradan şuraya gitmem diyorum. Çünkü eminim senet bedelinin tamamı var. Yarım saat de yarı parayı bulan tamamını da bulur deyip, parayı almadan gitmek istemedim. Bahçeli evi sordum. Bu bahçede önceleri kendisinin olduğunu, buranında elden çıktığını, bahçe ve evin üzerinde olmadığını, üzerinde olsa hemen kaydını üzerime yapacağını, bu bahçenin de icra kanalıyla satıldığını söyledi. Benim malım mülküm kalmadı, ticari itibarımda kalmadı, ayakta durmak için kendi mülkümde kiracı oldum para kazanmaya çalışıyorum dedi. Yemin billâh ediyor, şu traktörde sen almazsan birkaç güne gider diyor da, gözlerinden damla, damla yaşları döktürüyor, Selami ağa. Para alması güç gibi, adam ağlıyor. Parası var ödeyebilecek durumda ama işi ağlamakla bağlamaya çalışıyor. Sinirlerim oynadı, şöyle Selami ağayı birkaç gün gezintiye çıkartayım istedim. Gezintiye çıkmadan önce traktörü oradan kamyonla aldırtayım, yola çıkartayım diye düşündüm. Traktörün sağına soluna şöyle biraz daha alıcı gözle bakmak için eğildim, gözümü açtığımda ayaklarım iple bağlı, kafam aşağıda bir kuyu içindeyim.
Metanetli olmaya soğukkanlı olmaya çalıştım. Midem bulanıyor, gözlerim kararıyor, boynum, belim ağrıyordu. Ayaklarım uyuşmuştu, iplerin bağlı olduğu yerleri adeta hissetmiyordum. Ellerim boşta. Bağlı olmadığını hissettim, şöyle sallanmaya kuyu duvarını tutunmaya çalıştım ama kuvvet alamıyorum, bağırdım, bağırmam kuyu içinde yankılanıyordu. Tekrar, tekrar bağırdım. Kimse yok mu bir çukur gibi kuyu gibi yerdeyim. Kuyu içindeyim, imdat, imdat diye bağırıyorum, nafile duyan gelen kimseler yok. Kafamı kaldırmaya çalışıyorum, kalkmıyor. Yukarıdan gün ışıklarını görüyorum, kuyunun, yâda çukurun dibi karanlık, su var mı, yok mu görülmüyor. Lakin düşen ufak bir taş sesi uğultu yapıyor. Kuyu bayağı bir derin Ürkütücü, galiba sonum geldi dedim. Tüm çabalarım sonuç vermiyor. Dua ediyorum. Kurtar Allah’ım diyorum. Kurtulmaktan başka bir şey düşünmüyorum. Çareler arıyorum. Bildiğim her şeyi denemeye çalışıyorum, fakat tepe taklayım. Hiçbir kuvvetim ve direnme gücüm kalmadığından bir yerlere tutunup, kuyudan çıkma gibi şansımda yok. O kadar uğraşıdan yoruldum. Bir süre kendimden geçmişim. Ne kadar süre geçti bilmiyorum geçen zamanı hatırlamıyorum. Bir an ayıktığımda halen kuyudayım. Olanca güçle biraz daha bağırdım. Bir süre sonra, çocuk sesleri işittim. Tekrar bağırdım. Çocuklar sesimi duydu sanırım, sallanmaya başladım. Kafamı kaldırdım, bir umut doğmuştu. Duam kabul olmuştu. Tek isteğim kuyu dibine düşmeden kurtulmaktı. Bağırdım. Heyecanla sevinçle, çocuklar, gençler çekin yukarıya diye bağırdım. Çocuklar mı, gençler mi olanca çaba harcamaya başladılar. Yukarıya çekiyorlardı. Amca, abi her kimsen sabret kurtaracağız diyorlar, bir taraftan da beni yukarıya çekmeye çalışıyorlardı. Bir yukarıya bir aşağıya inip çıkıyorum. Başaramayacaklar diye korku çekiyorum yardım çağırın diye de sesleniyordum. Amca kimseler yok dayan çıkaracağız diyorlardı. Yarım saat gibi zaman sonra üç tane ortaokul çağlarında çocuklar beni kuyudan çıkardılar. Bana su verdiler. Suyu içtim. Biraz soluklandım. Asfalta biraz uzak tarla içindeydim. Çobanların koyunları sulamak için yapılmış bir kuyuda ne kadar kaldım bilmiyorum. Çocuklara buranın neresi olduğunu sordum.
—Bizim köy amca bulgurluk köyü dediler.
—Siz ne yapıyordunuz, ne işiniz vardı burada dedim.
—Çocuklar, köyümüz az yukarıda, burada geziyorduk, ileride bir taksi gördük, şu Ali taksinin iki gündür orada durduğunu söyledi, bakalım dedik taksiye gidiyorduk sesini duyduk.
Taksi benim taksiydi. Anlaşılan, Selami başıma sert bir cisimle vurdu bayıldım, taksimle buraya getirdi, kuyuya saldı. Eh! Ben bunu onun yanına koyarmıyım. Onu kuyudan aşağı atmazmıyım, ant olsun atacağım dedim.
— çocuklara o araba benim, başıma şöyle bir hadise geçti, kimselere demeyim. Ben biraz dinlenir yavaş, yavaş giderim dedim. Çocuklar tamam arabaya götürelim dediler, onlarında yardımıyla arabaya kadar geldim. Kontak anahtarı koltuğun üzerinde duruyordu. Arabamı çalıştırdım, çalışır durumda. Çocuklar biraz daha yanımda kaldılar, sıkı sıkıda tembih ettim. Sakın kimselere anlatmayın sizinde başınız derde girer dedim. Tamam demeyiz dediler onları uğurladıktan sonra, arabanın içinde biraz oturdum. Kendime geldim. Üzerimdeki tek eksiğim silahlarımdı. Paralarım ve evraklarım yanımdaydı. Onlara bir şeyler olmamış. Acıkmıştım. İki gün olmuş, dün akşama yakın birde bu gün. Çocuklardan Ali söyledi. Arabamı iki gündür burada durduğunu. İki gündür kuyu içinde mahsur kalmıştım. Önce karnımı doyurmalıydım. Bir petrole gidip, orada lokantada karnımı doyurayım, sonrasını düşünürüm dedim, yavaş, yavaş hareket ettim.
Durum bu Murat abi. Olaydan bir hafta sonra, memlekete Kayhan abinin geldiğini duydum. Kayhan abide ufak bir alacak vardı, onunla da hesaplaşmam lazımdı. Hazır buraya gelmişken bir görüneyim dedim. Konakladığı yere vardım. Bekledim geceye doğru, Kayhan abi geldi seslendim. Yanına çağırdı. Biraz yalnız konuşalım dedim. Olur, otel lobisinde otur ben geliyorum dedi. Dediği gibi biraz sonra geldi.
Kayhan abi bak Birol! Biliyorum silahlısın. Bende silahlıyım ama silahlarımı şimdi sana veriyorum. Bütün imkânlarınla benden kat, kat güçlü oldun, şimdi seninle buradan bir yere çay içme bahanesiyle gidelim. Göze aldıysan burada sen beni vur. Ne olacak biliyor musun, ben mezara sen habise. İstediğin bu ise ben ciddiyim dedi. Uzun, uzun konuştu ben dinledim. Benim yıllardır merakım var. Sana yardımcı olayım. Elim içinde olsun. Köyünde sana bir ağıl oluşturalım. Koyunlarla, kuzularla, eşin ve çocuklarınla uğraş. Bu tuttuğun yol, yol değil dedi.
Murat abi. Bir hafta önce kuyu içinde Allahıma yakarışımı, yalvarışımı hatırladım. Dediğinde doğruydu. Kayhan abi kendisinin haklı olduğunu söyledi. Git karşı tarafı da dinle haklılığıma sende inanacaksın. Haklıyım yâda haksızım yinede beni tekrar ara sana verdiğim sözüm söz dedi. Tamam dedim. Evime gittim. Çok düşündüm. Birkaç gün sonra olayın iç yüzünü de öğrendim. Haklı olan Kayhan ağabeydi. Ara demişti. Aradım. Sözünde duruyonmu abi dedim. Evet dedi. Şimdiki ağılım Kayhan ağabeyin eseri. İşte böyle Murat Abi. O gündür, bu gündür canım sıkıldığımda Kayhan ağabeyi ararım dedi.
Öyküyü dinledim. Çok heyecanlıydı. Kayhan ile Birol’un arasındaki niza olay neydi anlamadım ama tek anladığım, Kayhan bir kardeş, Birol’da bir abi bulmuş.
Kayhan’la sık, sık görüşüyoruz. Bana bir Cuma günü Cuma namazını Birol’un köyünde kılalım mı dedi, olur dedim. Görünen şu ki Birol’a ziyarete gidilecek.
—Birol
- Cumaya gelmeniz iyi olur. Hem de bizim oranın Pazarını da görürsünüz.
Birçok yerde Pazaryerleri derli topludur. Benim Memleketimin de Konya Ereğli’sinin şehir içindeki Pazaryeri derli topludur. Burada haftanın Çarşamba günü öğleden sonra sebze ve meyveler tüketicilere satışa sunulur, Perşembe günü sabahtan itibaren gün akşamının geç vaktine kadar satış devam eder. Perşembe günü sergiler sırf sebzeye bağlı olmayıp, manifaturasından, zücaciyesine, cıncık boncuğundan ayakkabısına, kadar her şey bulundurulur.
Eskiden bizim oranın pazaryerinin etrafı, beş girişin dışında dükkânlarla çevriliydi, ortası ise seyyar sebzeciler ve köyden sebze meyve yetiştiricilerinin kullanımına aitti. Belediye buradan işgaliye parası almak suretiyle gelir elde ederdi. Mevcut dükkânlar önceleri sebzecilere kiraya verilirdi. Daha sonraları bu dükkânlar halka satıldı. Bu dükkânlarda birinde hatırlı, sevilen sevildiği kadarda gariban bir büyüğümüz vardı. Hafız Ömer Şinasi Şaban Bilgin amca. Yüz yirmi beş, yüz otuz kiloya yakın şişko bir amcaydı. Biz ona Tonton amca, Hafız amca, pamuk amca, Ayşegüleç amca, hafız dayı gibi lakaplarla hitap ederdik. Bu hitaplardan da memnun kalırdı. Hafız amca Küçük çapta sebze işi yapardı. Her nedense birileriyle ortak çalışırdı. Kendisi kiloluydu ama cebi yani kazancı hiç kilo almazdı. O garibandı. Gariban olmasına rağmen, yardım sever, paylaşmasından hoşlanır, çocuklara da çok düşkündü.‘’ hasbi rabbi cellallah nur Muhammed sallallah ‘’ zikrini söyletir şeker verirdi.
Hafız amcanın ilk hanımı vefat etmiş, ilk hanımından iki oğlu sonraki hanımından da iki oğlu vardı. İkinci eşi zayıftı. Yenge kaç kilo hafız dayı dediklerinde 33 kilo derdi. Esprili sevecen hafız amcanın bir özelliği de canlı Nasrettin Hocaydı. güldüren, güldürürken ders veren hazır cevaplıydı. Çokta güzel uzun hava okurdu. Kur’an okurken mest ederdi. İki numaralı oğlu kâmil bizden 4–5 yaş büyüktü ama bize takılırdı. Biraz kabadayı gibiydi. Ondan korkarlardı. Mahallemize biri yanlış yaptımı, hemen ona söylerdik. Biri bizlerden birini döver yâda sıkıştırırsa kâmile söylerdik. Hadi beni götürün derdi. Gitmeden öncede bize omuzlarını ovalattırır, kollarını masajlattırır, kendisini dövüşe hazırlattırırdı. Tabi gittiğimizde kimseyi bulamazdık, döner gelirdik. Birilerini döverken hiç görmedik ama herkesi döver bilirdik. Başkalarından çok bizlerin canını acıtırdı. Bize yumruk atar şaka yapardı. Yanına yanaşamazdık. Yanaşmakta istemezdik. Asi ruhlu, her şeyin kendi dediği gibi olsun isteyen biriydi. Öyle olunca yalnızdı, fazla arkadaşı yoktu. Pek fazla gezmeyen, böyle sinemaya, eğlence yerlerine gitmeyen yalnızları oynayan biriydi. Yâda biz öyle bilirdik. Marangozda çalışırdı, lakin pek sebat etmezdi. Çalıştığı yerde fazla tutunmaz çıkar babası hafız amca ricaya gider tekrar işe başlardı. Arada da evlerine gitmez, evlerinin yakınlarında bahçe de yatar, bir şekilde bize de eve gitmediğini duyururdu. Kaldığı yere aramızda topladığımız harçlıklarımızla ekmek, zeytin alırdık. Evlerimizden koca akarın yanında piknik yapacağız diye çaydanlık, çay, şeker, oturmak için teliz götürürdük. Hafız amca bu oğluna çok üzülürdü. Geleceği için endişe duyardı. Hep ondan dert yanar, en çok da kâmili severdi. Kamil babasına düşkün olduğu kadar kardeşlerine de düşkündü. Hafız amca her yıl karpuz zamanında amcamla kavun, karpuz ortakçılığı yapar, kazancıyla bir yıl geçinirdi. Çanımız karpuz istediğinde karpuz keserdi ama bizim canımız devamlı karpuz isterdi. O vakit de ortak her zaman olmaz derdi. Karpuzları aktarma yaptığımızda, Kemal bana atın der mahsus dan düşürürdü, düştü kırıldı derdik, Kırılan karpuzu yerdik. Hafız amca bu oyunu bilirdi, bilirdi de seslenmez bıyık altı gülerdi.
Karpuz gece dahi satılırdı. Gezmeden gidenler, fabrikanın gece vardiyasından çıkanlar, dükkânlarında iş yaparken canı karpuz kavun isteyenler gelir alırlardı. Gece 12’oo den sonra azalarak satış biterdi. Kavunda karpuzda sıcakta hem bozulur, hem de çürür diye dükkânın önü ve arkasının kapısı sürekli açık bulundurulurdu. Bu yüzden sabaha kadar karpuz sergisinde bir kişi yâda iki kişi kalırdı. Kemal ile ben bu işe gönüllü adaydık. İkimiz akşam için hazırlıklarımızı yapar hafız amcayı evine gönderirdik. Hafta sonu cumartesi bir günün akşamıydı. Gönüllü olarak kemal ile ben karpuz sergisinde gece yatısına kaldık. Ertesi gün Pazar olunca erkenden kalkmamıza da gerek yoktu. Zaten gece de geç saatlere kadar iki kişi olunca sohbetten uyku da tutmazdı. O gün kemal ile birlikte serginin cadde tarafını süzgeçli teneke ile su getirdik iyice bir suladık, kemal güçlü olunca;
Murat
— Kemal sen güçlüsün bana göre; Üç beş teneke ile su getirirsen, buraları sularız, biraz tepserince de ben süpürürüm. Sonra da birlikte tozlanan karpuzların tozunu alırız. Şuraya da elma sandıklarından bir masa halledersek. Üzerine de gazete sereriz. Şu yarılmış kavundan birisini keseriz. Domates biberde yıkarız. Ne dersin tuluk peynirde alırız. Tuzumuz var. Fırından bide ekmek aldık mı şu zevke bak. Kıskananlar çatlasın.
Kemal
— Ben suyu getireyim, sulama işini bitirelim, sen süpürmeye başla ben alınacakları alırım. Hatta gaz ocağımız var. Gece ortasına doğru çayda yaparız. Ben hallederim kafanı yorma. Tuluk peyniri ikizlerden alırım. Şöyle bolca alayım canımıza deysin. İkizlerin tuluk peyniri güzel olur, kıraman köyünün doğal deposunda mağarada beklediğinden iyi olur.
— Murat
— Tamam, önce sulama işin yapalım, sonra sen o dediklerini yap. Ben buraları süpürür, ayrıcada elma sandıklarından masayı hazırlarım. Tabi bu arada müşteri gelirse işleri birlikte yaparız. Birimiz müşteriyle ilgilenirken, diğerimiz hazırlıkları yapar.
— Kemal
— Ben suya gidiyorum,
— Tamam, bende dağınık olan etrafı toparlayayım. Terazinin oraları bayağı bir dağınık, hadi durma! Suya acele et.
—
Etrafı toparladık, güzelce suladık bir güzelde süpürdük. Ortalık topraksı, topraksı kokmaya başladı. Müşterileri göreceğimiz yere masamızı hazırladık. Kemal bol zeytinyağlı çoban salatası yaptı. Salatanın suyuna bandıra, bandıra yeriz diye somun ekmekte almış. Çatlamış kavun kestik. O çatlamış kavunlar ayriyeten bir tatlı olur. Peynirle iyi gider. Özelliklede tuluk peyniriyle. Kemal fazladan zeytin de almış. Kahvaltı tarzı yemeye başladık, bir müşteri geldi. Kemal müşteriyle ilgilenmek için kalktı.
Müşteri
— Afiyet olsun gençler o yediğiniz kavundan bir dilim ver bakalım.
Murat
—Lafımı olur abi buyur afiyet olsun.
Müşteri
—Böyle tatlısından bana iki üç tane seçin. Karpuzdan da iki tane iyisi olsun. İyi çıkmazsa getiririm ha!
Kemal
Merak etme abi, hepsi hem taze hem de iyidir. Memnun kalmazsan getir samimi söylüyorum.
Arkadan bir başka müşteri, sonra birkaç müşteri, birimiz seçiyor, diğerimiz tartıyor. Para al para üstü ver ve hatta gençler gideceğimiz yer uzak biraz kıvraklaşın derken gecenin geç vaktine kadar, ne yemeğimizi yedik, nede soluklana bildik, nede düşündüğümüz gibi çay keyfi yapabildik. Yorulduk. Hazırladığımız masanın yanı başına yığıldık kaldık. Açmıyız, tokmuyuz onu da anlayamadık. Acı zulüm karnımızı doyurduk.
Kemal
- Murat bir daha cumartesiye kalmayalım. Babam kalsın. Bu ne ya! Çarkımız çıktı. Daha çay yapacaktık.
- Murat
- Yapalım ya! Niye daha erken, uykumuzda yok. Tamam yorulduk da.çay da yorgunluğu alır. Hem de laflarız he! Ne dersin.
- Kemal
- Yapalım ya!
- Gaz ocağını getirdi. Hayda! İspirto yok. Gaz ocağının kafasını ısıtma için ispirto lazım, gecenin bir yarısı nereden bulunacak.
- Kemal
- Yattı bu iş çay yapamayız.
- Murat
- Yaparız. Maksat Gazocağının kafasını ısıtmak değimli, yaparız. Sandık kapağının çamlı kısmından keseriz çamı ateşler onunla gazocağının kafasını ısıtır yakarın sen gaz ocağını pompala ben çam ayarlayayım.
Hakikaten oldu. Gazocağını pompaladık. Çam ile gazocağının kafasını ısıttık. Gazocağını yaktık. Suyu ısıtmaya koyduk. Çaydanlıkla çayı demlemeye bıraktık. Beklemeye koyulduk. Bu arada birde misafirimiz geldi. Gece bekçisi.
Gece bekçisi çok şirin adam, bir anlatmaya başladı, aman ne hatıraları varmış. Anlat, anlat bitmiyor. Askerliğe bir başladı, teskereye bir türlü gelemedi. Halen acemi birliğinde nöbette; şu ana kadar iki onbaşı, birde çavuş dövdü. Kemal can kulağıyla dinliyor. Bizim Kemal arada bir soru soruyor. Üsteğmen kaç yıldızlı olur. Bir diğer bölgenin gece bekçisinin düdük sesleri ortalığı inletiyor bizim bekçi halen askerde.
Sivrisinekler üzerimizde. Pike yapıyor. Vızız, vızız uçuyor. Doğrudan kanlı bölgeye iniş yapıyor. Bir yerlerimiz ısırılıyor. Kaşınıyoruz. Benim kolum kısa en çok da ben etkileniyorum. Sivrisineğe davetiye çıkaran sanırım kavun kesikleri. Hani kavun alıp da oracıkta yiyenlerin kabukları ile çekirdek bölümleri sivrisinekleri çağırıyor sanırım. Bir bizde değil ki çevrede kavun karpuz satan çok. İlginç ama sivrisineğin birisi kolumda duruyor uçamadı. Karın içi kan dolu, benim kanımı emmiş kalkamıyor. Bir vızıldıyor, kalkamıyor. Obur hayvan çatlayacak. Merak ettim. Acaba çatlaması nasıl olacak.
Kemal dedim.
— Bu sivrisineğin karnındaki kan benim kanım, vaziyet çok lezzetli. Bayağı bir emmiş. Şimdi kalkamıyor. Bir balon olacak onu balonun içine koyup, balonu şişirmek isterim. Balondan karnının çatlamasını görebilirim.
Kemal
— Ne munzursun. Nereden aklına gelir böyle şey. Balonu nereden bulacağız.
Bekçi
— Bende var. Hem de birkaç tane var.
— Murat
— Harika. Ver bekçi amca parasını vereyim.
— Bekçi
— Lafımı olur al. Bende fazlasıyla var. Benim ufaklıklar istemişti. İki gündür cebimde. Sabah ben uyuyorum. Gece nöbette olunca. Akşama doğru görme imkânım oluyor. Al birisini. Ne yapacaksan.
— Balonu aldım biraz şişirdim. Sivrisineği usulca balonun ağzından balonun içine üfürerek tıktım. Balonu tekrar şişirdim. Ağzını bağladım. Yan tarafıma koydum. Sinek balonun tabanında öyle duruyor. Kıpırdamıyor. Bakalım ne olacak. Karnı çatlayacak mı? Bekçi amca size iyi geceler dedi düdük çalarak, karpuz mahallini terk etti. Biz kemalle yerlerimiz yaptık. Aslında uykumuzda yok ama battaniyenin arasında konuşurken uyuruz. Hava serinledi gün sıcağından eser kalmadı. Hafiften de rüzgâr esiyor. Daha çayımız var. Demini de güzel aldı. Bekçi amcanın askerlik anılarından benim kanımı emen sivrisinek kurtardı ama ısırdığı yerler acıyarak kaşınıyor. Onu balona hapis ettiğime iyi ettim. Cezasız kalmasın.
—
— Birol diyorum, onun maceralarını dinlerken, kuyunun içinde iki gün kalması. Aç ve susuz, birde uykusuz. Ayakları bağlı iki gün kuyuda. Çok acı çekmiş. Anlatırken tüylerim ürpererek dinledim. Tıpkı yıllar önce şimdi hatıralarımda anı olarak kalan balon içindeki sivrisinek misali. Gerçi sivrisineğin karnı toktu. O benim kanımı emmişti. Üstelikte bağlı değildi.
— Birol’un o kadar çok maceraları olmuş ki. Her biri birer filme konu olur. Bir cuma günü davetliydik ya Cuma bir güne denk getirdik, Kayhan ile Konya’dan hareket ettik. yol güzergâhında bir alışveriş merkezine uğradık. Sebzeden meyvelerden birer ikişer kilo aldık. Doğruca Birolun bulunduğu köye. Konya’ya bir çeyrek saat gibi bir mesafede. Kazımkarabekir ilçesine bağlı, mahalle olmuş eski bir köy. Yollar başı köyü. Daha doğrusu önceleri Nahiye olan bu köy şimdi artık mahalle. Bu köyün alışılmış bir şehir havası var. Çarşısıyla, pazarıyla, sanayisiyle, birkaç tane mahallesiyle, kendi başına küçük bir şehir. Bir çeyrek saat içinde geldik köye. Cadde üzerine pazaryeri kurulmuş sebze ağırlıklı. Sağı solu dükkân. Bir alan var alanın ortasında eski bir meşe ağacı mevcut, kaç yıllık ağaç. Ağacın etrafı park şeklinde düzenlenmiş insanlar buralarda oturuyorlar. Biz önünden geçtik. Köyün ilerisine dağlara doğru ilerledik. Bir 20 dakika gibi süre sonra mezraya geldik. Birolun yeri. Kapak üzerine birol’ün yeri yazılı ağıla geldik. Üstü toprak dam, koralı kapılı, kapı önlerinde yatan çoban köpekleri, birkaç andal ekili avarı olan kısacası dağ kenarında, Keçi, koyun kokulu şirin mi şirin bir yer. Korna çaldık, seslendik, evden çıkan olmadı. Arabayla biraz ileriye gittik, silonun yeri yazılı bir yere. Korna çaldık. Birisi çıktı.
— Kayhan
— Selamün aleykum. Birol’un misafiriyiz. Yoklarmı. Siz bilirsiniz.
— Aslında ismi Süleymanmış ama tabelaya silonun yeri yazmış.
— Silo
— Aleyküm selam. Birol’da eşide evdeler yani buradalar. Ağılda olabilirler. Davarın içinde. Seslenin hele. Duymamışlardır. Gide durun ben geliyorum.
—
— Ağıla doğru yanaştık. Tekrar ses ettik ağıldan kova ile Birol göründü. Arkasından eşi kucağında minik bir kuzu ile ağılın kapısından çıktı. Minik kuzunun ağzı yüzü küçücük. Mee, mee diyor meliyor. Beyaz mı beyaz, tertemiz. alnında siyah bir işareti var. Minik kuzu iki günlükmüş. Birol doğalı iki gün oldu dedi. Kucakta kıpır, kıpır kıpırdanıyor kaçacak. Ya! Bu küçük afacan kuzu ne kadar sevimli. Kucağıma aldım, sevdim. Bir haftalık olanlarda varmış. Birol buyurun eve geçelim dedi. Eve doğru adımladık. Bu arada getirdiğimiz erzakları da Birol’un hanımına verdik. Birol neden zahmet ettiniz, beni mahcup ettiniz dedi. Olur, mu, bizde ayran içeceğiz dedik, gülüştük. Evin içerisine girdik. Bir koca hol’ü andıran yere geçtik. Genişçe bir yer. Buradan da odaya geçtik. Evin bir Mabeyin, yani misafirlere ait oturma odası mevcut. Birde kendilerine ait özel odası var. Ayrıca mutfağı bulunmakta. Burası bir nevi kiler, erzakların hıfzı, yemeklerin pişirildiği vs için kullanılan yer. Bizi Mabeyine aldılar. Mabeyinde Kuzine saba kurulu. Duvarlarına sırtın yaslanılacak kısmı kapıya kadar, hasır yastıklar döşeli, hasır yastık önlerine de kaba yün minderler konmuş. Odanın tabanında uşak halısı serili. Duvarları ipekli kumaşlara dokunmuş küçük seccadelerle süslemişler. Odada bir tek pencere var. Pencerede, birde testi ile topraktan bardak bunuyor.
— — Hemen bir su istedim. Soğukça kar suyu, iki bardak su içtim. Kayhan’da istedi. Yanmışız. Birde su kar suyu buz gibi doğal haliyle.
— Birol
— Karnınız aç mı? Demeyeceğim. Hanım bir şeyler hazırlasın. Yumurtayı tavada mı kaynatma mı? istersiniz.
— Ben bayılırım tavada yumurtaya. Şöyle bol tereyağlı, üstüne de karabiberle toz biber. Ekmekle bandıra, bandıra. Çayda olursa yanına başka bir şey istemem.
— Ortaya koca bir tahta sini kondu. Üzerine sofra serildi. Bakır bir leğen içinde sulanmış dürülü yufka ekmek geldi. Az sonra kendi yapımları koyun peyniri, ağız, kaymak, tereyağı bal, fişne reçeli, fişne şurubu, koyun yoğurdu, ayranı, turşu, zeytin geldi. Birol’ün eşine bir şeyler söyleminden Evin hanımının adının Fatma olduğunu öğrendik. Fatma bacı maharetli bir kadın. Çabucak ortalığa bir sürü yiyecekleri sıraladı. Tavada yumurta, ayrıca biber kızartması da sofraya dâhil oldu. Hep birlikte oturduk. Yumurtadan aldım. Hımm tereyağından mı, yumurtadan mı yoksa yumurtayı pişiren maharetli elden mi. Harika bir lezzet. Hepsi doğal. Ya biber kızartmasına ne denmeli. O acı biber öyle acı ki çiğnenirken acı hissedilmezmi? Zevkle yendi. Onu pişirenin mutlu olmasından sanırım. Mutluluğun tadı bibere yansımış. Acısı hissedilmiyor. U biçiminde bir dağ ile çevrili, köye 20 dakika kadar uzakta, mezrada bilo, silo, iki ağıl sahibi olmak üzere dört ağıl bir arada aile olmuşlar. Mutlulukları gözlerinden okunuyor. Belli ki acıları yok. Karnımız doydu, sofradan çekildik. Birazdan demli çayda geldi.
— Birol
— Murat abi, Kayhan abi. Bu koyunlarla sabah erkenden dağa doğru çıkarım. Onlar yayılırlar. Ben Allah’ıma şükür ederim. Bir zamanlar, kelle koltukta gezerken, ölüm korkusu hep arkamdayken, böyle bir ortama geleceğimi hiç düşünemezdim. Şimdi kedersiz, huzurlu, yaşamıma şükrediyorum. Hele sabahın belli bir saatinde öyle bir vakit var ki. Ben o vakti her sabah koyunlarımla birlikte yaşıyorum. O vakit geldiğinde öyle bir güzel koku sarıyor ki etrafı, bir iki dakika sürüyor, bu süre zarfında koyunlar kokunun, güzel kokunun geldiği yöne doğru kafalarını çeviriyorlar, hep birden melemeye başlıyorlar. Ben bunu her sabah yaşıyorum. O temiz havayı, o mis gibi kokuyu her sabah yaşıyorum. Kayhan abi önce Allah’ıma sonra bu hayatımı sana borçluyum. Değilse bir yerlerde pisi, pisine geberip gidecektim. Bana bırak bu işleri seni çoban yapalım, koyun kuzu alalım onları besle etinden sütünden, yününden faydalan sat yenisini al. Hatta üret dedi. Kafama da yattı önder oldu. Sekiz dokuz yıldır kafam rahat.
—
— Kayhan
— Öyle deme. Benim teklifimi kabul etmeyebilirdin. İnsanlar alıştıklarıyla mutlu olurlar. Yenilik yabancı insan gibidir, yabancı bir yer gibidir. Alışıncaya kadar insanı huzursuz eder. Modelli arabalarda gezmek, yıldızlı otellerde yatmak, eğlenceli yerlerde bulunmak, şimdi şu bulunduğun ortamdan tabiî ki biraz güzeldi. O ortam güzel olduğu kadarda riskliydi. Bu günkü şu hayatında yıldızlı otel, eğlence, yâda başka, başka yaşantı yok lakin o zamandaki şaşalı hayatın korkuları, endişeleri de yok. Burada lüks yok fakat mutluluk var, alın teri var. Tatlı nefes var. mis gibi hava var koyunların kokuları, koyunların, kuzuların, melodileri var. daha da önemlisi seni sevenlerin arkandan göz yaşı dökmesi değil yüzüne Ayşegülmeleri,bağırlarına basmaları var.
— Birol
— Ne güzel deyiverdin. Nede güzel anlatıverdin. Beni yeniden hayata dönderiverdin. Bu hayatı, yaşarken dahi özletiverdin. Ağzına sağlık. Yüreğine sağlık Kayhan abi.
— Kayhan
— E.e öyle değilmi? Görülen köy kılavuz istemez. Devletimizin yasal dediği imkânların hangisi riskli. Biraz yorucu ama bir bardak çay o yorgunluğun ilacı. Bu arada doldur çayları.
— Birol
— Abim benim, yeniden demleyelim, söğüdün altında, suyun başında içelim. Hem orada birde koyun keselim. Söğüt altı serincedir şimdi.
— Söğüdün altı temizlenmiş, tertiplenmiş. Kilim serilmiş. Ot yastıklardan da konmuş. Soğuk suyun içine karpuz konmuş. Şöyle elimi dokundum karpuz soğumuş. Davarın su içtiği ince uzun yalak dedikleri havuza su içmeye gelen arılar su içine batmış, çıkamamış, ben arıları yaprak yardımıyla sudan aldım. Bazıları canlıydı. Beton zemin üzerine koydum. Kendisine gelenler uçtu. Kendisine gelemeyen yâda ölmüş olanlar kuşlara yâda karıncalara yem oldu.
— Birol
— Kayhan abi. Ya! Ben uzun zaman isteğe bağlı bağ kur’umu yatırdım. Eksiğim yok fakat emekli olamıyorum. Benim hanımında sigortadan üç dört yıl eksiği var. Hanımda, bende emekli olsak, hayatımız biraz daha renkleşecek.
— Kayhan
— Bak, Devletimiz yaş ile ilgili yeni bir düzenleme içinde. Haberlerde duyuyoruz. Takip edelim. Seninde yengenin de emeklilik işine inşallah yararlı bir düzenleme çıkar. Bu konuşmalar sırasında
Birol bir toklu kesti. Derisini yüzdü. Bir bütün olarak büyükçe bir poşet koydu, onu da bir çuvala koydu. Arabanın bagajına götürdü. Yağlanan ellerini yıkadı. Tekrar yanımıza geldi. Karpuzu kesti dilimlere ayırdı. Kocaman bir tepsiye dilimlenmiş karpuzları koydu. Karpuz arkası yağlı koyun yoğurdundan ayranlarda geldi. Burası ekmeksiz evden iyi. Tabi vakitte ikindiyi buldu. Birol ise emeklilikle ilgili aklına takılanları sormaya devam etti.
— Birol
— Yukarıda Hüsamettin ile Necati’nin eşlerinin Avrupa da çalışmışlıkları var. Onlarda bu düzenlemeden yararlanabilirler mi?
— Kayhan
— Hele düzenleme ile ilgili yasa bir çıksın. Elbet onların durumlarını da içerir maddeler vardır. Takip edelim, takipçisi olalım. Birol biz yavaş, yavaş kalkalım. Yolcu yolunda gerek.
— Birol
— Tamam, abi arabanın bagajına süt koydum. Hemen ekşimez ama hava Sıçak haberiniz olsun.
— Destur istedik, yanlarından ayrıldık. Yollarbaşı köyünün içinden geçerken, ikindi namazımızı kılmak için camiye uğradık. Cami şadırvanında abdest aldık. Namazlarımızı eda ettik. Kayhan benden önce namazdan çıktı. Bende namazımı bitirdim, arabanın yanına geldiğimde.
— Kayhan
— Murat abi, ben bir itirafta bulunacağım.
— Murat
— Hayırdır; meraklandım tekrar sordum. Neyi itiraf edeceksin. Ne oldu ki.
— Kayhan
— Ben namazı kılarken, bağaj arkasındaki sütler var ya? Süt şişeleri aklıma geldi. Plastik şişenin ağzı açılırda süt dökülürse diye vesvese yaptım. Benim kıldığım namaz sütlü namaz oldu. Ondandır namazı çabucak kıldım arabanın yanına geldim süt şişelerini poşetlere koydum. Döküldüğünde arabayı kirletmesin diye. Yani benim namaz oldu şimdi sütlü namaz.
— Gözlerim uzak ve yakını görmekte zorluk çekiyor. Gözlükle dahi, görmede rahatsızlık duyuyorum. Doktora gittim. Doktor ne iş yaptığımı ve araba kullanıp, kullanmadığımı sordu. Araba kullanıyorum ayrıca kamuda memurum dedim. O vakit ikisi bir arada gözlük vereceğim, başlangıçta zor olur ama alışınca da iyi olur dedi. Biraz gönlüm olmadı gibi, ya alışamazsam, bu defa ayrı, ayrı gözlük alsaydım diye pişmanlık duyarmıyım diye endişe ettim. Doktordan iyimi bileceğim dedim kabul ettim.
— Doktorun dediği gibi alışması zor oldu ama rahatlıkmış. Toplu taşıma araçlarında gazete okuyorum. Televizyonu gayet güzel izliyorum. Böyle gözlerimi büzerek bakmıyorum. Önümdeki küçük ayrıntıları seçiyorum. Birisiyle konuşurken, varsa önümde konuyla ilgili bir yazı okumakta zorluk çekmiyorum. Her şeyden önemlisi tak çıkar yapmıyorum.
— Bir öğle vaktiydi. Öğle ezanı okundu. Bulunduğum yere yakın bir yerdeki camide öğle namazını kılmak istedim. Bu arada karşıma bir tanıdık geldi. Selamlaşmayı müteakip, biraz da lafladık. Cemaatle namazı kaçırdım, abdesti tazeleyip, öyle namaza durayım dedim. Şadırvanda abdest tazeledim. Camiye geldim. Namazımı eda ettim ki gözümde gözlüğün olmadığını fark ettim. Hemen şadırvana gittim. Gözlüğüm koyduğum yerde yok. Soracak kimse de yok. Telaşlandım. Şadırvanın dışına çıktım. Cami tuvaletine bakan yaşlı bir amcaya sordum. Gözlüğümü abdest alırken şadırvanda unutmuşum bulup getiren odlumu dedim. Öyle bir gelen olmadı dedi. Moralim bozuldu. Gözlük parada pahalı olmasına, pahalı ama bana verdiği rahatlık paradan da önemliydi. İçim sızladı. Ağlamaklı hal aldım. Numaralı gözlük kimin işine yarar ki alırlar. Unutanın geleceğini bilmezler mi diye sızlanıyorum. Arada da tuvaletçinin yanına gelip soruyorum. Doğrusu birazda ondan şüpheleniyorum. Gelip gidip soruyorum. Adam hiç renk vermiyor. Her defasında görmedim diyor. Kızmıyor da, adam pişkin ve de olgun biri. Şu cep telefon ne iyi, istediğin yerde, istediğin kişiyle anında görüş. Önce oğlumu aradım. Canın sağ olsun gider yenisini alırız. Senin numaranı gözlükçü bilir dedi. Tabi ya! Gözlükçü bilir. Onlar numaraları bilgisayara kaydediyordur. Hele gözlükçüyü arayayım dedim, rahatladım. Bu arada cami imamını buldum. İmam efendiye, müezzin efendiye, ayrıca etraftaki esnaflara da durumu anlattım. Hepsine de telefon numaramı verdim. Gözlükçü arkadaşı aradım. Telefonu açmadı. Bana verilen kart da başka bir numara vardı. O numarayı aradım. Bu numarada çıkan arkadaş patronlarının umreye gittiğini söylediler. Durumu onlara anlattım. Beni tanıdılar. Biz yardımcı oluruz, şimdi sipariş veririz üç dört gün içinde gelir, hemen olmaz dediler. Olur dedim. Yapacak bir şey yok. Gözlük iki dakikada kayıp oldu. Artık bir yenisi alınacak. Ertesi gün yeni gözlüğümün çerçevesi için gözlükçüye gittim. Eski çerçevelerden birisini takmaları için. Durduk yerde birde çerçeve masrafı olmasın diye. Arkadaşlar olur tabi, çerçeve kullanılır durumda, bu çerçeveye takarız dediler. Biraz oturmamı söylediler. Arkamda köşede bir sandalye ye oturdum. Öyle gazete yâda dergide okuyamam ki göz bulanık görüyor. Bir çay geldi. Çayı içiyorum. Gözlükçüye yanında bir adamla bir bayan girdi. Önce ilgimi çekmedi. Bayanın çerçeve hakkında yorumlarını duydum, sesi hiç de yabancı gelmedi. O değilden bir bakındım. Ayşegül … Alanya’daki arkadaşım Ayşegül..
—
— Bayanın yan tarafına vardım. Tekrar bakındım. Evet yanılmamıştım. Gözlük dükkânına gelen Ayşegül’dü.
— Murat
— Merhaba Ayşegül. Bu ne güzel tesadüf. Konuşmam lazım dedim. Seni işyeri adresinde aradım. Bulamadım.
— Ayşegül
— Merhaba nasılsın. Dün geldim.
— Murat
— Ayşegül yanındaki kim? Yakının mı?
— Ayşegül
— Ha! O mu? Bir arkadaş. Bir şeylere bakacağım dedim. Birlikte çıktık. Bu arada sen neler yapıyorsun.
— Beynimden vurulmuşa döndüm. İlgisizce tavrı garibime gitti. Bir balkon altından geçersinde, biri üzerine bir kova su döker, orada ıslanırken ne olduğunu anlayamadan perişan halinle öyle kalakalırsın ya. Bende öyle oldum. Ne diyeceğimi bilemedim. Oysaki soracağım öyle çok şeyler vardı ki. Tınaz tepeden sonra neden aramadığını, yâda arayamadığını, Memleketinden ne zaman geldiğini, tapu işinin hallinin olup, olmadığını soracaktım. Sonra çocuklarınla bol, bol hasret giderdin mi? Diyecektim. Kendisinden ayrıldıktan sonraki durumu mu anlatacaktım. Latif Hocayla ve de Salih Babayla tanıştığımı anlatacaktım. Birlikte gittiğimiz Ahmet Ağanın bulunduğu yerden geçtiğim halde yanına senden ayrılık acı verir diye uğrayamadığımı anlatacaktım.
— Ayşegül
— Murat bey görüşürüz bay!
— Murat
— Görüşürüz!
— Bu kadarmış. Kaç gün birlikte geçirdiğimiz güzel günlerin sonu görüşürüz Murat bay.
— Oysaki ayrılışımız böyle soğuk değildi. Kendisini otogarda uğurladığım gece;
Ahmet ağamızı aramıştık. Alanya’ya geldiğimizi söylemiştik. Sahilde adımladığımızı. Başka bir zaman uğramak istediğimizi de söylemiştik. Gene gelin demişti, Ahmet ağa. Gelin size yine kendi elimle yemekler yapayım demişti. Kahve cay yapayım demişti. Sevinmişti aradığımıza Ahmet ağa. Ayşegül bir duvarı işaret etmişti. Sahili çevreleyen duvarı. Yaslanmıştık duvara. Ayşegül sol omzuma başını koymuştu. Elimden tutup, bırakmamıştı. İkimizde o gecenin bitmesin istememiştik. O karanlık gecenin hep devam etmesini istemiştik. Adeta sabah olmasın, aydınlık olmasın, sabah olurda aydınlık olursa ikimize ayrılık var, sabah demek bizim için karanlık demek, hüzün demek, bu gece her zamanki geceden uzun olsun, çok uzun olsun demiştik.
Kimselerin kalmadığı, sineklerin dahi uçmadığı, uykuya daldığı cırcır böceklerininse ötmeyi bıraktığı, tanyerinin ağarmaya yüz tuttuğu vakitlerde sahilde birbirine sıkı, sıkı sarılmış gözlerimizden uyku süzülmüşte yatmaya gitmemiştik. Gitmemek için direnen birbirlerine de muhite de yabancı iki kişiydik. Ama bitişik ekiz gibi duvar dibine sarılmış çökmüştük. Gönüllerimiz yorganda yastıkta istememişti. Birbirimize yorganda olmuştuk, yastıkta. Özden sarılmıştık. Rahatımızın bozulmasını istememiştik. Ayşegül bana kalkalım mı diyordu da ben birazdan kalkarız diyordum, kalkmıyorduk bulunduğumuz yerden. Ayşegül’de razıydı. Oda kalkmayı istemiyordu. Duvar dibinde öylece de sabahlamıştık. Akdeniz’in yaşamını çok sevdiğimizi söylemiştik. Fakir zengin ne olursa olsun insanları dışlamıyor üşütmüyor dışarıda da olsa insanı misafir ediyor. Bizi de misafir etti üşütmedi. Bağrına bastı. Bir gecede böyle geçti. Demiştik. Sahilde erkenden yürüyüş yapanları, spor yapmaya gelenleri, koşanları, sabahleyin denizin durgunluğundan istifade edipte denize girmek isteyenleri, otellerin, pansiyonların balkonlarından bakınanları, oturanları, masasına kahvaltı hazırlayan emektar anneleri, marketten taze ekmek getirmeye giden fedakâr babaları birlikte izlemiştik.
Ayşegül’ün sahilde, o son gecemizde elini tuttuğumda, içime bir korku girmişti. Başını omzuma dayadığında, kokusunu içime kadar teneffüs etmiştim. Hasretle gözlerinin yeşilliğine baktığımda son kez izler gibiydim. Pembe yanaklarından akan gözyaşlarını avucumla silerken anlını anlıma dayadım, öperken gitme demek istedim. Gitme, gitme gidişin bize ayrılık demek istedim. Sarılırken çözülmemesine bağlanmak istedim. Anlamış gibi olmuştum, içime doğmuştu sanki Ayşegül’ün beni öpmesinden. Bir sıkıntısı var gibiydi. Vücut teninin ıslaklığından. Daha o zaman;
Bir tereddüdüm vardı sevgilim,
Gerçek aşkın yok gibiydi bana,
Adım, adım çekiliyordun sanki
Sebepsiz aralanıyorduk uzaklara.
Böyle söylemek istedim. Ama diyemedim. Yanılıyor olabilirdim. Bir anda gördüm, sevdim aşık olmuştum.,,
Fatih çarşısının bodrum katındaki gözlükçüden, çıktığımda sanki sırtımda ellişer kiloluk patates çuvallarını bir kamyona yüklemiş gibi yorulmuş, bitkindim. Bir o kadarda tedirgindim. Bulunduğum yere yakın Şems Caminin parkına kadar uzandım. Yeşillikler arasında parkta biraz oturmak, hatta kimsenin olmadığı bir yerde biraz gözyaşı dökmek istedim. Sessizliğe ihtiyacım vardı. Dünyanın sonu değildi belki ama yıkılmıştım. Ayşegül’ün ilgisizliği görüşürüz bay deyip hiç tanımadığı birinden ayrılıp gidenler gibi gitmesi yıktı. Bir kanepeye oturdum. Dökülüverdi dudaklarımdan, Ayşegül’e olan sevgimin, Ayşegül’e olan hasretimin sözcükleri. Olmuyor dedim sensiz olmuyor Ayşegül!
Sensiz olmuyor,
Olmuyor be güzelim.
İçim yanıyor.
Sabahın sessizliğini bozan,
Alıştığım kahkahan yok,
Düşen yapraklar yerde yalnız,
Üzerinde gölgende yok.
Anlaşılmıyor şarkıları kuşların,
Çırpınan kanatları kımıldamıyor.
Seni arıyor kuşlar,
Seni arıyor, rüzgâr,
Seni arıyor yüreğim.
Arıyor seni, sevenlerin,
Aşkı tattırdığın,
Yalnız kalan tiryakin.
Dedim. Bakındım uzaklara yaprakların arasından tek, tek düşen yapraklara. Bana benzeyen dalına tutunamadan düşen yapraklara. Dalın umurunda mı, daha var üzerinde sürüyle yaprak. Olmasa da acımı çekecek, seneye yenisi gelecek taze, taze yaprak.
Omzuma bir dokunuş uyandırdı beni hüzün uykusundan. Kalabalık parkın içinde yalnızlığım dan. Gelen; Omzuma silkeleyen arkadaşım Kayhan’dı.
Kayhan
— Selam ün aleyküm. Ne yapan Murat abi böyle yalnız buralarda. Gel seni biriyle tanıştırayım. Bizim Dervişle; Adı Mustafa.
— Murat.
— Tanıştır. Hadi gidelim. Benimde biraz içim açılır.
Şöyle elli yüz metre ileride ağaç gölgesinde taburelerde birisi oturuyor. Başında sikke’si olan hani şu Mevlevi dervişlerinin giydikleri yüksek ve tepesi düz keçe külah var ya’ başında o külahtan var. Üzerinde krem renginde yakasız ve diz kapaklarının aşağısına kadar uzunluğunda pardösü gibi bir giysisi, var. Saçları kısa, boyun altına kadar uzamış siyah sakallı. Kırk yaşlarında. Selam verdik oturduk.
— Kayhan
—Abı bizim derviş. Adı Mustafa derviş buda benim daireye ilk girdiğimde şefim Murat. Arkadaşlığımız abi kardeşliğimiz 30 yıla dayanır.
— Derviş Mustafa
— Memnun oldum, Murat şefim. Oturun size çay söyleyeyim.
— Kayhan
— Derviş çayı senin orada demleyelim. Senin ellerinle yaptığın kaşar peynirden de yeriz.
—Fazla durmadık parkta oturmadan adımladık, Dervişin evine. Ev hemen ‘Şems parkının’ oradaymış. Evi yakın bir yerde. Yüz yüzeli metre kadar ara sokak içinde. İki üç dakikada eve geldik. İkinci kat eski tarz sobalı üç odalı bir ev. Bekâr evi. Evde yalnız kendisi kalıyormuş. Özel koltuklar diktirmiş. Yer minderi gibi ama koltuk tarzında. Oturduk. Tekrar selamlaştık.
— Derviş
—Derviş rahat oturun. Ben yalnız yaşayan birisiyim.
Gözüm karşı bölmedeki yastıklarla, battaniyeler ilişti. Derviş çay koymaya gidince Kayhan’a sordum.
— Murat
— Şu çokça battaniye ile yastıklar nayin nesi.
— Kayhan
Dervişin burası bedava otel gibi. ne kadar gariban var. Geçe kalacak bir yer bulamayan var. Kendisi gördü alır getirir. Yâda kendisini tanıyan polis, amir memur kısa süreli bir iki gün için kimi kimsesi olmayan garipleri getirirler. Bizim derviş burada onlara misafirperverlik yapar. Bezende yorgun olanlar dervişin arkadaşları gece demez gündüz demez gelir dinlenirler. Derviş anasız babasız. Bir gün rüyasında Mevlana hazretleriyle, Şems hazretlerini görmüş. Gelsin de kendisine anlattıralım.
Murat
— Peki, bu sikkenin yani dervişin başındaki takkenin bir anlamı var mı?
— Kayhan
— Var tabi; onun bir adı ‘’Arakiyye veya arakiye, bir başka adı da küçük zurna’dır. Mevlevilikte semazenlerin kıyafetlerinin bir parçasıdır sikke. Her birinin ayrı, ayrı anlamı vardır. Bunlardan Siyah hırka, nefsin mezarını; Tennure, saflığı, nefsin kefenini; sikke, nefsin mezar taşını ifade eder. Mevlâna zamanında Mevleviler o devrin kıyafetlerini giymekteydiler. Zaman içinde kıyafetler değişti; fakat Mevleviler, Selçuki tarzdaki kıyafetlerini muhafaza ettiler. Bazen mezar taşlarında gerçek doğum ve ölüm yanı sıra ayrıca 20 yaşında yâda 15 yaşında yazar. Bu dervişliğe girmek isteyenler müracaatta ettikten sonra 18 safhadan geçirilir. Bu mertebelerden "Sır Dedesi, Matbah Dedesi ve Sema Dedesi"nin onayından geçerek Dergâh Dedesine bildirilir. Kabul edilirse İkrar’a alınır. İkrar’a yeni gelenler nevniyaza ‘’can’’ tabiri olunur. Can üç gün saka postunda iki dizi üstünde murakabe şeklinde oturur. Kabul edilip edilmeyeceği düşünülür. Burada aslında bir sınav oluşmaktadır. Kabul edilirse sınavı geçmiş demektir. Sınavda başarılı olunmuşsa kabul edilmiş demektir ve hizmet başlar. Önce Git gelci, sonra pazarcı, daha sonra sırasıyla “Pomatçı”, yani canlara ve dergâha gelip gidenlere kahve yapma vazifesi ayrıca “İçeri Meydancısı”, “Tahmisçi yatak yapma, dolapçı, çamaşırcı, bir başka adı da Âbrizci dir. Bu safhalar tamamlandıktan sonra aday hücrenişîn yani dede unvanını alır. Diyelim 20 yıl sonra bu derviş vefat ederse asıl yaşı yerine ayrıca 20 yıl yaşadı diye mezar taşına yazılır. Sikke görülen mezarlarda iki ayrı yaş yazılmasının sebebi budur.
— Murat
— Bunların hepsini geçmek mecburimi.
— Kayhan
— Evet, hepsini geçmesi gerekir. Bu safhaların ortak bir adı da çile. Derviş olmak için çektiği zorlukların kısaca nefsin terbiyesinin ortak adıdır çile. Birde dervişlerin hayat çilesi var. Onu da bizim derviş anlatsın neler çekmiş bu hayatta.
Su içmek için girişte hol kısmına çıktım. Solda bir odanın kapısı açıktı. Kapı açık ama içerisi görünüyordu. Nezaket icabı kapıyı tıkladım. Su alacaktım dedim. İçeriden
Derviş
—Derviş gel, gel buyur gel ben su getiririm.
İçeriye girdim. İki tane dolaba benzer bir aygıt birde yuvarlak tava gibi kalıba benzer alet var.
Murat
—Bu aygıt ne işe yarıyor.
Derviş
— Bu aygıtla peynir yapıyorum. Kaşar peyniri. Şimdi getireceğim çayla yiyeceğimiz kaşar peynirini bu aletle yapıyorum. Şu gördüğün kalıplarla da kaşar peynirine şekil veriyorum. Yapması uzun mesele anlatırım. Çayın altını kıstım. Demlensin. Tepsiye bardakları şekeri ve peyniri koydum. Suyu da koydum mu tamam şef abi hadi odaya girelim.
Su içecektim, sudan önce kaşar peynirinden aldım. Harika! Lezzete diyecek kelime yok. Çok beğendim. Markası da (HU) hani bir kalıp vardı. İşe o kalıpta markasıyla birlikte yuvarlak şekil verilmiş. Lezzeti de derviş ustanın hüneri. Çayları yudumlarken, derviş peyniri kare, kare ağza girecek büyüklükte kesti hazırladı. Bir güzel yedik. Ekmek vardı ama ekmeksiz yedik. Bolca getirmiş, istesek daha da getirecek.
— Murat
— Kayhan bu peynirden alalım. Benim hoşuma gitti. Pek fazla ıslakta değil. Kuru ben alacağım.
— Kayhan
— Bende alayım. Daha önceleri de aldım. Bizim evde de beğenirler. Alıştılar. İsterler. Evi de arayıp sorayım.
— Derviş
— Sanırım peyniri beğendiniz. Hazırlarım. Bir dalak 2,5 kilo falan gelir.
— Murat
— Bana bir dalak ver. Ne gelirse tart hazırla derviş baba.
Derviş bize peynirleri hazırladı. Çayları tazeledi. Demliği de yanımıza istedik. Her defasında kalkmaması için. Çay demini güzel almış. Antalya’da Ahmet ağanın çayını aratmıyor. Kömürde demlenmiş gibi.
Derviş
— Şef abi çayı beğendin sanırım. Tazeleyeyim. Bitecek diye sıkılma. Tekrar demleriz.
— Murat
— Sen sağ ol derviş baba. Hakikaten çay da, peynir de çok güzel. Peynir yapmayı, nereden öğrendin.
— Derviş
— Ben Yozgatlıyım. Yerköy’den. Önce babam, sonra annem vefat etti. Ben ailenin en küçüğüyüm. 10 yaşıma gelmeden her ikisini de kaybettim. Bir süre Ablamın yanında kaldım. Yani eniştemin yanında. Eniştemin küçük çapta mandırası vardı. Peynir yapardı. Kaliteli peynir yapardı ama fazla yapmazdı. Ondan öğrendim. Çıraklığım eniştemin yanında geçti. Eniştem biraz rahatsız olunca mandıraya pek ağırlık veremiyordu. Rahatsızlığından ötürü işyerinde fazla durmuyordu. Süt ürünü çeşidimiz pek fazla değildi. Belli müşterilere kaşar yâda teneke peyniri yapılırdı. Az çeşitten ötürü olsa gerek müşterisi de azdı. Yazın daha az peynir yapardı. Çünkü. Yaz ayları süt kesilir kendiliğinden peynir olur. İşletme sahibi zarar eder. Eniştem bu süt bozulmasına kızardı. Fazla bir süt almazdı. Kısacası risk almazdı. Eniştem memlekette halen peynir yapar. Ama işte öylesine; Ancak geçimini karşılayacak kadar. Mal mülk sahibi olamadı. Zor geçiniyor. Kendisine de etrafına da faydalı biri ama fazla kazanamıyor. Yanında çok usta yetişti.
Ben yanında çıraklık devrem hariç, üç yıl kadar kaldım. Sonra başka ustaların yanında peynir imalatı eğitimi gördüm. Eniştemin iznini alarak. Daha doğrusu eniştem dürüst birinin yanında çalışmama vesile oldu. Allah kendisinden de yanında çalıştığım insanlardan da razı olsun. Ona yanlış yapmamaya çalışırım. Çünkü bana, baba gibi davrandı. Beni kolladı, gözetti. Başkalarının yanında çalışmama rıza göstermezse yanında çalışır bir yere gitmezdim. Fakat bana da artık para ihtiyaç olmaya başladı. Tabi yaşım ilerliyor, bende yetişkin biri oldum. Durumunu bildiğim için kendisinden harçlık da isteyemiyordum. Daha doğrusu kendisinin de zor durumda olduğunu biliyordum. Bana biraz harçlık veriyordu ama verdiği harçlık da bana faydalı olmuyordu. Bizim oraların kış ayları çetin geçer. Yazın, giydiğim pantolonumu ve gömleğimi kış günlerinde de giyerdim. Kışlık elbisem yoktu, alamıyordum. Kirlenir yıkar kurutur tekrar giyerdim. Ayakkabım eskiyecek diye korkardım. Küçük yaşıma rağmen büyükler gibi çalışırdım. Ancak karnımı doyururdum. Eniştem kendisini zor geçindiriyordu hali belliydi. Çalışmama rağmen ona da yük olmak istemiyordum. Yatacak yerim yoktu. Çoğu zaman dükkânda kalırdım. Yazıhanede ranza vardı oraya kıvrılır yatardım. Yazın neyse de kış geceleri çok üşürdüm. Arada bir ablama giderdim, ama pek fazla rahatsız etmezdim. Ablam üzülmesin diye iyi olduğumu söylerdim. Benim hafta sonum, bayramım, tatilim, yoktu. Hafta sonları eniştem dükkâna pek uğramazdı. Ben elini almıştım. Artık peynir yapar olmuştum. Bir gün kendi başıma peynir yapıyordum. Eniştem daha gelmemişti. Bir hafta sonuydu. Dükkâna biri geldi. Eniştemi sordu. Gelmedi dedim. Gelince deyiver adım Halit; Halit usta aradı de dedi. Sonra Halit usta yanıma yaklaştı bana;
—Peynirleri sen mi yapıyorsun bakim.
Derviş
— Genellikle Eniştem yapar. Ama bende yapıyorum. Öğrendim.
Halit usta
—Fena değil. Kalitesi iyi. Çok iyi tutturmuşsun. Eniştene selam söyle. Aradığımı deyiver. Gene geleceğim.
—Derviş
Olur söylerim.
Adam yani, Halit usta gitti. Birkaç gün sonra tekrar geldi. Aralarında ne olduğu bilmiyordum, sormadım. İleride oturdular bir şeyler konuştular. Bir süre sonra Eniştem bana döndü. Halit usta senin yaptığın peynirleri beğenmiş. Ben olur olmaz adamların yanında çalışmanı istemem. Hani izin ver birinin yanında çalışayım derdin ya. İşte sana Halit usta çalışmak istersen. Yalnız arada bana da yardıma geleceksin anlaştık mı, bende eve gideceğim. Halit ustayla oturun konuşun, anlaşın, dedi.
Halit usta
—Enişten iyi bir insan.
Derviş
—Evet, iyidir.
Halit usta
—Kendisine iş teklif ettim. Ben üretimde zorlanıyorum, senide tanırım. İyi ustasın dedim. Bana da senin gibi bir arkadaş lazım. Benim uşaklar yakın köylerden süt toplarlar gene ben işin başında olurum ama yetişemiyorum, birlik olup, büyüyelim dedim. Böyle iyiyim. Geçiniyorum. Sağol dedi, beni de dinlemedi. Yalnız seni önerdi Benimle çalışırmısın.
Derviş
—Şimdi ne yapacağımı bilmiyorum. Gelirim herhalde. Çalışırım.
Sizin çok çeşidiniz vardır. Ben kaşardan anlarım. Teneke peynirde yapmışlığım var.
Halit usta
Bizde her çeşit peynir yapılır. Yanımda çalışanlarım var. Senin elin yöntemli usta olmuşsun. Yaptığın peyniri gördüm, usta olmuşsun. Benim orada değişik süt ürünleri yapılır. Yerim eniştene de yakın.
İki yıl Halit ustanın yanında çalıştım. Aylığın ne olduğunu öğrendim. Gerçi Halit Usta aylığı dörde bölüyor haftalık olarak veriyordu. Kendime ait paranın olduğunu öğrendim. Yeni urbalar aldım. Halit ustanın diğer kalfalarının yanına bende eve taşındım. Yatak yorgan, dolap aldım. Yememiz patronumuzdandı. Yani Halit ustadan. Sabah erken işyerinde oluyoruz. Sütler geliyor. Kaşar peynir, teneke peyniri, yoğurt, tereyağı kısacası süt ürünlerinin hepsini yapıyoruz.
Zamanla Halit usta iş yerine az gelir oldu. Biraz rahatsızlığı da vardı. Yani hastaydı. İmalata da büyük oğlu ilgileniyordu. Ortanca oğlu peynir imalatından ziyade market işi yapma taraftarıydı. Sanırım Halit usta çocuklarının niyetini biliyordu. işi çocuklarına bıraktı. Çocukları işi markete dönüştürdü. Peynir imalatı ikinci plana itildi. Bundandır Oradan ayrıldım. Sonra bir başka imalatçının yanında işe başladım. Benim peynir ustası olmamın hikâyesi kısaca bu. Çileye devam.
Murat
— Beni de duygulandırdın. Derviş baba. Ortak yanlarımız var. Ya! Şu dervişlik. Yani şems hazretlerini ve Mevlana hazretlerini rüyanda görmen Konya’ya gelmen nasıl oldu.
— Derviş
— O uzun mesele. Dedim ya memlekette birkaç iş yerinde çalıştıktan sonra, çevrem ve arkadaş guruplarımda hem değişti hem de gelişti. Bu arkadaşlar arasında siyasete ilgi duyanlarda vardı. Bunlarla da arkadaşlık etmeye başladım. Delikanlılık bu olsa gerek. İnsan gözünü budaktan esirgemiyor. Bu arkadaşlarla onların isteği doğrultusunda bende hareket etmeye başladım. Kısacası ne olduğunu bilmeden bende siyasete bulaştım. Neyi nereden, yani kimden neyi kurtaracaksak. Arkadaşlarımla birlikte bende her yere gittim. Önceleri çok hoşuma gitti. İşte bir yerde oturuluyor, konuşmalar yapılıyor. İçlerinde saz çalanlar arkadaşlar oluyor. Şarkılar, türküler söyleniyor. Yemekler yeniyor, şaka şamata hayat güzel. Bu yönüyle siyasette hoşuma gitti. Bu arada karşı gurupta var. Haliyle farklı düşüncede olanlarla sözlü atışmalarda oluyor. Hani arkadaşız ya, onlar nereye giderse niçin gittiklerini sorup soruşturmadan bende gidiyorum. Vatan millet diyoruz. Daha kendi istikbalimizi kurtarmadık. Kendi karnımızı doyurmaya gücümüz yetmiyor. Siyaset peşinde koşmaya, siyasetçilerin yapacağı işleri yapmaya kalkıştık. Kavgalara giriştik. Köşe bucak karşı görüşteki kişilerin peşine düştük. Onları hırpaladık. Karşı görüşlü olanların ellerine düştük hırpalandık.
Birinde bir gurupla kavgaya girdik. Onlar bizden sayıca üstündüler. Arkadaşlar kaçtı. Beni kıskıvrak yakalayıp gözümü bağladılar, bir arabaya bindirdiler götürdüler. Nereye, ne tarafa gittiğimizi unutmamak için dönüşleri hafızama almaya çalıştım ama bir süre sonra o kadar çok döndüler ki şaşırdım. Hafiften gürültü çıkararak bir eve girdik. Beni bir odaya tıktılar. Üzerime su döktüler. Önce kaç kişiydiler bilmiyorum tekmelediler. Bir süre sonra kırbaçlama ya başladılar. Af edersiniz inekler gibi böğürdüm. Kurtaracak kimse yok ellerindeyim. Sonra kilitlediler gittiler. Üç gün aç ve de susuz bıraktılar. Arada gelip gidenler oluyordu. Bu gelenlerin kim olduklarını en azından yüzlerini hatırlamak için bakınıyorum. İçer karanlık olunca, yüzlerini seçemiyordum. Aslında dayaktan her tarafımın ağrımasından çehrelerini seçmede güçlük çekiyordum.
Dördüncü gün benim elimi ve gözümü tekrar bağladılar. Bulunduğum yerden çıkardılar. Gene bir arabaya bindik. Yarım saat kadar bir süre sonra araba durdu. Beni bıraktılar. Elimin bağını az bir gevşettiler. Sonra onlar oradan uzaklaştılar. Bayağı bir uğraşıdan sonra elimi bağdan kurtardım. Gözümü açtım. Hava karanlık yani gecenin bir yarısı olmuş. Ne tarafa gideceğimi bilmiyorum. Arabanın duruş yönü kestiremiyorum. Şehir ne tarafta onu bilmiyorum. Yerimden doğruldum kalktım. Sol tarafıma doğru yürüdüm. Birkaç dönemeçten sonra bir evin ışıklarını gördüm. Eve yaklaştım. Birazda korkuyordum. Köpek olurda saldırır diye. Yanılmamıştım. Köpek havlaması oldu. Şansıma köpek bağlı ki sadece havlaması, gürültüsü var. Köpek havlamasına evden biri çıktı. Ses ettim. Selamın aleyküm, bir bakarmısınız dedim. Yanıma bir yaşlı amca yanaştı. Buyur delikanlı. Ne hayır. Kimsin, nerden geliyor, nereye gidiyorsun dedi. Hele bir şöyle oturalım amca, sana yol soracağım dedim. Başımdan geçenleri de bir, bir anlattım. Amca beni dinledi, dinledi. Sonra dedi, bak evlat. Şehir buraya uzak değil. Seni burada misafir etmeyeceğim. Uzakta olsa misafir etmeyi düşünmüyorum. Çünkü arkan belalı. Siz bir şeyi kurtarmaya çalışıyorsunuz, neyi kurtaracaksanız. Neyin peşindesiniz. Öyle güzel bir ülkede yaşıyoruz ki. Bilmem farkında mısın birilerinden özgürce dayak yiyebiliyorsun. Başka bir ülkede olsanız, bu güzellikte özgürce seni dövemezler. Ne güzel mesleğin varmış mesleğinle uğraşsana be güzel evladım dedi. Kendisine hazırladığı çaydan da ikram etti. Karnımı da doyurdu, şehrin yönünü tarif etti beni uğurladı. Ee! Şef abi, Kayhan abi benim siyaset orada bitti. Memleketi terk ettim. Yayan çıktım yollara, kâh araba durdurdum oto spot dediklerinden yaptım. Kâh yürüdüm. Gittiğim yerlerde hamallık yaptım, yük taşıdım. Bazı yerlerde inşaatlarda çalıştım. Tır şoförleriyle arkadaş oldum. Onlarla Suriye ırak, hatta İran’a kadar gittim. İslam büyüklerinin, yatırların mezarlarını türbelerini ziyaret ettim. Bu zatlardan Bağdat’ta A!meş (Süleyman bin Mihran) Abadi Abdullah Haydari, Abdullah bin Muhammed Mürteiş, Abdullah bin Mübârek, Abdurrahmân Tafsûncî, Abdülgafûr Hâlidî Müşâhidî, Abdülkâdir Berzencî Hayderî, Abdülkâdir Geylânî Musulda Adiyy Bin Müsâfir ve Mahmûd Sûfî hazretlerini ziyaret ettim. Dualar gönderdim. Bir buçuk yıl oralarda gezdim. Abilerim memlekete dönüşümde askerlik celbi gelmiş. Askere gittim. Vatani görevimi İzmir Narlı derede yaptım. Asker dönüşümden sonra hayatımda bir değişiklik olmadı. Ön teker arka teker misali. Bir tesadüf Hataylı bir asker arkadaşımla buluştuk. Onunla birlikte Kıbrıs’a gittik. Nazım Kıbrıs’ı Dergâhının demirlerinin yapımında çalıştım buraya bir yıl hizmetim oldu. Türkiye’ye döndüğümde doğrudan Antep’e geçtim. Orada bir buçuk yıl kaldım. Antep’te, Bilal Baba dergâhına hizmet verdim. Oradaki ve çevresindeki Dergâhların tamamında hizmet vererek kâh yürüyerek kâh otostop yaparak Ankara’ya geldim. Ankara’dan Konya’ya gelişim bir kış günüydü. Ramazan ayıydı. Hiç bir vasıtaya binmeden iki gün yürüyerek Konya’ya geldim. Konya’da Muhammet Konevi hazretlerinin dergâhında iki yıl hizmetim oldu.
Konya’ya gelişim bir tesadüf değil. Memleketten çıkışım, yurt dışına gidişim kendi iradem dâhilinde oldu. Bir ortam oluştu şehir, şehir dolaştım. Ama Konya için farklı bir durum oluştu. Şef abi Kayhan abiye anlattım. Sana da anlatayım. Kıbrıs’ta birkaç kez, yurda dönüşte ve Ankara’da da birkaç kez bir birine benzer rüyalar gördüm. Ben Konya’ya şems hazretler ve Mevlana hazretleri getirdi. O zatları hep rüyamda görür oldum. Bana rüyamda tavsiyelerde, nasihatlerde bulunuyor, bazı görevler veriyorlar, bir şekilde beni çalıştırıyorlardı. Bu başımdaki sikkeyi rüyamda da giyinmiş gördüm. Bu zatlar Bana Konya’ya gel demediler ama rüyama girdiler. Anladım ki Konya ya davet var. Bir Pazar sabahı Ankara’dan yola çıktım. Ramazan ayında bir kış günü yürüyerek Konya ya geldim. Şems hazretlerini ve Mevlana hazretlerinin yerlerini öğrendim. Şimdi burada hizmetler veriyorum. O zatlar şu an bu dünyada yoklar, ama beni yönlendiriyorlar. Nefsimi temizliyorum. Hani derviş olmak için çekilen çile var ya şu an ben o çile çekme dönemindeyim. Şems hazretlerinin kabrini temizliyorum. Ziyarete gelenlere yol gösteriyorum. Garibanları evime getiriyorum. Aç ise karınlarını doyuruyorum. Yatacak yerleri yoksa burada konaklatıyorum. Şef abi aklına geleni ben söyleyeyim. Değirmenin suyu nereden geliyor diyeceksin. Hep denir ya veren el alan elden üstündür diye. Değirmene su bir şekilde geliyor. Mesela yeni tanıştık ama peynir aldın. Ben seni çağırmadım. Sen kendin geldin. Bunun gibi. Bir sebep oluyor, kaynak oluşuyor. Oluşan kaynak bana da misafirime de yetiyor.
Bu arada Kayhan’ın cep telefonu çaldı.
Kayhan
—Alo; buyur Tekin’im, sultanım, buyur.
Telefondaki Kayhan’ın nerede olduğunu sormuş olacak ki;
Kayhan
— Şems parkta bizim derviş’in evindeyiz. Hadi dolan gel. Çay içiyoruz. Bizim Şef de var.
Bir süre sonra birlikte iş yaptıkları arkadaşıyla beraber, Tekin bey’de geldi.
Tekin bey
- Selamün aleyküm, kardaşlar. Bereketli olsun. Derviş abi. Burası da, yani senin ev de bizim mekân oldu. Ne zaman bu yönde işimiz olsun bir şekilde elimizde olmadan davet ediliyoruz. Hakkını helal et. Bize emeğin geçiyor.
Derviş
Ve aleyküm selam. Hele oturun. Her zaman gelin kapımız açık.
- Elele, elele tutun elele,
- Dostlar tutun elele.
- Hakka göç geldiğinde,
- Dostlar götürür elele.
- Tekin bu benim yeni işe girdiğimde şefim Murat Bey. Şefim, tekin Bey de benim çocukluk arkadaşım. Daha doğrusu ben lise talebesiyken Tekin 9 yâda 10 yaşlarındaydı. Aynı mahallede oturuyorduk. Benim bisikletim kayıp olmuştu, günlerce aradım bulamadım. Bir bisiklet daha aldım. Okulum mahalleye uzak olunca bisiklet ihtiyaçtı. Birkaç hafta sonra bisikletimi, zaferde buldum. Geriden takip ettim. Bisikleti bulunduğu yerden götürmeye gelen giden olmadı. Orada çay bahçesi vardı. Bahçeyi çalıştıran işletme sahibine gittim durumu anlattım. Bu bisiklet benim ve kaybettim. Çalındı demiyorum. Kaybettim. Şimdi götüreceğim ama kendi bisikletimi serbestçe götüremiyorum. Bisikletin bana ait olduğunu mahalle muhtarı ve öğretmenlerim dâhil ispat erdim dedim. İşletme sahibi götür delikanlı bu bisiklet 3–4 gündür burada duruyor. Sahibini bizde merak ettik. Tamam, götür dedi. Bisikletimi eve getirdim. İki bisikletim oldu. Daha sonra tekinle karşılaştık. Tekin abi ya! Bu bisikleti bana satarmısın dedi. 650.- liraya paran var mı? Dedim. Bak baban gelir benim çocuğu kandırmışsın demesin dedim. Tekin’ yok abi al paranı. Ne? Dedin 650.- lira değil mi? dedi. Bisikleti Tekin’e sattım. Tekin 9–10 yaşlarında ama para kazanıyormuş. Maharetlerini bisikleti sattığımda öğrendim. Tekin küçükken simit, çekirdek, mantar tabancası, patlayan mantarlar, çıtpıt vs satardı. Aslında bunları kendisi satmaz arkadaşlarına sattırırdı. Nasıl sattırdığını kendisi anlatsın.
Tekin
- Ya! Önemli bir şey değil. Boş durmazdım. İmalatçı simitçi ağabeyleri tanırdım. Yanlarından ayrılmazdım. Kuru yemişçi ağabeylerde vardı. O zamanlar esnaflar hep bir aradaydı. Oyuncak satan babamın bir arkadaşı vardı. Ona da nasılsın abi der takılırdım. Tabi bu samimiyeti fırsata çevirdim. Onlardan mal alır. Satardım. Hemen paralarını verdim. Yani güvenlerini kazanırdım. Satış işini mahallede tanıdığım, bildik arkadaşlara yaptırıyordum. Sabah simitleri alıyorum. Simitçi bana güveniyor. Belirli köşelerde arkadaşlara yüzer tane simit veriyorum. Ayriyetende bir simit daha veriyorum. O simidi ister yesin ister satsın. O bir simit onundu, öğle yemeğiydi. Simit sattırdığım arkadaşlara hâsılattan yüzde beşini yevmiye olarak verirdim. Bazen de 7 kişi falan oluyorlardı. Yüzde beşini paylaşamazlardı. Ben paylaştırırım ama yarısını alırım diyordum. Paylaştırıp, yarısını paylaştırma ücreti olarak geri alıyordum. Öğleden sonraları sinema önlerinde çekirdek sattırırdım. Bir çay bardağı yirmi beş kuruşa. Bazı hareketli köşelerde mısır ve tatlı sattırırdım. Mısırdan ve tatlıdan bir tane yemeleri serbestti. Bayramlarda da mantar tabancası ve mantarını sattırıyordum. Birkaç yerde simit, çekirdek, mısır vs sattırdığımdan, bisikletle yanlarına gidip, eğer sattıkları üründen daha getir derlerse, ellerinde az kaldıysa hemen temin ediyordum. O zamanlar bisiklet işe yarıyordu. Bir günde bir sürü para kazanıyordum. Bisikleti de bu yüzden almıştım. Ben hep adam çalıştırdım. Beynimi yordum. Kendim hiç çalışmadım. Hayatım hep böyle geçti. Bir söz vardır. ‘’Kendinden ele el verirsen, dağ olursun. Elin eline el verirsen kaybolursun. Ne elden sana fayda, nede kendi elinden sana zarar gelir. Birlikten kuvvet istiyorsan kendi elini tut.’’ Derler. Ben biraz başkalarına da güvensizim. Zararı da karıda kendim yaparım. Kısacacı ben hep ben oldum. Birde cesaret insanı ya ayakta tutar, yâda yok eder. Ben önüme çıkan birçok işlerin üzerine cesaretle yürüdüm. Bazen sen işi kovalarsın. Bazen de iş seni gelir bulur. Fırsatları da değerlendiririm. Birinde iki bin lira borcumu alacaklısına vermeye gitmiştim. Telefon ettim beklememi söyledi. Bir büyükçe kahvenin önünde gölge bir yere oturdum. Sigara yaktım. Birde garsondan kahve istedim. Kahveyi iş yeri işleteni getirdi. Onunla da biraz lafladık. Orası hem bilardo salonu hem de kahve olarak işletiliyormuş. İşletme sahibinin parasal sıkıntıları varmış. Adamın kafası dağınıktı. Bilardo salonunu devretmek istediğini söyledi. Peki, ne istiyorsun dedim on bin lira istiyorum dedi. Sekiz bin liraya anlaştım. Cebimdeki borcuma ödeyeceğim iki bin lirayı peşinat verdim. Kalan altı bin lirayı da yirmi beş gün sonraya senet verdim. Bilardo salonunu devraldım. Kahve içmeye oturduğum yerin sahibi oldum. Akşam hesabı aldığımda o günün hâsılatı, iki bin yüz liraydı. Borçlu olduğum arkadaşı aradım. Birde özür diledim. Seni beklerken ani bir işim çıktı. O işi hallettim. Şimdi buluşalım mı dedim. Yerimi tarif ettim. Arkadaş geldi. Parasını verdim. Aldığım bilardo salonunu tam on yıl çalıştırdım. Bu gibi nice işler yaptım. Ben ticareti seviyorum ve severek yapıyorum.
Kısacası eskiden damlar düzdü. Çatı yoktu. Hepiniz bilirsiniz. Kışın damlara yağan kar, tahtadan yapılmış özel bir kürekle temizlenirdi. Ona kar kürüme denirdi. Küreğin bir tarafında kürüyen, diğer tarafında kar olurdu. Kar kürekle kakalanarak kürünürdü. Ticarette bu olay gibi, işin ucunda kar var. Yani kazanç var. Bu karı, yani kazancı bir şekilde kürüyeceksin. İşi kakalayacaksın ki sana para kazandırsın. Hep kar mı olur bazen de zarar ettiğin olur. Yağmur gibi. Yağmur kar’ı eritir. Yağmur altında durulmaz. Bir kenarda durmasını bekleyeceksin. Pes etmeyeceksin. Yağmur karın, Zarar da kazancın kardeşi. İşte öyle.
Tekin çocukluğunu anlatırken, yetişkin halinden de bahsetti. Oracıkta bulunanlara aslında bilmeden mesaj verdi. İnsanlar önünde ne ise sonunda da öyle olacağını vurguladı. Haklılık payı da vardı. 70’li 80’li yıllarda televizyonda her Pazar, adam olacak çocuk programı sunulurdu. Sunucusu Barış Manço’ydu. Adam olacak çocuklar barış amcasından hep on puan alırdı. Barış amca hepsine on, on, on puan der bir şekilde ödüllendirirdi. Şimdi birer yetişkin olan barış amcanın on, on, on puan verdikleri çocuklar mutlaka çocukken programda sergiledikleri başarılı gösteriler gibi yaptıkları işlerinde başarılı olmuşlardır. Tekin ticareti seviyor. Fazla tanımıyorum ama görünüşü anlattıklarını doğruluyor.
Tekin
— Derviş kardaş, senin kaşardan beşer kilo ayarla bize de. Malumun bizde babam, abimler ve ben olmak üzere üç ev, birde ortak dört eder. İki buçuk, iki buçuk dört ayrı poşete 10 kilo ayarla.
Derviş
— İşte şef abi sizinle birlikte on beş kilo peynir satıldı. Allah yenen yere verir. Misafir gelsin. Misafir rızkıyla gelir. Birisini kendisi yer dokuzunu konuk olduğu yere bırakır.
— Kayhan
— Beyler kalkalım. Vakit epey oldu.
Peynirlerimizi aldık. Benim dışında hepsinin arabaları vardı. Peynirleri araçlarına koydular. Bana da seni evine bırakalım dediler. Kabul etmedim. Evim uzaktı ama belediye otobüsüyle giderim dedim. Belediye otobüs durağına kadar Kayhan’ın arabasına bindim. Bayağı zaman geçmişti. Yani bir öğle sonrasından gecenin bir yarısına kadar vakit geçmişti. Ayşegül aklımdan çıkmıyor, kafamda bir nokta gibi, hareketi, tavrı ağırıma gitti. Bir anlamda veremedim. Dervişin evinde sohbetlerin bazılarını işittiğim halde anlamamıştım. Alanya’daki anılarım bir, bir gözümün önünden geçiyor, Otelde canlı müzik dinlerken, dans ederken, o yeşil gözlerinin içine, içine bakıp, bir şekilde mutluluğumu ifade etmeye çalışmıştım. Ayşegül de bunu pek ala anlamıştı. gülücüklerini eksik etmemiş gayet mutluydu. Orada dans ederken ayaklarımın pervasını şaşırmıştım. Neredeyse Ayşegül’ün ayaklarına basacaktım. Heyecanımı yenememiştim. Sanki daha yeni yürümeye başlayan çocuk gibiydim. Belinden tutup kendisine yaklaştığımda, bu benim kadınım, bu benim Ayşegülüm, bu bana Tanrımın bir lütfü demiştim. Başımızı bir birine yasladığımızda o miski amber kokusunu içime kadar teneffüs etmiştim. Kendimden geçercesine koklamıştım. Boynunun her noktasından öperken, dudaklarımı boynunda gezdirirken kendimi dalına sıkı, sıkı sarılan yaprak gibi hissetmiştim. Yüreğimde de bir korku oluşmuştu. Yaprak demiştim. Ya yaprak bir gün gelir dalından düşerse. Tutunamaz umudu kırılır yere düşerse. Dal ise yenisi geleceğinden yaprağı umursamaz da. Bırakırsa, yaprağın düşmesine aldırış etmez de, düştükten sonra ya rüzgârın önünde savrulur, yâda ayaklar altında ezilirse demiştim. Zavallı yaprak. Düşeceğini bildiğinden üzüntüden düşmeden kurumaya başlarda rengini bile atar ya, ben de Ayşegül’e alışırsam. Yaprak gibi. Ya seversem vazgeçilmez zor bir dönemece girersem demiştim. O vakitler korkusu içime doğmuştu. Olacakları görmüş gibiydim. İçime burukluğu girmişti. Kolay değil. Az zamanda çok şey yaşamıştık. Unutulmayacak şeyler yaşamıştık. Gözümün önünden yaşadıklarımız perde, perde, film şeridi gibi geçiyor.
Kayhan
- Şef abi hop, burada mısın?
Murat
- Daldım biraz. Uykumda geldi. Saat on ikiyi geçti. Yani gece yarısı oldu. Seninde uykun gelmiştir.
- Kayhan
- Seni eve bırakayım. Bu saatten sonra durakta bekleme. İtiraz istemem. Elinde peynirde var.
- Murat
- Tamam. Zahmet olacak. Aslında gerek yoktu.
- Kayhan
- Müzikte açarız. Senin bir şeye canın sıkkın. Karşılaştığımızda da dalgındın. Düşünceliydin. Var bir sıkıntın. Anlatmak istersen dinlerim. Belki bir faydam olur.
- Murat
- Yok, bir sıkıntım. Arada bir can sıkıntısı oluyor. Belki kollestrolum yükselmiştir. Konya’da alıştık. Hemen bir etli ekmek götürüyoruz. Bir bucuk etli ekmek insana dokunuyor. Hemen her gün yiyoruz. Arada bir yesek. Dokunduğunu bile, bile götürüyoruz.
- Kayhan
- İyi oluyor. Kilo yapıyor ama iyi piştimi lezzetli oluyor. Valla her gün yiyoruz ama usanmıyoruz. Konya’da etli ekmeği güzel yapıyorlar. Yarın buluşak bir değişiklik yapalım. Konya fırın kebabı yiyelim. Marangozlar sanayinin orada bir yer var. Oraya gidelim.
- Murat
- Gidelim valla, yarın haberleşiriz. Bende haftaya dilekçe vereceğim. Önce izine ayrılacağım sonra emekli olmak için dilekçe vereceğim.
- Kayhan
- Anladım! Şu gerginliğin emeklilik kararından, şimdi anladım. Düşünme bu kadar. Hayırlı olur inşallah. Ben 2007 de emekli oldum. Önce memurdum kendin biliyorsun. Sonra kader beni oradan aldı, 1998 yılında şirketlerin başına getirdi. Holding yönettirdi. 2007 de, ise emekli oldum.
- Murat
- Memurluktan ayrılış kararı seni ürkütmedimi, yani ayrılmak kolay olmamıştır. Epey bir hizmetin vardı.
- Kayhan
- Tabi kolay olmadı. Memuriyette on altı yılım geçti. Bir anda gözümüzü kararttık, istifa ettik. Dilekçem çantamda bayağı bir gezdi. İş tamamen ciddiye bindi, şirketler oluştu. Geriye doğru çalışmalarımda alt tabanını oluşturmuştu. Zaman, zaman izin, rapor şekliyle daireden uzaklaşıyordum. Bu şekilde yurt dışına da gittim. Zemin oluştu, bana ortamda cesaret verdi. O zaman daire amirim sağolsun idare etti. Hatta yurt dışına çıkmam gerekiyordu. Hava alanında uçağa binmeden önce İstifa dilekçemi yanımda çalışan elemanla gönderdim. Daireme dilekçe vermeye bile gitmek kısmet olmadı. Daire amirim beni müstafi saymamış. Ayrılmamda sakınca olmadığına dair yazı bile gönderdi. Şef abi, ben her şeyi geç elde ediyorum. Her isteğim sonradan oluyor. Yani Allah’ımdan istiyorum sonrada isteklerimin bazıları oluyor. Benim doğuşum bile annemin kalben duasıyla olmuş.
- Murat
- O nasıl olmuş.
- Kayhan
- Annemin çocuğu olmamış, kaç yıl çocuk hasreti çekmiş anam. Baktı ki çare yok, demiş babama. Bey çocuğumuz olmadı, olmayacakta. Gönül rızamla var evlen. Senin istediğin varsa söyle, yoksa ben araştırayım. İstemeye ben gideyim demiş. Babama analığımı Fatma anamı istemiş. Ondan abim ve kız kardeşim var. abim doğduğunda anam ağabeyimi biraz sevmek istemiş. Tabi sevgi, özlem, çocuk hasreti hepsi bir arada. Fatma anam ağabeyimi anamdan alınca anam odasına gelmiş Allah’ım bana neden çocuk vermedin. Benden esirgedin demiş gözyaşı dökmüş. Allah duasını kabul etmiş, o gün hamile kalmış ben dünyaya gelmişim. Şef abi ben dua ile geldim. Ama geç geldim. Benimde isteklerim geliyor da geç geliyor. Olsun geç gelsin de hayrıyla hasenatıyla gelsin.
- Murat
- Eve yaklaştık sağol yarın inşallah görüşürüz. Şu holding den anlat biraz. Biraz değil anlat, neler yaptın, nelerle karşılaştın, insan ilişkilerinde yaklaşım ticarette nasıl, memurluk arasındaki farklar ne? Bunları anlat. Bakarsın bir gün öyle holding değil de bakkal dükkânı çalıştırırız. Gerçi şimdilerde bakkal oldu kocaman market. Manavını, kasabını, zücaciyesini, kırtasiyesini, hatta manifaturasını daha neler, neler nalburu, hırdavatını içinde barındırıyor.
İstemeden kötü bir gün yaşadım. Gözlükçüde yaşadığım, tesadüf rastlantıyı, unutmaya çalışıyorum. Bu gün Derviş’in evinde kısa özgeçmişini anlatan derviş ve Tekin’in yaşantılarındaki kesitleri özellikle Dervişin yaşamını düşünürsem benim Ayşegül ile yaşantımın kötü sonucunun pek de önemli olmadığını anladım. Anladım da hani acı biber ağızdan acısı geçinceye kadar insanı rahatsız eder ya. Acı geçinceye kadar, ne bileyim su içiliyor, başka bir şeyler yenir ya. Dervişin evine gitmiş olmam bana yaşanan o şok rastlantı, acı biber yiyenin ağzına su gibi veya başka bir şey aldığı gibi geldi. Ama acı devam ettiği sürece rahatsız oluyor insan. Ben ağzı yananların acısını şimdi daha iyi anlıyorum.
- Murat
- Kayhan eve geldik. Şöyle sağ tarafta dur, ben ineyim. Abim çok teşekkür ederim.
- Kayhan
- Şef abi iyi geceler. Yarın görüşürüz. Geç geliyon. Deftere çizik çizerim. Haberin olsun. Hadi iyi geceler.
- Dairede çalışırken, sabah yâda öğle üzeri mesai çizelgesi vardı. Sabah 8.oo de öğle üzeride 13.3o mesai başlardı. Memura 5 dakika geç kalma hakkı tanınırdı. Daha fazla geciken ne kadar geç kaldıysa isminin karşısına kırmızı kalemle yazılırdı. Alışkanlık yapanlar bir yazıyla uyarılırdı. Şimdi Kayhan her gün arkadaşlarla bir araya gelerek günü muhabbetle geçiriyoruz ya! Bu ortama geç geliyorsun diye kırmızı çizikle çizerim diyor. Uyarıyor yarın erken gel demek istedi.
Ertesi günü buluştuk. Bana sözü vardı. Şu memurluktan istifa ettim holding yöneticisi oldum demişti. Anlatmasını istemiştim. Dediğimiz gibi, öğle üzeri marangozlar sanayinde fırın kebabı yapan lokantaya gittik. Konya fırın kebabından yana bayağı mesafe kaydetmiş. Ustalar hakikaten kebap pişirmiyorlar, lezzet pişiriyorlar. Kebaplarımızı söyledik. Yanında ayran, soğan, domates ve fazladan da yağlanmış pide istedik. Ayrıca normal porsiyonu 150 gr olan kebap dan 250 gr. olsun dedik. Bir süre sonra masamıza kebaplarımız geldi. Kebap o kadar lezzetli olmuş ki karnımız doymasına doydu ama gözümüz doymadı. Yanında bolca ayran içtik. Ayranda şişirdi. Aslında şişkinlik iyi oldu. Kebaptan ilave istemedik. Kalktık oğlunun iş yerine gittik. Orada çaylarımızı yudumlarken, şirketlerin başına, yani holding yöneticisi oluşuna değindim. Anlatmasını istedim. Olayı anlattı.
- Kayhan
- Şef abi. Hani dairede bir araya gelirde her ay altın sırası yapardık, kura çekerdik de kurada ilkten son aya kadar kime altının verileceğini yazardık ya. Bu olay ona benzemese de doğuş şekli biraz onu andırıyor. Türkiye’de bankacılık sistemi hızla gelişirken faize duyarlı kesimler alternatif tasarruf yolları arıyordu. Bazı Şirketler bizim altın sırası girişimimizi, hanımların ’altın günü’ modelini otomobil ve ev satın almak isteyenler için uyguluyor. Bazı şirketlerde bankaların müşterilerine verdiği faizin dinen uygun olmadığını, daha öncelerlide denenen bankercilikte halkın zarara uğradığını bunun yolunun bir araya gelerek büyük sermayeler temin ederek, yatırıma dönüşmesini ve bu yatırım neticesi, tarafların kazanmasını savunuyorlardı. Bir havuzda biriken para işletilsin, kazanç elde edilsin, kar hak sahiplerine ya iade edilsin ya da katıldığı sermayesine ilave edilsin görüşü hâkim olmaya başladı. Yurt içinde ve yurt dışında bu hususta çok çalışmalar yapıldı. Özellikle yurt dışında gurbetçilerimiz. İzine geldiklerinde birikimlerine gayrimenkul alıp değerlendiriyorlar, yâda izinde düğün dernek harici paralarını değerlendirmeden heba ediyorlardı. Gayrimenkul gurbetçilerin geldiği aylarda enflasyon yapıyor. Ne arsanın nede evlerin yanına varılmıyor, aşırı pahalılık oluşuyordu. Bunlar arasında istimlâke, uğrayacak yerler dahi gurbetçilere satılıyordu. Gurbetçiler çok değersiz yerlere sırf tasarruf olsun diye pahalıya sahip oluyorlardı. Ayrıca kendileri gelemedikleri yıllarda aldıkları arsaya yâda gayrimenkule ev yapmaları için akrabalarına para gönderiyorlardı. Bu olayda bile istedikleri gibi ev yaptıramadıkları ayrıca paralarının nerelere harcandığını bilemediklerinden yakınıyorlardı.
- Murat
- Hakikaten arsa fiyatları, evlerin kiraları, altın fiyatları el yakıyordu. Mark, Dolar bazında kiralara yanaşılmıyordu. Gurbetçilere biz Almancı diyorduk ya! Onlar izine geldiklerinde valla turşunun fiyatı bile ikiye katlıyordu.
- Kayhan
- O vakitler, yurt dışında Alman yâda, Hollanda’da, Fransa, İsveç Norveç vs yerlerde çalışan işçilerimizi ziyaret ettik. Bunların ortak dertleri yukarıdaki anlatmak istediklerimizin aynısıydı. Fazlası da vardı. Birileri yön vermezse, bir nevi kooperatifleşmezse, ha, yurtta ha, yabancı ülkede parası olup da düzenli bir iş yapamayanlar, hani bir tabir var ya paralarını yastık altında biriktirerek yatırıma dönüştüremeyenler, bankaya paralarını yatırmadıklarından çalınma, kaybetme veya tabiri caizse birisine kaptırma korkusu içinde kalıyorlardı. Döviz ülke parasına dönüştürülse değer kaybediyor, döviz olarak kalması halinde dolarda yâda mark veya başka para birimleri arasında kur farklılığı oluyordu. Bazı yabancı paralar diğerine nazaran daha fazla kazandırıyor, bir an geliyor düşüşe geçiyor kaybettiriyordu. Bir dengesizlik vardı. İşte şirketle bir bakıma bu olayın önüne geçmek istedi. Burada taraflar kazanacaktı. Ülkeye dövizin transfer edilecek, döviz Avrupa bankalarında değil yurda dönecekti. Dövizin bankalardan ziyade yatırımlarda değerlendirilmesi, hem şirket kurucularının, hem de şirkete sermaye taahhüt edenlerin kazancı olacaktı. En önemlisi iş ve işçi istihdam edilecek özelliklede ülkenin ekonomisi çanlılık kazanacaktı.
- Murat
- Eee! Bunları nasıl bir araya getirebildiniz. Bu gurbetçilerle nasıl görüşme sağladınız. Zor olmadımı?
- Kayhan
- Zor oldu tabi. Her ülkede vatandaşlarımız belli yerlerde ara sıra hasret gidermek babından bir raya geldikleri yerler var. Eğlence yerleri, dinlenme yerleri, oluşturdukları dernekler gibi. Buraları orada Türk haklarını koruma cemiyetleri yâda çok eskilerden beri yurt dışında kalıp da iş yeri sahibi olmuş çevresinde tanınmış kişilerden öğrenildi. Olay getirime yani rant ta dönüşünce görüşmeler daha da kolaylaştı. Aracılar oluştu. Önceden haberleşmeler oldu. Oraları bilen tanıyanlar gün belirleyerek toplantı sağlayıp, o gün ve saatte görüşmeler yapıldı. Sistem oluştu, insanlar heyecanlandı. Gurbetçilerin kendilerininde, ülkemizinde kazancı için sevinçleri yüzlerinden okunuyor, bizlerde öncülük yaptığımızdan ötürü mutluluk duyuyorduk.
- Murat
- Paralar yani şirkete sermayeler bu şekilde, bu şartlarda toplandı da sizler orada ne yediniz, ne içtiniz, nerede kaldınız. Bu masrafları kim karşıladı. Özellikle kuruluş aşamasında anladığım kadarıyla düzenli bir muhasebede yapamadınız.
- Kayhan
Evet, önceleri öyle oldu. Ama harcamalar hep yazıldı. Tahsis edilen otellerde kalındığı gibi misafirde edildik. Harcamalar tek, tek muhasebe yapıldı. Aslında para toplamak sorumluluğu vebali olan iş. Yasanın ön gördüğü şartlarda var. Bu şartlara uyduğun zaman sorun yok. Bir anonim veya başka bir şirket kurmak, şirketin sermayesini artırmak amacıyla veya vaadiyle halktan para toplanabilmesi için Sermaye Piyasası Kurulundan izin alınır. Bu iznin esas ve usulleri Sermaye Piyasası Kurulu tarafından düzenlenir. Sermaye Piyasası Kurulu, izinsiz para toplanması girişiminin ve başlanmışsa para toplanmasının tedbiren, hemen durdurulmasını, toplanan paraların koruma altına alınmasını, gerekli diğer önlemlerin uygulanmasını, gereğinde kayyım atanmasını, Ankara Asliye Ticaret mahkemesinden de isteyebilir. Bu hükme aykırı olarak para toplayanlar ve fiilden haberli olan kurumlar ile ilgili şirketin yönetim kurulu üyeleri, yöneticileri ve girişimcileri toplanan paranın derhâl Sermaye Piyasası Kurulunca belirlenen bir mevduat veya katılım bankasına yatırılmasından müteselsilen sorumludurlar. Alınan tedbir veya hacizden itibaren altı ay içinde aynı mahkemede dava açılır.
İznin varlığı hâlinde, toplanan tutarlar, izin tarihinden itibaren altı ay içinde öngörülen amaca uygun olarak kullanılmadığı veya ciddi bir şekilde kullanılmaya başlanılmadığı takdirde hükmü aynen uygulanır.
- Murat
- Paralar toplandı, sermaye oluştu, ortaklar kurulu yani şirketlerin yetkilileri ciddi bir dizi kararlar aldı. Alınan bu kararlar uygulamaya hemen geçtimi, geçmeyenler oldumu.
- Kayhan
- Şirketlerde affedersin tuvalete gitmek istesen dahi karar alınmalı. kaldıkı iş ve uygulama. Bunlar çok önemli meseleler. Kendi başına yâda ortaklar bazında alınan bazı kararlarda hata yapabiliyorsun. Bunun için ekonomi alanında danışmanlara ihtiyaç duyuldu. Bazı şirketler gıdaya ağırlık verirken bazı şirketler, tarıma ağırlık verdi. Bizim bir farkımız olsun istedik.
- İlk yıllarda büyüme kaydettik, dünyaca ünlü marka ayakkabılarının üretiminde kullanılan kauçukları yapan şirketi bünyemize kazandırdık. Ayakkabı fabrikasını faaliyete geçirdik. Kalitede öncülük yapıp yurt dışında mağazalar zinciri oluşturmayı hedefledik. Önemli hedeflerimizin içinde Isıtma soğutma, doğalgaz projelerimiz yanısıra petrol istasyonlar ve Helikopter projemiz mevcuttu. Bunların bazıları özellikle ayakkabı fabrikası hayata geçirildi. Helikopter için çalışmalarımız son aşamaya gelmişti. Uçuş yasal izinler için başvurularımızda olmuştu.
- Murat
- Eee! Neden bu güzel projeler hayata geçmedi. Ne oldu. Ekonomiye katkı sağlayacak çok güzel projeler neden durdu.
- Kayhan
- Yurt dışı seyahatlerim esnasında çok değerli insanlarla tanıştım. Yani iş adamlarıyla tanıştım.
- Tecrübe çok önemli. İranlı bir iş adamıymış. İstanbul’da otelde sohbet ediyorduk. Bana sizinle iş yapalım dedi. Olur dedim ama pekte ciddiye almadım. Adam dilimizi anlaşılır derecede konuşuyor. Bu iş adamıyla ilerleyen hafta içinde telefon görüşmesi yaptık. İş konusunda ziyaret edeceğini söyledi. Müsait bir gün istedi. Avrupa’da iş gezisinde olduğunu, İstanbul’a geldiğinde Konya’ya da uğrayacağına bir ziyaret gerçekleştirmek istediğini söyledi. Kabul ettim, gün verdim ve anılan gün ziyareti gerçekleşti. Kendisini hava alanında karşıladım. Arabaya bindiğimizde benim belimdeki ruhsatlı silahımı görmüş. İş yerinde ise şirket ortaklarımızla bir konuyu tartışırken tartışmamıza şahit olmuş. Bizim haberimiz olmadı. Üç gün misafirimiz oldu. İş yerlerimizi gezdik. Samimi ve güzel bir ortam oluştu. Kendisini üç gün sonra uğurladım. Bize iş yapmayı teklif eden İranlı iş adamı başında bulunduğu şirketlerinin yetkili organlarına benim belimde silah taşımış olmam dâhil ortaklar arasında sinir harbi mevcut diye rapor iletmiş. Sonradan anladık ki o iş adamı, İran’ın devlet işlerini de üstlenen çok önemli biriymiş. Bu ve benzeri işlerde ya acelecilik yaptık, yâda ayağımıza gelen güzel teklifleri geri çevirdik. Geri çevirmemizin nedenleri arasında, olmadık yerde olmayacak iş önerisiyle gelenler oldu. Bu önerilen işlerden bazılarını yapılacak masraf sonrası getirisinin doyurucu olmayacağından gayeye almadık. Ama dinledik, bakalım dedik. Kimsenin maneviyatını kırmadık. Lakin işin ileriki boyutlarının ne olacağını hiç düşünmedik. Danışmanlar ya kararımıza eyvallah dediler, yâda danışmanların bazen ikazlarını ciddiye almadık. Dedim ya birincisi, çekirdekten yetişme önemli. Yani tecrübe… İkincisi halkın arasında bir panik oluştu. Paraların yendiği, söylentisi yayıldı. Ülke genelinde bu panik tabanda halkın parasıyla faaliyet gösteren bütün şirketleri vurdu. Sarsıntımız ciddi boyutlara ulaştı. Paralarını isteyenler oldu, sermayenin büyük bir bölümü yatırımda kullanıldığından, paralarını isteyen hissedarlara anında ödeme yapamadık. Kendimizi anlatamadık, yâda izahta yetersiz kaldık.
Murat
- O kadar proje ve o kadar önemli yatırımlar, bir anda yok. Sanki bir rüya. Rüya demeyim de bir hayal. Hayal kurarsında biri seni çağırır kurduğun hayal o an sona erer. Bir daha dönemezde.
- Kayhan
- Evet. Barajın suyu çekilince yağmurun beklendiği gibi. Yerden su kaynamaz, dağdan derelerle baraja su akmazsa baraj ne kendisine nede beklentilere de cevap verir.
- Murat
- Evet ya. Haklısın.
- Kayhan
- Dolaşalım derim ne dersin. Konya’yı turlayalım. Seninle bir yere gidelim. Dere’ye Meram Dere’ye
Kayhan’ı dinledikçe içinde kopan fırtınaları hissediyorum. İçi yanıyor. Yanar dağ gibi. Yanıyor da köz, köz olmuş yüreğini dindiremiyor. Holdingdeki günlerin anlatırken, arada bir durgunlaşıyor, bazen de o günlerdeki, başkan olduğu günlerdeki havasına bürünüyor.
Güzel bir manzara resmi yapmaya başlayan ressam gibi, holdingciliğine yeniden başlamak istiyor. Bu defa hayal ettiği hedeflerine ulaşmak, ressam edasında renklerini iyi seçmeye, boyalarını yerli yerine kullanıp, fırçalarını güzel atıp, boyasının taşmasına fırsat vermemeye özen göstermeye çalışıyor. Sonra tekrar imkânların oluşmasının zor olduğunu imkânların tekrar ele geçmeyeceğini hissediyor ve kendisine geldiği an içini çekiyor. O zaman hadi diyor. Dolaşalım, şöyle gölgelikli, yeşillikli yerlere, kar suyu akan yerlere gidelim diyor. Hem orada su doldururuz, yüzümüzü yıkar serinleriz diyor. Sıkıntısını yâda sıkıntılarını bildirmek istemez gibi. Hatıralarını Sinesine gömülemeye çalışıyor.
İş dünyasında iş adamları içinde, işini, iş yerini, edindiği mal ve mülklerini kaybedenler oluyor. Bunlardan bazıları, edindikleri karlı kazancın sarhoşluğuna dalıp, daha fazla, daha, daha fazla kazanma hırsına kapılıyor. Kendi aralarında bir gurup oluşturup, ne olduğunu yâda nasıl olacağını düşünmeden şirketler kurup renkli bir hayatın içine giriyorlar. Hiçbir eğitim almadan şirketleşiyorlar. Şirketin kurallarını kulaktan duyma ile uygulamaya koyuluyorlar. Çok kazanacaklarını sanıp bir süre sonra. Düştükleri duruma inanmak dahi istemiyorlar. Kazanmak kaybetmek, karşılaşmak, beklemek, sabretmek kavuşmak, nihayetinde ya üzüntü yâda sevinç başka bir şey olmasa gerek. Yıllar öncesi önemsiz gibi görünüp kaybettiğini düşüncelerde büyüterek aranır hale getirmekte belki umutsuzluk ama gerçek olursa kazanmak, kavuşmak değimli? Zaman içinde benzer olayları hepimiz yaşamadık mı?
Lise tahsili bitmiş. Konya eğitim enstitüsünün Türkçe bölümüne kayıt olmuştum, fakat okula gitmekte gitmemekte benim elimde değildi. Yani okul bir grubun elinde o gruba dâhil olsak, başka bir grup peşimizde. Üstelikte ev sorunu en büyük sıkıntımız. Bekâra hele erkek öğrenciye ev tutmak mümkün değil. Liseden arkadaşımla birlikte Garaj yakınında bir otele yerleştim. Kadınlar pazarı adıyla anılan mevkide Meydan otelinde kalıyordum. Birkaç Belediye otobüsü kadınlar pazarından okulumuz tarafına hem de okulun önünden geçiyor. Ulaşımda sıkıntı yoktu ama otelde devamlı kalma, sabah, öğle, akşam yemek bütçeyi sarsıyordu. Yurtta kalmak başlı başına sorundu. Okulda öğrencimiyiz, öğrenci değilmiyiz belli bile değildi. Okula gidiyorduk fakat dersler çoğunlukla boş geçiyordu.
Hafta ortasında bir gün ben okula gitmedim oteldeydim. O gün otel civarında ve okula yakın ulaşım sorunu olmayan semtlerde eve baktım. Yoruldum otele döndüm. Otelin bir sandalye sığacak kadar ince uzun balkonunda oturuyordum. Arkadaşım Yakup geldi. Perişan haldeydi. Hemen aşağıya indim karşıladım. Yakup hiç iyi Değildi. Ayakkabısının birisi yok, gömleği yırtılmış ve gömleğinin sağlam yerlerinde de kan lekeleri vardı. Dudağı patlamış, pantolonunun cepleri yırtılmıştı. Otel girişinde çeşmede elini yüzünü yıkadık. Dudağının durumu pansuman gerekiyordu. Karşıdaki Büyük Eczaneye götürdüm. Yaralı yerlerine pansuman yapıldı. Sonra otel odamıza geldik. Bana olayı anlattı. Konya’nın yeni Meram yolu üzerinde üstten trenin geçtiği bir alt geçit var. İşte tam oradan okul dönüşünde bir grup saldırısına uğramış. Siyasi görüşü sorulmuş. Yakup arkadaşım bir görüşüm yok demesine rağmen girişmişler. Arkadaşıma bu durumdan endişeliyim dedim. Bu ortamı hemen her gün yaşıyoruz, biz okumayamı geldik, yoksa siyasete alet olmaya mı geldik dedim. Sonra eve baktığımı, ev bulamadığımı, bulsak da kendimize gelene dek çok dayak yiyeceğiz dedim. Burada okulu ve okumayı noktalıyorum. Garaj hemen 500 metre ileride benimle geliyor musun okula devam mı dedim. Bu durumu bende sana söyleyecektim. Senin fikrine katılıyorum, memlekete dönelim dedi. Memlekete dönüş hazırlıklarına başladık. Otel kadınlar pazarının bulunduğu yerin hemen yanındaydı. Arka duvarı kadınlar pazarına bitişikti. Pazaryerinde peynir, zeytin, tereyağı, yoğurt, gibi ürün satışları yanı sıra her türlü sebze ve meyveler satılıyordu. Eskiden buraya Nene Hatun pazarı denirmiş. Nene Hatun pazarı, yani kadınlar pazarı eskiden geleneksel bir pazarmış. Bir nevi bedestenmiş. Üretici hanımlar sebzelerini meyvelerini getirirler, taş tezgâhların üzerinde satışa arz ederlermiş. Bedestenin kurallarına göre davranır, sebze ve meyveyi tartmazlarmış. Sabah erkenden gelirler birer kilogram (eskiden birer okka) birer kilogram tartarak öbek, öbek önlerine koyup, genellikle alıcısı da hanım olanlara pazarda satarlarmış. Alıcı beğendiği öbeklerden birisini alırmış. Öğle üzeri olunca bahçesinden getirdikleri mallar ister satılsın ister satılmasın toplanıp, üzeri örtülüp, Ertesi sabah tekrar satışa sunulurmuş. Şimdi de Pazaryerinde kadın satıcılar var ama genelde dükkân ve yine o taş masadan oluşan tezgâhlarda ticaretle uğraşanlar satış yapmakta. Buranın bir diğer özelliği de peynir, zeytin, turşu, sebze ve benzeri ürünlerinin satıldığı ve oluşturduğu değişik ama hoş bir kokunun olması. Kadınlar pazarının, kadınlar pazarı olmasını anımsatan bu koku olsa gerek. Burasını bilen kokusunu duyar duymaz kadınlar pazarına geldik derler. Bu tarihi oluşumun içinde bulunan otelden ayrılmanın burukluluğu varken isteksiz olarak gittiğimiz okuldan ayrılma kararımızın verdiği burukluk içinde otelden ayrıldık. Garaj yakın olunca uzunca düşünme, belki düşünürken cayma gibi bir ortama giremeden otobüse bindik. Dönüş öyle mutlu, sevinçli bir dönüş olmadı. Yakup’la Karapınar’ a kadar konuşmadık. Otobüs Karapınar’da mola verdiğinde ben Yakup’a Karapınar’ın o meşhur ayranından içermisin teklifinde bulundum. Suskunluğumuz bu şekilde bozulmuş oldu.
Günler huzursuzluk içinde geçiyor. Gelecek yılların nasıl olacağı tahsile devam edip edemeyeceğim düşüncesi ve her şeyden önemlisi bir işimin, mesleğimin olup olmayacağı düşüncesi içindeydim. Okulu bıraktım ama dönebilirdim. Lakin okula dönmek içimden gelmiyordu. Aklım karma karışıktı. Birde bunlar arasında büyüdükçe büyüyen o soğuk yağmurlu gündeki uğruna yok yere ıslandığım bayan vardı. İster istemez o bayanı düşünüyordum. Düşünmüyor gibi bir haldeydim ama aklımdan çıkmıyordu. Yaşamımın arasındaydı. Acaba nerelerde diyor merak ediyordum. Bir daha görme imkânım olacak mı, şayet karşılaşırsak kendimi tanıtıp konuşmak istesem konuşmayı kabul eder mi, o günkü olayı ve yaşadıklarını sorsam bana anlatır mı, benim yaşadıklarımı anlatmak istesem beni dinler mi. Hadi dinledi komik gelip, güler mi? Diyordum.
Hemen her gün Yakup’la bir araya geliyoruz. İkimizde mutsuzluk, huzursuzluk içinde kıvranıyoruz. Elimize, tutmak istediğimiz dalların yerine yaprakları geçince umudumuz kırılıyor geleceğe umutsuz bakıyoruz. Bu yüzden içimiz acı içinde. Acı içimizi burkuyor. Karın ağrısını andıran ağrının aynısı yüreğimizi yakıyor. Aşk acısı gibi bizi yakıyor, kavuruyor. Yakupların, Hafız Ömer Şinasi Şaban Bilgin amcanın dükkânının yanında. Bakkal dükkânları var. Büyüklükleri Standard aynı büyüklükte yapılmış dükkânlardan 26 numarada benim amcamın da dükkânı var. Ben amcamın yanına geliyorum. Amcam sebze meyve işleriyle uğraşıyor. Ama asıl iş yeri sebze halinde olduğundan Pazaryerindeki iş yeri boş depo şeklinde kullanılıyor. Yakup’la buluştuğumuzda genelde sohbetlerimiz lise hayatı ve Konya’da kısa gecen yüksek okul hayatı. Daha doğrusu başarısızlıkla dolu olan okul hayatı.
Ortalıkta bazen bir şeker kıtlığı bazense çay kıtlığı oluyor. Bu günlerde çay şekeri yok. Bakkallarda bulunmuyor. Pazaryerinin ortasında çay ocağından çay söyledik. Garson çay var ama şeker yok beklerseniz şeker geldiğinde getireyim dedi. Yakup bizde şeker var hele çay getir dedi. Hakikaten beyaz bez torba içinde şeker var. Neden satmadığını merak ettim sordum.
- Murat
- Piyasada şeker yok satsana.
Yakup
- Ya öyle değil, bendeki şeker Konya şekeri. Küp şeker veya toz şeker değil. Konya’nın şekeri. Dört köşe uzun kesimli. Gırtlamalık şeker. Benim sattığım bu şekerlerin müşterileri farklı. Çay bardağına atılmaz. Zor erir. Çay içinde eriyinceye kadar çay sıcaklığını kaybeder.
- Murat
- Biz nasıl atacağız
- Yakup
- Kıracağız
- Murat
- Nasıl yani
- Yakup
- Kilo ile kırıp bardaklara atarız, yâda simit veya sıkma gibi ısırırız.
- Murat
- Hiç güleceğim yoktu
- Yakup
- Bir değişiklik olur. Birazda gülelim. Hep yüzümüz asık mı olacak. İçimiz karardı.
- Murat
- Hadi bakalım çaylar geldi, ver şekeri. Şu bizim simit şekeri
-
Gelen çay içine şekerlerden küçük bir parça kırdık attık. Her ihtimale karşı birer çay daha söyledik. Hakikaten çay içinde şeker zor eridi. Hatta erimedi de diyebilirim. Bu sefer Erzurumlular gibi, ısırıp şekersiz çaydan yudumladık. Önce biraz acemilik çektik sonra Erzurumlular gibi, dadaşlar gibi olmasa da benzer şekilde çayları içtik. Gırtlama çay içimi şeklinde. Hem çayı içiyoruz hem de halimize katıla, katıla gülüyorduk. Bu arada lise müdürümüz kapıda belirdi. Tabi Yakup’la beni gırtlama çay içişimize gülerken kapıda belirdi. Yanında hep beraber gezdiği müdür yardımcısıyla birlikte. Katıla, katıla niye gülüyorsunuz. Söyleyin de bizde gülelim dedi.
Lise müdürümüz bizler talebe iken haylazlığımıza tahammül edemez, sizi bir mezun edersem liseyi muma çevireceğim derdi. O an aklıma geldi. Sormak istedim. Hocam dedim ama gülmeye kendimizi öyle kaptırmışız ki gülmekten söyleyeceğimi toparlayıp söyleyemedim. Birkaç saniye sonra gülme krizi dindi ve tekrar sordum.
Murat
- Hocam; Hatırlarsanız sizi mezun edince liseyi muma çevireceğim demiştiniz. Muma çevirdiniz mi?
- Hoca
- Evlatlar. Hatırlamaz mıyım? Hatırladım tabi Sizler yaramazlık yapıyordunuz, teneffüs de sınıfı toz duman ediyordunuz. Şimdiki öğrenciler pantolonlarının paçasında zincirle, ceplerinde sustalı bıçakla geliyorlar. Kavga ediyorlar. Bir birlerine giriyorlar. Sizler yaramazlık yapıyordunuz fakat bir birinize zarar vermiyordunuz. Hep gülüyordunuz. yaramazlık yaptığınız o güzel günleri arar olduk. O zamanki gibi bir araya gelmişsiniz halen gülüyorsunuz. Böyle gülmeye devam edin.
Duygulandık, hocamızda duygulandı. İki daha çay demiştik söylediğimiz çaylarda geldi. Hocalarımıza ikram ettik. Hocamız neye güldüğümüzü sormuştunuz ya. Çayların içine şekeri atmayıp, simit gibi yediğimize gülüyorduk dedik. Bizde mi aynısını yapacağız dedi. Evet dedik hep birlikte güldük. Hocam çaydan sonra alış veriş yaptı. Flitseli sigaradan istedi. Filtreli sigaralar yeni, yeni piyasalarda satılıyor 5 paket de filtreli Maltepe sigarası aldı. Flitseli sigara, diğer sigaralara nazaran biraz pahalı.
Hocama sordum.
- Murat
- Hocam sigarayı siz mi içiyorsunuz
- Hoca
- Bir tebessümle ben içiyorum, sakıncalımı köftehor
- Murat
- Yok! Hocam sığara sağlığa zararlıda ondan sordum. Bizlere de kızıyordunuz. Teneffüslerde yanınızda hademe elinde su dulu kova ile sınıflara kontrole geliyordunuz. Elinizi kovada ıslatıp, sonra ceplerimize sokup sığara külü yapışanı ayırıyordunuz. Sınıf başkanına numaralarını yazdırıp yanınıza alıp, odanızın kapısının önüne gitmelerin beklemelerini istiyordunuz da ondan.
- Hoca
- Evet, çocuklar. Bir öğretmen olarak maarifin emrettiği ders kitaplarının öğretilmesi dışında, ailelerinden bize emanet çocuklarımızı zararlı olan alışkanlılıklardan uzak tutmamız da bizim görevimiz. Her öğretmenin görevi, sizlere yararlı olanları öğretmek, zararlı olanlardan uzak tutmak, ailenizden ve çevrenizden görmüş olduğunuz okul dışı eğitiminizin zararlılarından arındırmaktır. Burada söyleyeyim. Ben sigarayı içiyorum. Zararını da görüyorum. Bir söz var. Dediğimi tut ama yaptığımı yapma. Tamamı köftehor.
- Murat
- Espriydi hocam; sizi ve örnek davranışınızı her daim hatırlayacağız ve uygulayacağız.
- Hoca
- Hadi hoşça kalın. Hayat size başarı versin. Şansınız bol olsun.
-
-
Hocamız, okul müdürümüz gitti. Yakup’la baş başa kaldık. Onunla da muhabbetimiz pek düzenli de olmuyor. Tam sohbete başlıyoruz bir müşteri geliyor, sohbet kesiliyor, kopukluk oluyor. Biraz oturdum bende ayrıldım.
Bütün güzellik çevreyle oluyormuş. Bunu önceleri fark etmiyordum. Arkadaş gurubu dağılınca kendime anlaşacağım kafa dengi arkadaş bulmakta zorlandım. Çevre tanıdık lakin farklı düşünce içindeler. Herkes yaptığı iş ile ilgili şahıslarla buluşup sohbet ediyor. Evlenen arkadaşlarımız oldu. Çevre köylerden veya ilçelerden gelenlerde memleketlerine döndü. Tabi yüksek okula gitmeyenler. Baba mesleğiyle veya çiftçilikle uğraşmaya başladı. Askerde olan arkadaşlarımız var. Kısacası bir araya gelemeyecek şekilde dağıldık. Öğretmenlerimiz söylerdi. Lise hayatı bitince büyüyeceksiniz, hayatınız değişecek, renklenecek, ağırbaşlı az konuşan çok düşünen olacaksınız. Hayattan ciddi anlamda beklentileriniz olacak. Hayatında sizden beklentileri olacak derlerdi. Çok doğru söylerlermiş. Şimdi daha iyi anlar olduk. Hayat tatlı olduğu kadarda acı, soğuk ve esintili. Bir yerlerden esinti var da yönü belli değil.
Yakup akşamları pek dışarıya çıkmaz. Hemen, hemen çıkmaz diyebilirim. Sorarım da akşamları ne yaparsın diye, pek yaptığı bir şeyin olmadığını söyler. İşte yemekten sonrası namazı kılarım, radyodan haberi dinlerim, biraz oyalanır, yatarım der. Öyle kahvehaneye gidip arkadaşlarla buluşup vakit geçirme huyum yok, hoş olsa da zevk almıyorum sigara dumanı ve kalabalığın verdiği nefes kirliliği hoşuma gitmiyor der. Haklıda sayılır. Bütün kahvehaneler tıklım, tıklım doluyor. Dediği gibi her masada sigara içildiğinden dumanından adeta göz gözü görmez oluyor. Ramazan aylarında tombala oyunu oynatan kahvehanelerde hava kirliliği daha fazla oluyor. Hele kış günleri daha da çekilmez hal alıyor. Kapı üzerinde bulunan vantilatör içerinin havasını temizlemek için sürekli çalışsa da oluşan sirkülasyon kısmen fayda veriyor.
Bir keresinde ramazan ayı sömestri tatiline rast gelmişti. Sömestri tatili şubat ayının ilk gününde başlar 15 inde son bulurdu. O yıl ramazan bayramı da sömestri tatiline ilave olunca sürede uzamıştı. Hava ikindi den sonra gündüze rağmen daha fazla soğuyor, gündüz kısmen eriyen karlar tekrar donuyor, yerler buzlanıyordu. Zaten okul tatile girmeden bir hafta öncesinde kar yağışı aralıksız devam etmişti. Takriben bir metreyi bulan kar yağışı yerini buzlanmalara bırakmıştı. Buna rağmen ramazan ayının vermiş olduğu o muhteşem güzellik soğuk havanın soğukluğunu kırıyordu. Pazaryerleri çeşit, çeşit sebzelerle, meyvelerle süslenmiş gibiydi. O lahanalarla, kavanozda sarmalık yapraklar, marullar, kırmızıturplar, acımtırak karaturplar, yeşil soğanlar, tereler, maydanozlar, sarı, sarı limonlar, portakallar, mandalina ve greyfurtlar çeşit, çeşit elma ve meyveler pazaryerini, pazarcıların tablaları süslüyordu. Bakkalların vitrinleri bambaşkaydı, kasapların iştahı yerinde, hele fırınların önü pide kuyruğundaydı. O sıcak susamlı pideler mis gibi kokuyor, aç karnına kokusu uzaklardan hissediliyordu. Kıymalı pideler, toprak tencerelerde ekmek fırınında pişirilmiş tavuklar, etler, güveçler, çanaklar, öyle güzel kokuyordu ki adeta lokanta gibiydi ortalık. Ya tahinli pideler, işte o muhteşem tahinli pidelerin tel, tel görünümü bir harikaydı. Akşam teravi sonrası, sinemaya gidenler dışında kimi gençler ve orta yaşlılar kahvehaneye gider, ilk demlenmiş çaylardan içerek orucun verdiği keyfin tadına varmaya çalışırlar da tabiî ki, tombala oyunu için hazırlık yaparlardı. Birazdan sigara dumanlarıyla havasız kalacak ortamın havasızlığı umurlarında olmadan bir bakıma kendilerince eğlenirlerdi. Divan şairimiz Nedim’in ‘’Meyhane mukassi görünür taşradan amma, bir başka ferah başka letafet var içinde’’ şiirinde dediği gibi, dışarıda görüntü eğlenme gibi görünse de, içeride, eğlence yanında, kirli hava ve tehlikeye giren sağlık düşünülmez gibiydi. Arkadaşımın Yakubun da böyle ortamda bulunmak istememesi doğaldı, doğruydu. Lakin yalnızlık ve bazı bir şeyleri biriyle paylaşmaması da, arkadaş ortamında bulunmaması da doğru değildi.
• Her sabah kalktığımızda karşımıza ilk çıkan kim olursa ona günaydın der ve günümüzün aydın olmasını dileriz ya, öyle aydınlıklı olduğu bir gündü. Hem de ne aydınlıklı bir gün. Evde erken kahvaltı yapanlardan birisiyken o gün geç kalkmıştım. Kahvaltıyada geciktim. Güneş biraz daha yükselmiş, balkonun tamamı kendisini gölgeye bırakmıştı. Hafifte esinti olunca mis gibi bir hava. Yaz günlerinde kahvaltıyı genelde balkonda yaparız. Balkon betonarme değil tahtadan ama genişçe. Cephesi doğrudan sokağı görür. Sol tarafında dedemin diktiği söğüt ağacı var ve iki katlı evimizin damını boyladı. Söğüt her ne kadar balkon önünü kapatsa da geleni, geçeni görmeye pek engel değil. Eşik dediğimiz salon giriş kapısından sola doğru hasır yastıklar ve minderlerle döşeli balkonumuz gün boyu oturmaya müsait. Hayatımız öyle lüks değil, doğal. Yemeklerimizi, kahvaltılarımızı, masada değil de önümüze serilen sofra üzerine konan az yüksekçe tahta siniler üzerinde yaparız. Güzel bir gün olan bugün tam anlamıyla uykumu almış olarak kalkmanın da verdiği huzur içinde balkondaki kaba mindere oturdum. Her taraf deyimi yerinde şıkır, şıkır. Sokaktan gecen tek atlı arabaların, körüklerin tekerlek sesleriyle atların nal sesleri, dallara konan kuşların sesleri, hele kiremitli yüksek damlarda çör çöpten yaptıkları yuvalarında leyleklerin gagalarıyla çıkardıkları sesler bir harika. Babaannemin yaptığı mercimek çorbası üzerinde eritilmiş tereyağı, azda karabiberiyle, hele, hele mayalı dediğimiz pamuk gibi ekmek aliyyülâlâ. Çorbayı lüplete, lüplete içiyor iken avlu kapısının tokmağı birkaç kez vuruldu. Amcamın oğlu kapıya yakındı gitti açtı. Açılan kapıda bir genç kız göründü ki o kızın siması yabancı gelmedi.
Birkaç yıl evveldi. Daha o zamanlar ortaokul öğrencisiydim. Bir öğleden sonra olacak ki hummalı bir şekilde dersime çalışıyordum. O gün Türkçe dersimizde görmek ve bakmak konulu ders işlenmişti. Türkçe öğretmenimiz, konu üzerinde ne kadar çok durursa muhakkak ki o konudan birden fazla soru çıkacağı anlamındaydı. O gün öğretmenimizin görmek ve bakmak konusunu üst üste iki dersi harcamasının da işlenen konunun önemini bir bakıma açıklıyordu. Bu demekti ki konu sindirile, sindirile öğrenilmeliydi. Yakında yazılı sınavı da yapılacağından sıcağı sıcağına derste hocanın anlattığını, deftere aldığım ders notlarını iyiden iyiye hafızama kazımalıydım. Bağdaş kurulmuş şekilde, minder üzerinde oturarak önümde mum tahtası, bir adı da rahle denilen taburenin üzerinde kitabımı okuyordum, ama sık sıkta uyuşan ayaklarımı uzatıyor topluyordum. öyle masa sandalye gibi özel çalışma aleti ve çalışma odamızda yoktu. O zamanlar betonarme evlerden, apartmanlardan ziyade evlerin çoğunluğu kerpiçten yapılı takriben 25- 30 yıl önceleri ve daha eski yıllarda yapılmış evlerdi. Bu tip evlerin geneli bir avlu içinde, orta yerde çıkrıklı su kuyusu, uzakta bir yerde gene kerpiçten yapılı WC, bir başka yerde ise ekmeklik olurdu. Bizim evimizde böyle bir tarzla yapılmış kuyusu olmayan bir avlu içinde, iki adet tek katlı, bir bodrum üstünde ve birde kiler üstü iki katlı görünümlü evlerimiz kerpiç ve üzeri 20 santimetre aralıklı döşenmiş, ağaçların üzeri hasır ve onun üzeride kamış döşeli daha üstüde toprakla kapatılmış, iki odalı birde aralıktan ibaret evlerdi. Dedem çok önceleri yani ben 3 yaşlarımda iken vefat etmiş, babaannem küçük kızı halamla beraber kalıyordu. Biz torunlarda yanında kalıyorduk. Babamın oturduğu ev ve amcamın evi de aynı havlu içinde olunca sabah kahvaltı dâhil bütün yemekler babaannemim evinde pişiyor ve yeniyor, çaylar, meyveler gene onun yanında yeniyor içiliyordu. Hatta misafirler dahi orada ağırlanıyordu. Huzurlu bir aile ortamımız vardı. Odalarımız gayet sade döşemeliydi. Tabanı tahta döşeli, dip tarafı gene tahtadan yapılmış, bir metre kadar genişliğinde, iki duvar arası sedir ve pencere yanlarında oyma işlemeli dolapları, giriş kapısının yan tarafından duvara kadar bölümünde ise yatak, yorgan ve yastıkların konduğu yüklük vardı. Pencerenin hemen önünde mum tahtası dediğimiz dikdörtgen tarzda rahle bulunurdu, babaannem bu rahle üzerinde kuran okurdu, ondan öncede dedem okurmuş. Boşta kaldığı sürece de ben üzerinde derse çalışırdım. Aralık sonrasındaki odada aynı tarzda yapılıydı ve gün içinde babaannemin misafirleri orada ağırlardı. Mahallemizde çok sevilen ve yeğeniyle birlikte yaşayan Ayşanaba teyze vardı ki, babaannemi sıkça ziyaret edenlerdendi. O gün dersime çalıştığımda da gene o teyze babaannemin yanındaydı.
Avlu kapısı açıldı ve avluya girenler oldu. Avlu kapımızın açılışı duyulurdu. Birilerinin geldiği belli olurdu. Hani ne yaparsan yap, hatta namazda dahi olsan kim geldi ki diye meraklanır ya insan işte bende meraklandım, pencereden baktım. Ben yaşlarda veya bir iki yaş daha fazlası bir kız çocuğu, yanında da ellili yaşlarda bir kadın. Kızdan ziyade kadın dikkatimi çekti. Zarif, zayıfça, güleç yüzlü, ufak tefek. Hırkası omzunda, saçları örgülü, elinde kulpu tahta işlemeli, ip örgülü çantası vardı. Ayakkabısı sivri uçlu ince ökçeliydi. Babamların oturduğu eve doğru yöneldiler. Babaanneme seslendim. Bir teyze yanında bir kız geldi, babamlara doğru yöneldiler dedim. Babaannem pencereden baktı ve ünledi. Asiye Hanım bu tarafa dedi. Bana da kapıyı açmamı söyledi. Gelenleri ben ilk defa görmüştüm. Belki önceden de gelmişlerdir de ben farkında değildim yani bilmiyordum. Babaannemin oturduğu tarafa buyur ettim. İçeriye girdiler, karşılıklı hoş geldinler, nasılsınlar söylendikten sonra oturdular. Kız halamı sordu. O zamanlarda bayan hazır giyim elbise satışları pek olmadığından, olsa da fazla rağbet görmediğinden, bayan elbiseleri, bayan terzileri tarafından dikiliyordu. Halamda bayan terzisi kursunu yeni bitirmişti. Herhalde iyi bir dikişi vardı ki elbise diktirmeye gelenler oluyordu. O an neredeydi bilmiyorum evde yoktu. İlgimi çekmeyen olay olunca yanlarında durmadım, odama geçtim, dersime yöneldim. Lakin kızın konuşması odama duyuluyordu. Kız hafif esmerdi, saç uzunluğu omuzlarına kadardı. Yani küt kesilmiş ortadan da yanlara ayrılmış, annesi gibi ufak tefek güleç yüzlüydü. Dikkatimi çeken diğer bir husus ise kızın ses tonuydu, yani hafif kalıncaydı. Öyle ince değildi. Ama hoş bir ses tonu vardı. Konuşmalar bayağı bir derinleşti. Hani laf lafı açar derler ya öyle gibi oldu. Halam yakın bir yerde olacaktı ki hemen kalkıp gitmediler de, yani beklediler. Bir süre sonra halamın da ortama iltihak etmesiyle ortam ve sohbet bayağı koyulaştı. Bu arada bende ufak, ufak bir his, bir düşünce uyandı. Yani şöyle hoşlanma gibi, gönlümde bir kıvılcımın çakması gibi, tuhaf bir duygu gibi bir şey oluşmaya başladı. Dersimin, çalıştığım konunun arasına kıvılcım girdi ve beni meşgul etmeye başladı. Arada bir silkeleniyorum, toparlanıyorum ama az bir zaman sonra elimde olmadan kendiliğinden aklım dersten kayıyordu. Hiç alakası olmayan düşünceye dalıyordum. Dahası bir isteklerinin olup olmadığını sormak için babaannemin odasına gitmeye başladım. Kafam dağıldı, ettim edemedim, biraz mahallemizde top oynadığımız yere gittim. Burası ileriki yıllarda bizim evlerde dâhil tamamı çift yönlü cadde oldu. Boş olan bu arsanın sahibi Topal Talat adında birisiydi ve arsa çok geniş büyükçe bir yerdi. Mahalle arkadaşların hemen hepsi oradalar ve kimisi top oynuyor, kimisi ip atlıyor, çizgi oynayanlar, çelik çomak oynayanlar, hatta çok yörede misket olarak bilinen ve bizim yörede de bilye olarak bilinen oyunları oynuyorlardı. Bir köşeye çekildim, yıkık bir duvar üstüne oturdum.
Üç beş yıl geçmişti ki biraz daha serpilmiş, güzelleşmiş, üzerinde o zamanlarda moda olan kayık yakalı boydan puanlı elbise içinde, önden arkaya doğru taralı siyah saçlı güzel bir kız avlu kapısında görünmüştü. Ardından da, ta ders yaptığım yıllarda ellili yaşlarda dediğim kadının görünmesiyle tanıdım kimin geldiğini. Değişmeyen ses tonuyla, güleç tavırlı yüzüyle, gideceği yönü iyi bilircesine, babaannemin oturduğu ev doğru yöneldi. Ben balkonda ellerim balkon korkuluğuna dayalı vaziyette sadece bakındım. Kızda dikkatimi çeken, sol elindeki gök mavisi renkli, kumaş üzerinde puanlı şemsiyeydi. Tabi epey bir zaman öncesi yağmurlu bir havada ıslanmama sebep olan kız aklıma geldi. Acaba dedim. Olabilir mi? Çünkü yağmurlu bir anda ancak gördüklerimi hafızam o kadar canlandırıyor. Buna şemsiye dâhildi. Bariz hatırladığım şemsiye. O da kesin değil, herkeste olabilir diye düşündüm. O zamanlar sesini duymadım ki hafızam çağırım yapsın. Aramızda cadde uzaklığı ve yağmurun da dikkatli görüşü engellemesi kızın sağa sola dönmesi de yüz hatlarında belirgin özellikleri dikkatime celp ettirmemişti. Evet, o zamanda elbisesi boydandı ama üzerindeki elbise o değildi. Aynı elbise olsa bilirdim. Ayakkabısı çorabı dahi işaret vermiyordu. En iyisi sormak olacak lakin oda yakışık almazdı. Hem nasıl soracaktım ki. Babaannemin aklına kurt düşer daha sonra soru yağmuruna tutardı. Hele, hele halam, onun gözünden hiç bir şey kaçmazdı. En iyisi mi zamana bırakmaktı. Hatta yanlarına dahi gitmedim. Sofrada mercimek çorbam biraz soğumuştu ama olsun yerime oturdum kalan çorbamı bitirdim. Arkasından iki üç bardak çay içtim. Çay dedim de, çaylar o zamanlar şimdiki gibi yarım kiloluk değişik ambalajlarda değil de tekel yazılı yüz gram ağırlığında sarı renkli kutular içinde satılırdı. Çaydanlıklar ise mavi boyadı çinko olanları en makbulüydü ve piyasada alüminyum çaydanlıklar yeni, yeni bulunuyordu. Piknik tüpler de öyle hemen her evde yoktu, yerine öteden beri kullanılan gazocakları vardı. Daha önceleri evlerin önlerinde çamurdan yapılan toprak ocaklar vardı. Benim çocukluğumda da halen avlu içinde o ocaklar kullanılırdı. Çamurdan toprak ocakların, büyükçe olanları, biraz daha küçük, daha da küçük olanları olurdu. Ocaklar sıra dâhilinde boy boydu. Üzerinde pişirilecek yâda kaynatılacak her neyse ona göre uyarlanmış tarzdaydı. Pek odun kullanılmazdı da saman, gazel ya da tezek yakılırdı. Küçük olanında çay, biraz daha büyüğünde yemekler pişerdi. Bu toprak ocaklar o devrin en çok kullanılan taşınmaz gereçlerindendi. Hatta bazı evlerin salonunda (hayat, ya da mabeyn) denilen yerlerine de tuğladan biraz daha tertiplisi olan ocaklar yapılırdı, yemekler bu ocak başı’nda pişirilirdi. Kışın bu ocaklarda da odun, gazel, saman, ya da tezekten ibaret yakıtlar yandığı gibi, Sobalarda da bu yakıtlar yakılırdı. Yemekler ve çaylar bunlar aracılığıyla pişerdi. Artık durum değişmiş, kolaylıklar gelmişti. Daha az zahmetle gazocağı ile her bir şey yapılabiliyordu. Ocaklara göre gazocağı hem temiz hem pratikti. Pompalı gazocağı yakmanın da ayrı bir keyfi vardı. Sesi bile mutlu ederdi, farklılıktı, yenilikti. Pompalı olan bu gaz ocağı’nın üst kısmında ispirto haznesi vardı. Buraya bir miktar ispirto döktükten sonra ispirto yakılır ve gazocağı başı ısınınca, içi gaz dolu deposuna uyarlı mevcut pompa ile de pompalanırdı. Bu sırada tutuşma zamanı oluşurdu ve çok ses çıkarırdı neredeyse bu sesi evin dışından da duymak mümkündü. Sesi duyanlar şakada olsa ne pişiriyorsun komşu, çaysa geliyorum der kaynaşmaya ortam hazırlanırdı. Bir bakıma gazocağı, sohbet, paylaşım, muhabbet ve mutluluk demekti. Ateşi şiddetli idi. Üstüne konulan suyu soba ile kıyas edilmeyecek kadar süratle kaynatırdı. Zaman, zaman gaz haznesinde tıkanmalar yaşanırdı. Bu durumda yakmak pek güç olurdu. Çaresi bakkallarda “gazocağı iğnesi” satılırdı. Kimi zaman pazarlardan toplu alındığı da olurdu. Bu gazocağı iğnesi hassas bir şekilde kullanılarak tıkalı olan kısım açılır ve ondan sonra yine eski randıman alınırdı.
Çayımı içtim dedim ya o yıllarda masada yemek pek adet değildi. En azından bizde, bizim evimizde masa alışkanlığı yoktu. Asorti gelirdi. Yani tepsi üzerinde yenirdi yemeklerimiz, kahvaltılarımız. Tepsinin büyüğüne sini denirdi, Ortaya bir sofra serilir, üzerine kasnak yâda altlık konur, onun üzerine de sini konurdu. Öyle mutfak gibi özel yerlerde değil de rasgele her yere sofralar serilirdi. Hatta babamız, babaannemiz hadi çocuklar oturduğumuz odaya sofrayı serin, bir şeyler getirin yiyelim derdi. Toparlanması da kolaydı. Sininin veya tepsini üzerine ne var ne yok konur getirilir, boşlarda toparlanıp götürülürdü. Kiler dediğimiz, hani yemeklerimizin piştiği yere, orada bulaşıklar anında yıkanırdı. tel dolaplarda kuru yiyecekler yani mercimek, pirinç, fasulye baharatlar Vs. konurdu, kaplar kaplıklara yerleştirilirdi. Dondurulmuş etler, yağlar, pişmiş yemekler buzdolaplarında değil de, kilerde özel kuyu kenarlarındaki demirden halkalara takılırdı. Kuyu kenarından ırmak dolaşarak akardı. Duvarın bir kenarından giren ırmak kuyu etrafından dolaşıp bir başka yerden çıkardı. Kuyu içinde yağlar, yoğurtlar, dondurulmuş et veya yemekler bozulmadan saklanırdı. Her evde bu düzen yoktu ama birkaç evden biride bizim evde bu kuyu düzeni vardı. Tepsi üzerindekileri kilere kaldırdım. Kilere götürdüm, hazırlandım, içeriye girmedim. Babaanneme ünledim, ben çıkıyorum bir diyeceğin, bir yumuşun var mı dedim. Babaannem pencereden yok gibicesine başını salladı.
İstasyon caddesine gidip arkadaşlardan kimler var görüşüp, biraz kahvede oturup sohbet etmek istedim. İlçemizin en kalabalık caddelerindendir, istasyon caddesi. Merkezi yer sayılır. Bankalar, oteller, kırtasiyeciler, genelde burada yâda boydan boya bu cadde üzerindedir. Nihayetinde istasyon bulunduğundan bu adı almış, yâda sürekli kullanıldığından isim öyle kalmış. Lise binası, yeni yapılan askerlik şubesi, hükümet binası, avukatların, doktorların, arzuhalcilerin, tapu takipçilerinin ve benzeri meslek guruplarının iş yerleri de bu cadde üzerindedir. Birçok mahalleye ayrılan sokaklarında ayrıştığı yeridir. Tek atlı körüklerin durduğu, köylere yolcu taşıyan jeeplerin ve taksilerin durakları da buradadır. Öğleden sonra gezinti artınca kalabalıklaşır. Kimilerinin gideceği yerin geçiş güzergâhı, kimilerinin benim gibi bir arkadaşını görme maksatlı uğrak verdiği yer, bazılarının ise civar işyerlerinde işleri maksatlı uğrak yeri. Çok kişilerin de olduğu gibi burada arkadaşlarımızla her zaman takıldığımız bir iki kahve var. O kahvelerden birinde yâda civarında buluşuruz. Bir birimizi göremezsek diğerlerine de uğrarız ki, mutlaka birinde olacakları kesindir. Buluştuğumuzda, ya biraz gezeriz, yâda kahvede otururuz. Tavla veya bilardo oynarız. Canımız bir şeyler oynamak istemezse oradan, buradan sohbet ederiz. Bu günlerde üniversite sınav sonuçları da gelmeye başlayınca kim ne puan aldı müşterek merak konularımız arasında. Yeterli puan alanlar artık gece 21,15 de radyoda Can Akbel’in sunduğu öğrencilerin kendi aralarında kele bakış olarak espri yaptığı ön kayıt ve kesin kayıt yapan üniversite haberlerinde. Ertesi gün ise aramızda haberin kritiği yapılır. Puan durumları hakkında düşünce ve görüşlerimiz derin sohbetlerimiz arasındaydı.
Biraz can sıkıntısı, azda isteksizlik, vardı üzerimde. Ev dar geliyor, balkon huzur vermiyordu. Üstelik ne evde durmak istiyordum, nede bir yere gitmek istiyordum. O çok sevdiğim gömleğimi de yıkamıştım, kurudu ama ütüsüzdü. Kerime Nadirin uykusuz geceler eserinde Cemile’nin elinde perişan olan Ercüment gibi derbeder bir haldeydim. Daha öğle bile olmamıştı sabahın onuydu, akşama bir yığın zaman vardı, televizyonun açılmasına da daha çok zaman vardı. Radyoda beğenerek dinlediğim Orhan Boran ve Yuki programı da bitmişti. Mutfakta bir şeylere bakındım, olanlarda iğlimi çekmedi, gönül gezdirme dedikleri bu olsa gerek yani. Ev dar geliyor dedim ya hakikaten de dar, yeni farkına vardım. Kaç zamandır oturduğum evin darlığını hiç fark etmemiştim. Bir kapıyla balkona çıkan büyükçe bir oda, bir koridor, solda banyo ve WC birlikte onun bitişiğinde mutfak, mutfağın bitişiğinde küçük bir oda vardı hepsi bu kadar. Küçük oda apartmanın ışıklandırmasına bakıyor da karşı ve onun altındaki komşu odaları perdesi açık olursa görülüyordu. Haliyle karşı yukarımıza da bizim oda görülüyor olmalıydı. Öndeki balkonlu odaya salon diyorduk. E biraz büyük olunca salon gibi algılıyordum. Salona geçtim somyaya uzandım ki, kapı zili çaldı. İkinci sesi bekledim, bir üçüncüsünü de bekleyecektim lakin önemlidir düşüncesiyle kapıyı açtım. Bakkalın küçük oğluydu gelen. Telefonun var, babam seni istedi dedi, birden canlandım. Ne vardı ki şu telefonlar evlere de olsaydı dedim. İsteyen herkesin evinde telefon hemen bağlansa dedim. Telaşla üzerime bir şeyler aldım, indim aşağıya. Amcamdı telefonda arayan. Birazda kızdı. E haklıydı adam. Hayta dedi, biz seni sesin soluğun kesilsin diyemi gönderdik ta İstanbullara. Okusun ama bizleri de unutmasın, arada arasın isteriz, ama hiç aramazsın dedi ve neyse onun hesabını gelince sorarız dedi. Esas ben seni, Hüseyin için aradım şu bizim Hüseyin var ya hani hamal başı Hüseyin işte onun için aradım dedi. Yanına uğrayacak onu sirkecide otelden al evine götür birkaç gün yanında kalsın dedi. Hayırdır dedim, yeğenim yanında birkaç gün kalsın başkada bir şey sorma, sonra ben gene telefon açacağım o zaman döner gelir dedi. Meseleyi de anlatmak istemedi, bende soramadım, daha doğrusu sormak ne haddimeydi telefonda bile, bir iyi döver konuşturmazdı. Yukarıya çıkmak istemedim, asansöre binip altıncı kata kim çıkacak diye düşündüm, kısacası erindim, doğruca sirkeciye gitmek üzere minibüs durağına gittim. Amcamın dediği otele gelinceye kadar, epey şeyler kurdum kafamda. Bu hamal başı Hüseyin’le amcamın ne işi olabilir ki dedim. Asker arkadaşı değil,
Okul arkadaşı hiç değil, tabiri caizse aşık, kaşık değiştirdiği arkadaşı da değildi. Otele vardım. Otel kâtibine sordum. Hüseyin adında bir arkadaş gelecekti, şu saatlerde gelmiş olmalı dedim, kayıtlarına bakındı, öyle bir kayıtlı oda müşterimiz yok ve Hüseyin adında bir gelende olmadı dedi. Bekleme salonunda oturmamda bir sakınca var mı dedim, buyur otur dedi. Bir saat kadar oturdum. Sağ olsun otel kâtibi beni çaysızda bırakmadı, konuşkanda birisiymiş. Dereden tepeden derler ya, nereli olduğumuzdan başladık, neler yaptığımıza gelinceye kadar her bir şeylerimizi anlattık. Bir ara Hüseyin’in gelmeyeceğini düşünerek kalkmayı düşündüm, fakat kâtip iyice sohbeti sardırınca kalkamadım. Hani iyide sardırmıştı. Köyünden, kentinden. Bir çay daha içelim dedi kalktı, bu arada otel giriş kapısı açıldı, içeriye bir kız arkasından da iki kişi girdi. Kız girenlerden birine, Hüseyin nerede kaldı deyince, yanındaki adam, simitçiye uğradı, gelir şimdi burayı biliyor dedi. Acaba dedim benim beklediğim Hüseyin’miki dedim ama ihtimam veremedim. O yalnız gelecek, oysaki bunlar üç kişi birde Hüseyin dört. Gelenlerden biri otel kâtibine yöneldi, diğeri kız ile karşımdaki kanepeye oturdular. Bu arada otel kapısı da açıldı, içeri giren beklediğim arkadaştı, Hüseyin’di. Hemen ayağa kalktım, ses ettim, tokalaştım, kalktığım kanepeden yer gösterdim. Kısa bir hoş beşten sonra durumu sordum. Hüseyin ya arkadaşım durum biraz farklı gel seni tanıştırayım dedi, az önce iki kişiyle giren kıza doğru yöneldi. Benim evleneceğim kız dedi. Biz bir birimizi çok seviyoruz, lakin babasını bir türlü ikna edemedim, araya çok adam koydum olmadı, bizde kaçtık ta buralara. Kızın reşit olmasına on beş gün var, buralarda oyalanarak on beş günü geçireceğiz, sonra nikâh yapacağız dedi. Amcamla görüştüğünü, benimle buluşmasını söylediğini, bu arada amcamın da kızın babasını ikna etmeye çalışacağını söyledi. Fakat dedi dayım çocuklarıyla iletişime geçtim, onların burada bir tanıdıkları varmış oraya gideceğiz sen rahatsız olma dedi. E bende rahatsız olmuştum zaten de rahatsız olduğumu belli etmemeye çalıştım. Ayrıldım yanlarından galata köprüsüne doğru yürüdüm. Balık ekmek satan kayıkçının yanına vardım. Bir dürüm balık yaptırdım, balık halinin oraya doğru ilerledim. Sebze haliyle bitişikti balık hali. Bir tarafı denize bakıyordu. Sebze halinin arkasına doğru ilerledim. Bir sandık aldım altıma oturdum.
İstanbul’a gelmeden önce, yani sinemalarda gördüğüm kadarıyla İstanbul’u ve içinde yaşayanları hep merek etmişimdir. Çok şanslı olduklarını düşünürdüm, Anakara’dakiler, Bursa’dakiler hatta Adana gibi yerlerde yaşayanlardan şanslılar derdim. Bu kadar eşsiz ve güzel şehirde sıkıntıları var mıdır diye düşünürdüm. Denizi, karası, boğazı, halici ve yakınında, civarında irili ufaklı adası olan bu muhteşem şehirde, gezme, eğlenme, iyi vakit geçirme gibi imkânı bulunan bu güzellik içinde yaşayan insanların derdi sıkıntısı var mı diye merak derdim. Varmış hem de çok ama çok varmış. İnsanlar yürürken, otururken, toplu taşıma aracında, gemide, tarihi sur kenarlarında, deniz kenarında her yerde düşünceli, çok kişi, kalabalık içinde yalnızlar, huzursuzlar. Sanki içleriyle dışları arasında kara bir perde var da dışarısıyla irtibatı kesik gibi. Martıların seslerini, gemilerin düdük seslerini, araçların korna seslerini, seyyar satıcıların bağırmalarını duymaz gibiler. Köprüde balık tutanlar, balıkçıları seyredenler, ayakkabılarını boyatanlar, köprü direğine dayanmış gazete başlıklarını okuyanlar, ekmek arası balık ekmeklerini yiyenler, simitçiler, çekirdek, kuruyemiş ve gazete satanlar bunlar arasında kıyıda denizin dibi görünebilen yerlerine para atanlar ve bu paraları dalarak dipten bulup çıkaran çocuklar, tamire çekilen ve vernikleri yenilenen tekneler, boyanan kayıklar daha neler, neler. İstanbul’un günlük bilinen gerçekleri.
Bir evvelsi yıldı. Liseyi bitirdiğim yılın Temmuz ayı içindeydi. Sebze halinde dükkân komşumuza iki üç güne bir posta gazetesi geliyordu. Ticari bir gazeteydi. Bu gazete benim iğlimi çekiyordu. Komşumuz Naci abinin iznini alarak okuyordum. Öyle haber, aktüalite magazin gibi bir şeyler yoktu ama her çeşit malların fiyat listeleri vardı ve birçok ihalelerin listesi yer alıyordu. Devlet Kurumlarının satın alma Dairelerinin ihaleleri gün ve saatleriyle tarihleri yazılıydı. Bu ihalelerde demirinden, bakırından, orman ürünlerinden, petrolünden tut da her çeşit sebze meyve ve hububat ile et ve et ürünlerini içeriyordu. İyi bir gazete olduğunu düşündüm ve Amcama söylemek istedim. Bir gün Amcamla birlikte Ereğli’mizin mevcut meyve bahçelerinden kabala usul alınan elma bahçelerini geziyorduk. Gezinme sebebimiz sulama vakitleri ve meyve yapraklarında böceklenme olup olmadığını kontrol amaçlıydı. İlaçlama vakti hakkında bilgi edinmek babındandı. Soluklandığımız oturduğumuzda oluyordu. Amcam pür dikkat baktığı yaprak hakkında da bana, yaprak arkaları böceklenmiş yeğenim, toprakta kuruma var. Sulansa iyi olacak diye sanki benden fikir alırmışçasına konuşuyordu. Arada, hıı öyle değilmi diyordu. Ağa sigarası dedikleri o zamanın en kaliteli yenice sigarasından da çekiştiriyordu. Sırası gelmişken hani bana bir şeyler danışır gibi yaparken şu gazete meselesini deyivereyim diye aklımdan geçiriyordum. Hani çekinmem ne yapacağız, kültürümüz mü artacak, okumamız mı artacak derde benim moralimi bozar diye çekiniyordum. Onun kalıplaşmış bir tarzı vardı ve kendi fikrine uygun olan ama akıl danıştığı, şimdilerde danışman dedikleri birkaç kişisi vardı. İstişarelerini onlarla yapar hatta onları tabiri caizse parasal ödüllendirir ve zaman zamanda ziyafetler verirdi. Gene de söylemekten vaz geçmedim ve Amca bir diyeceğim var sende kabul edersen dedim. Yanaklarını kulaklarına çekercesine hareketiyle hıı de bakayım neymiş dedi. Şu Naci abi var ya, ona bir gazete geliyor haftada iki üç defa. Postacı getiriyor. Ondan bize de gelse dedim. Ne olacakmış gazete okumak istiyorsan al oku dedi. Teklifim kabul görmedi. Birkaç gün geçti Naci abiye sordum. Bu gazete sana nereden geliyor nasıl getirtiriz dedim. Üzerinde adresi yazılı amcanda mı getirtecek dedi. Düşünüyoruz dedim. Müracaat hakkında ondan daha da geniş bilgi aldım dilekçesini İstanbul’daki adrese gönderdim. Yıllık abone yapıldığı ve abone ücretinin PTT havalesiyle gönderilmesi istendi. Cüzü bir miktardı havale ettim. Artık bize de geliyordu posta gazetesi. Bir gün dükkânımıza Halk Bankası Müdürü geldi. Komşu iş yeri sahiplerinden de gelenler oldu. Kooperatif usulü yeni kurulan tuğla fabrikasının finansmanı hakkında konuşuyorlardı. Müdürün dikkatini gazete çekmiş olacak ki, amcama bu gazeteye abone olduğunuz çok iyi olmuş dedi ve ekledi, ihalelerine gir bende teminat mektubu veririm detaylarını bir gün genişçe anlatayım dedi. Bu durum amcamın hoşuna gitmiş olacak ki fırsatı değerlendirdi. Bir gün bana birlikte Konya ve İstanbul’a gideceğimizi söyledi. Askeriyenin bir ihalesine katılacağım dedi. Birkaç ihale aynı zamana denk gelir düşüncesiyle sana noterden vekâlet vereceğim adıma benim diyeceğim rakamı ihaleye zarfına yazar atarsın dedi. Gün geldi önce Konya’da kuru fasulye ihalesine katıldı. Daha düşük verenler olmuş üzerimizde kalmadı. İstanbul’a gittik orada da birkaç ihaleye teklif verdi. Oradan da netice alamadı ve Gelibolu’ya hareket ettik. Gelibolu da bir gün kaldık. Dediği gibi geldiğimiz ertesi günü Keşan da bir ihale vardı. Bana sen Gelibolu ya Elma, portakal, limon ve pırasa için hazırladığım şu zarfları atarsın, bende Keşan’a gider oraya teklif zarfını atarım, ben gelene kadar sen otele gelir beni beklersin dedi. Çok heyecanlıydım. Hiç bilmediğim ilk defa karşılaştığım bir iş için teklif zarfını atacaktım. Her ne kadar amcam zarf içeriğini hazırlamış olsa da oradaki gerçekleşecek olan işi yapacağımdan ötürü seviniyordum. Heyecanımı amcama belirtmemeye de çalışıyordum. Çünkü sinirli bir tabiatından dolayı tamam sen bu işi yapamayacaksın deyip de Keşan ihalesini iptal eder diye düşünüyordum ve beceriksiz demesinden de çekiniyordum. Zaten ara, ara nasıl yapacaksın diye sormuyor da değildi. Özet halinde hemen söylüyordum iyi bakalım, ağzına yüzüne bulaştırmada diyordu. Ertesi gün erken kalktık, kaldığımız yılmaz otelinin hemen altında yılmaz lokantasında çorba içtik, yılmaz kahvehanesinden çay içtik. Kahvehanenin hemen yanında Yılmaz otobüs firmasıyla Alemdar otobüs firmasının yazıhanesi vardı. Keşan’a bilet al gel dedi. Yılmaz otobüs firmasından bileti aldım. Sordu oğlum Alemdardan alaydın dedi. Dedim amca otel yılmaz oteli, lokanta ve kahvehane yılma unvanlı bileti de ondan Yılmaz’dan aldım dedim. İyi bakalım dedi. Yolcu ettim. Kendimde ihale edilecek saymanlığın bulunduğu yere gittim saati geldi içeriye girdim. Memura sordum. Birazdan zarfları ayrı, ayrı alacaklarını söylediler. Bekledim ve kazasız belasız verdim her birini sırasıyla. Öğleden sonra belli olacağını dediler. Beklemekten başka yapacak bir şey yoktu. Otele gittim amcamı bekledim. Gecikti gelmesi merakta ettim acaba ne oldu diye. Bu arada girdiğim ihaleyi de merak ediyordum. Otelle arası yakın olunca neticeyi öğrenmek için gittim. Dört kalem ihale teklifimiz üzerimizde kalmış. Buna çok sevindim. Otele döndüm. Amcamı beklemeye koyuldum. Artık dedim bu iş nasıl olacak, meyveler nasıl verilecek düşüncelerine daldım. Mallar kamyonla gelecek ihale edilen makama nasıl verilecek diyordum. Belki bir kamyona hepsini birden istifler getiririz diyordum. Tabi nasıl olacağını bilmediğimden tahminler yürütüyordum. Bu arada Amcamda geldi neticeyi öğrendin mi dedi. İyi ki gidip sormuşum listeye bakmışım. Eğer bilmem deseydim kızacaktı. Hiç mi merak etmedin adam bir merak eder gider bir bakar derdi. İhale bizde kalmış amca dedim. oh dedi Keşan ile Ortaköy de bizde kaldı şimdi burada bir adam var onu arayalım evinin telefonu var hadi bakalım Ptt ye gidelim dedi. Ptt ye gittik. Amcam telefon etti. Adama Ptt de beklediğimizi söyledi. Biraz sonra zayıfça uzun boylu 50 – 55 yaş civarında bir adam geldi. Birlikte Kasap Sami lokantası dedikleri sahil lokantasına gittik. Beni o adamla tanıştırdı. Adı Kemalmiş. Geliboluluymuş ve askeriyeye mal veren Müteahhitlere yardımcı olarak para kazanıyormuş. Amcama da İstanbul’da birlikte ihaleye giren eskiden beri bu işi yapan müteahhit söylemiş ve telefonunu vermiş. Birlikte yemek yedik. Konuşuldu. Gelibolu’da ve Keşan’da bir depo tutulacağı kararına varıldı. Amcam bana evlat sen burada kalacaksın. Yanımızda çalışan Yılmaz veya Yusuf abinden birini yanıma yardımcı olarak göndereceğim dedi. İşin detaylarını da Kemal abinden öğreneceğimi söyledi. Kendimi işe yarayan birisi olarak görmeye başladım. O yıl girdiğim Üniversite sınavından iyi bir puan gelirse okula gideceğim oh be gün bu gün, yıl bu yıl, büyümek ne güzelmiş diyor seviniyordum. Kemal abi 1940 - 45 yılları arasında İstanbul Galatasaray Lisesinde okumuş sanırım mezun olamamış, Sonraki hayatını Gelibolu da geçirmiş, babadan kalma ilçe merkezinde karaman mahallesinde evinde sakin bir hayat tarzı olan biriydi. Oda en az benim kadar sevinçliydi, gözleri benim kadar gülüyordu. Ama aramızda tek fark Kemal abi evinin geçimi için para kazanacaktı, benim sevincimse yeni bir yer görmek, farklı mekânda farklı bir yaşam tarzında bulunmanın sevinciydi. Duygularımda tarih kokuyordu, Çanakkale kokuyordu, buram, buram kahramanlık kokuyordu. At üstünde adım, adım Çanakkale boğazına kadar gelen ve buralardan da Cebelitarık boğazına giden yiğit Türk askerlerinin, denizcilerinin mücadeleleri, azimleri kokuyordu. Tarihin derinlikleri yanı sıra denizinin yosunları kokuyordu. Ya insanları, tarih boyunca savaşlardan başını alamamış, o cefakâr insanları. Onlar ki, her şeye rağmen yüzleri gülüyor, neşelerinden hiç bir şey kaybetmedikleri belliydi, sıcakkanlı olan bu insanlar örf, adet ve geleneklerinden ayrıca yardım severliklerinden hiç bir şey kaybetmemişlerdi. Kahvenin cay bahçesinde bir depo kiralanması hakkındaki konuşmamıza tanık olan daha sonraları kendisiyle iyi arkadaş olacağımız biri Ptt! nin yanında levazıma 60-70 metre mesafede boş olan bir deponun tutulmasına vesile oldu, kendiside depo karşısında bakkal dükkânı işletiyormuş. Zahmete katılmadan depoyu da tutarak asıl meseleyi çözmüştük. Keşan içinde ertesi gün bir depoya bakıp sonra taahhüt edilen mallar gelecekti. Amcamla üç gün içinde işleri tamamladık memlekete geldik, elma ve pırasaları memleketten temin ettik, limon ve portakal içinde yeni mahsulün piyasaya sürülmesine kadar Mersinde buzhanelerden temini cihetine gittik. Geliboluda ve Keşanda Depoları mallarla doldurduk. Ortaköyün mallarını ise Geliboludan tedarik ettik.20-25 gün otelde kaldım, Yılmaz abininde bana iştirakiyle ev tutma zorunluluğu hâsıl oldu. Oturduk konuştuk, bir ev bulup, hanımını da getirmek suretiyle hem yemek işi hem de barınma işi halledilmiş olacaktı. Önce kiralık bir eve bakındık, bize dopoyu bulan komşu bakkal Hasanın ve Kemal abininde yardımıyla Malkaralı Ayşe teyzenin evini bulduk ve kiraladık. Depoya yakın bir mahallede Karaman mahallesinde ahşap şirin bir ev. Hemen Yılmaz abiyi memlekete gönderdim. Amcamla görüş eşyanı eksik malları ve yengeyi getir dedim. Biraz otelde ve lokantalarda rezillik çekmiş olsak da artık bizimde bir evimiz, sıcak bir çorbamız olacaktı. Öylede oldu. . Aradan birkaç ay geçmişti işe ısındım, aylık tebligat alıyorum, Keşan ve Ortaköy mallarını ben veriyorum, Gelibolu mallarını da Yılmaz abi veriyordu. Her ay bu çalışma böyle devam ediyordu. Boş olduğumuz günlerde olmuyor değildi. O zamanlarda yeni tanıştığımız arkadaşlarla kahvehanede oturup tavla oynayıp sohbet ediyorduk. Gerçi benim pek arkadaşa ayıracak vaktim olmuyordu ama bir araya gelmemiz tesadüf oluyordu. Bazı akşamlar Kemal abiler ailece bize, bizde onlara gidiyorduk. Havaların soğuması kış akşamlarının olması gecelerin uzaması aile sohbetlerine ihtiyaç duyuruyordu. O yörenin meşhur kabak tatlısına ve bozasına bizde alışmıştık. Liseye giden bir kızı vardı, birde ilkokula giden oğlu vardı Kemal abinin. Onların takıldığı derslerine de yardımcı oluyordum. Güzel bir ortam oluşmuştu. Yılmaz abide bende Kemal abide şimdilik memnunduk hayatımızdan.
Günler günleri, haftalar haftaları kovaladı ve bir gün dar ikindin bir çay içmek için uğradığım kahvede nasıl oldu bilmiyorum yanımdaki oturanlar o kadar çok sigara içiyorlardı ki dumanlarından içeri sis çökmüş hava gibiydi. Yarı baygın gibi yatan kızın elimdeki sigarayı birisi alıyor bir nefes çekiyor diğerine veriyordu. O bir sigara tükeninceye kadar el değiştiriyordu. Çaktırmadan onların bu hallerine merakla bakıyordum ve nasıl bir sigara içmekmiş diye de düşünüyordum. Yinede olayı anlamakta zorlanıyordum; Gençlerin arasında sızmış kız, uzanmış yorgun, bitkin haldeydi. Bayağı bir içmiş sarhoş gibiydi. Diğerlerinin bakışları öfkeliydi sanki birbirlerine kırgın gibiydiler, yani tuhaflardı. Sanırım içmişler diyordum, davranışları sarhoşluktandır diyordum, ama baş ağrısından da kendimi alamıyordum. Fazla duramadım kahveden ayrıldım, güçlükle yazıhaneye geldim. Gözlerim yuvasından çıkacak, anlımda çatlayacak gibiydi. Hasan bakkal açıktı, yanına uğradım bir gripin istedim. Başımın ağrıdığını söyledim. Durumu sarhoş gibi anlatabildim. Hasan bakkal benden 10 yaş kadar beklide birkaç yaş daha büyüktü. Ama bana abi derdi. Bana hafif tebessümle ya Murat abi, sen duman altı olmuşsun be yaa sana gripin faydadan ziyade zarar verir, seni evine bırakayım da, derin bir uyku çek dedi. Sağ olsun eve de Hasan bakkal getirdi. Kendisi Pomak’tı, Pomak Türk’üyüm derdi. Hani üç beşler var ya onlar gibi konuşurdu. Hasta diyemezde asta, Hasan değil de Asan derdi. Öz be öz Trakyalıydı. Gelibolu’da ilk tanıdığım kişilerdendi. Dükkân komşumuzdu ve karşımızda bakkaldı. Bakkal olunca da ufak tefek alışverişimiz oluyordu. Sağ olsun evime onun yardımıyla geldim kapının anahtarını istedi. Anahtarı vermeye kalmadı cümle kapısı açıldı. Kapıyı açan Ayşe küçük teyzeydi, Ev sahibim Malkaralı Ayşe Küçük teyze. Ev sahibimle altlı üstlü oturuyorduk biz üzerindeki ikinci katta iki oda bir mabeyinde, Ayşe teyzede alt katta oturuyordu. Yukarıya tahtadan merdivenle çıkılıyordu. Vaktiyle şimdilerde dubleks dedikleri yapı tarzında bir evmiş oturduğumuz ev. Betonarme değil ahşap tarzı bir yapıydı. Bir tadilat yapılarak üst katla alt kat iki ayrı ev durumuna çevrilmiş giriş hariç bağlantı kesilmiş. Ayşe teyze misafiriniz var dedi, koluma girdi, oğlum ne bu halin, yıka şu yüzünü bir açıl dedi ve telaşla Fatma kızım gel hele gel diyerek ünledi, Fatma’yı çağırdı. Merdivenlerden hızla inerek gelen Fatma gözlerimin içine bakarak yıkadığım yüzümdeki ıslaklığı elleriyle sildi. İçinden bir çığlık geçiyor gibiydi sanki. Bana neden der gibiydi. Seni bu hale getiren ne diyor gibiydi. Endişelendi, endişeli bir hale girdi. Hasan bakkala ve Ayşe teyzeye ben hallederim siz zahmet etmeyin, sizlere iyi geceler dediğini hatırlıyorum. Beni yukarıya çıkardı yerime yatırdı. Zaten eve geldiğimde halsiz ve yorgundum. Fatma’nın geldiğini hayal meyal hatırlıyor gibiydim. Ayakkabılarımı çıkardığını, nevresimi açıp beni yatağa uzattığını, sonra yüzümü duvara doğru çevirip saçlarımı okşadığını hatırlıyorum.
Ertesi günü bir baş ağrısıyla uyandım. Yılmaz abinin eşi Selvinur abla odamın kapısından ses etti,
- Murat Gelebilirmiyim?
- Dedim gel abla gel.
- Hadi misler gibi mercimek çorba yaptım, limonluca iyi gelir. Birde çay içtin mi oh! Değme keyfine. Hem sana soracaklarımda var.
Merak ettim. Acaba ne soracak, yüzümü yıkadım, giyindim, bir, bir buçuk yaşlarında oğlu Muradı biraz sevdim, Bebelerinin adı da Murattı. Ben onu adaşım diye severdim. Sofraya oturdum. Bir kâse çorba kattı, iştahım yoktu ama üzerine kırmızı toz biberli tereyağı sosundan da gezeletince çok güzel koktu. Kaşıkladım çorbayı. Ben çorbayı içerken Selvinur ablanın tebessümle bana baktığını gördüm. Ne oldu abla önümümü batırdım dedim.
Dedi yok; batırmadın da, dün akşam dedi. Fatma seninle dedi, pek bir ilgilendi.
- Hadi de bana.
- Valla abla ben bir şey hatırlamıyorum ne olduğunu biliyorsan sen söyle dedim. Dün akşam ben çok berbat haldeydim, baş ağrısı ve baş dönmesinden ne olduğunu hatırlamıyorum.
- Hadi, hadi sonra konuşuruz beni anlamadı sanma. Bana bir çay koymak için ocağa kalktı.
İçime bir kurt düştü. Ne ki, ne demek istedi ki, dedim. Çayı getirince sordum.
- Abla sen anlat. De bana. Ne oldu, içime bir kurt düşürdün dedim.
Sonra konuşuruz dedi tebessüm etti, oğlu Muradı uyutmak için içeriye götürdü.
O an içimde bir kıvılcım koptu. Selvinur abla acaba Fatma ile aramızda bir şeyler olduğunu mu ima ediyor dedim. Dururken aklımda olmayan bir kıvılcımı soktu. E,, ben şimdi bunu nasıl öğreneceğim ki dedim. Selvinur ablamın yanına vardım.
- Ya! Abla içime bir laftır sokuşturdun. Gerisini getirmedin. Bir anlat şunu. Neler oldu.
- Geliyorum sen geç hele odana, konuşuruz dedi.
Odama geçtim, sanki otogarda yolcu bekliyorum veya sınav neticesini bekliyorum, epeyce bir heyecan içine girdim.
Bir süre sonra ablam geldi, somyamın yan tarafına oturdu. Ve! Birkaç dakika suskun bir vaziyette konuşmadan durdu. Yutkundu, benzi sararmış hale girdi. Merakıma oldukça uzun zaman dilimi olan, o birkaç dakikada yüzüme baktı. Dalgalı saçlarından bir tutamını eliyle büktü, büktü ağzına götürdü, sonra ayağa kalktı. Benden bir sigara yakıp vermemi istedi, yakıp verdiğim sigaradan iki nefes çekti sonra pencereye doğru yürüdü. Ben iyice meraklandım. Söylemekte zorlanmasının sebebi ne olabilir diye! Dayanamadım, abla dedim, seni anlamakta zorlanıyorum. Hayırdır bu gizem niye dedim. Rahatla, ne söylemek istiyorsan söyle. İstersen seninle ikimiz ahretlik bile olabiliriz. Sırdaş, sır dostu oluruz. De hadi, dedim. Ne diyeceksen söyle de, bak bende merak ediyorum merakımı gider dedim. Peki dedi şimdi beni iyi dinle.
- Dün biliyorsun Fatma annesiyle birlikte bize geldi. Amcalarına gitmişler, oradan da bize uğramışlar. Fatma oturma odasının penceresinden gözlerini bir an ayırmadı. Oflamaları, puflamaları, canım sıkılıyor demesi bir görsen. Hareketleri bir tuhaftı. Annesi lavaboya diye çıktı ve bana göz etti. Bende yanına gittim. Annesi kızıyla ikinizin aranızda bir şeylerin olduğundan şüpheli, endişeli hem de şiddetle endişeli. Bana aranızda neler var öğrenmemi istedi. Özellikle rica etti. Eğer böyle bir şey varsa, anla yani gönül meseleniz varsa pek umutlanma, annesi buna, bu duruma müthiş karşı ve olmazları söylüyor. Ben seni tanıdığım kadarıyla, içine kapanacaksın. Sınava hazırlanıyorsun, umutların var. Senin için önem arz eden bu sınavda hüsrana uğrayacaksın. Amcan duyarsa, Eğer ki böyle bir gönül meseleniz varsa hayal kırıklığına uğrarsın, amcan sana çok kırılır. Hatta özellikle annesi tarafından duyurulursa iyiye alamet olmaz. Sen dün akşam eve geldiğinde, bir hışımla merdivenlerden aşağıya indi. Ayşe teyze Fatma ya gel hele kızım demekle bir bakıma durumu annesine ve bakkala karşı idare etti. Kız panikledi koluna girdi, merdivenlerden yukarı çıkardı odana götürüp somyana yatırdı. Hatta ayakkabının çıkarılmasına yardımcı oldu. Hani uzandın ya işte o vakit saçlarını dahi okşadı. Yani biz öyle okşadı şeklinde yorumladık. Odanda birkaç dakika bende kaldım sonra Fatma ya gel uyusun biraz dedim ayırdım yanından. Bunları da annesinin göreceğini bile, bile yaptı sanırım. Evlerinde ikiniz hakkında fırtınalar var ki, annesi tedirgin kızda ise çekinme yok gibiydi. Onun bu hareketlerini annesi kapının kıyıcığından gördü. İşte sana bunları söylemekte zorlanmam bundandır. Belki sen tepkili davranırsın diye çekindim. Madem sır ortağı olalım dersin o zaman de bana nedir aranızdaki bu çok hızlı yakınlaşma, bana anlat, henüz yeni olan bu yakınlaşmanızdan ileride acı çekmektense uzak dur derim dedi.
Of dedim, of ki of dedim.
- Aslında ben Fatma’dan özür dilemeliyim be abla dedim. Dün için bir özür borcum var. İstemeyerekte olsa kendisiyle bir konuşma fırsatım olmadı. Bir çay içmek için uğradığım kahvehanede ne olduysa rahatsızlandım. Eve sarhoş gibi geldim. Mesele sizin düşündüğünüz gibi değil. Fatma bana birkaç arkadaşıyla birlikte hafta sonu Bayraktar türbesini ve Bolayır’da Namık Kemalin Mezarını ziyarete gitmek istediklerini söyledi. Ben bizim Ortaköy’e erzak götürdüğümüz arkadaşı göreyim ve tembihleyeyim gideceğiniz gün hangi gün olursa gideriz dedim. Benim konuyu halledip halletmediğimi meraklanmış olacak ki sabırsızlanmış. Konu hakkında, Fatma’da haliyle benden neticeyi alıp arkadaşlarına söyleyecekti. Onlarda Ebeveynlerinden izin alacaklar, piknik yapmayı da düşünüyorlar, hazırlık yapacaklar. Beni sabırsızlıkla beklemesinin asıl sebebi de bu. Hafta sonuna da iki gün var, belki telaşı okulda görüşeceği arkadaşlarını, cumartesi günü göremeyeceği için, bu günden yâda yarın ki günden haber verecek olmasıdır. Ben bu arada bir koşu gidip söyleyeyim hallettiğimi. Arkadaşlarınla Pazar sabahı nerede buluşulacaksa oraya ben ve araç şoförüyle birlikte saat 9’oo da geleceğimi haber vereyim dedim.
- Ablam dur! Deli oğlan dur. Birlikte gidelim. Şimdi annesi zaten endişeli birazda sana kızgın. Sana belki farklı tavırda bulunur. Birlikte gidersek ben konuyu önce annesine açıklarım. Sende o an Fatma’ya annesinin yanında durumu izah edersin dedi.
Haklıydı da bir yanlış anlaşılma olunca, Selvinur ablanın öncelikle konunun aydınlanmasına, kızgınlığın yanlış olduğunun izahıyla, Fatma ve annesiyle buzların erimesine zemin hazırlamış olacak, onlarda düşüncelerinin yanlış olduğunu, olayın farklı oluşunun rahatlığına varıp belki bana kusura kalma diyecekler.
O gün öğleden sonra ablam Fatmalara gidecekti. Benden önce gidip ortalığı sakinleştirecekti. Benimde az bir işim vardı o işimi halledip ablamla kavilleştiğimiz gibi belirttiğimiz saatte Fatmalarda olacaktım. Birer sigara içtik, ben kalktım, dışarıya çıkacağım ki, ablam bana bir şeyler tembihledi, tamam mı? Dedi, bende ablama bir şeyler tembihleyip tamam mı? Dedim bu karşılıklı tembihlemelerimizle bir yarım saatimizi de kapı önünde geçirti. 2- 3 merdiven aşağıya indim, tekrar ablam bana Murat dedi seslendi, bir şey daha söyledi, ben merdiven büklümünü dönmeden ablama aklıma takılanı söyledim. Ev sahibimiz Ayşe teyzeyi de Fatmalara götürmesini tembihlemeyi de ihmal etmedim. Ayşe Küçük teyze çok güleç, şeker mi, şeker teyzeydi. Onu babaannem gibi, anneannem gibi severdim. Ben onun torunu gibiydim. Tekirdağ’ına bağlı Keşan’a yakın Malkaralıydı. Gelibolu’da bugünkü oturduğu evinde eşiyle 20 yıl kadar çok mutlu bir yaşantısı olmuş, zaman, zaman belki içinden hüzünlenirdi ama gülümseyerek anlatırdı anılarını. Ayşe teyzenin eşi yıllar önce vefat etmiş, Gelibolu’da eşinin hatırasını, birlikte geçirdiği yuvasını, daracıçık evini hiç terk etmemiş, geri kalan yaşamını orada devam ettirmiş, eşiyle çok güzel bir beraberlikleri olmuş, masal gibi Anlatırdı, sabah, öğle, akşam, evde, bahçede her nerede olursak olalım, yemek yerken, su içerken nedendir bilmem gülerdik derdi. O kadar ki, hilaf olmasın Murat oğlum cenaze evine gitmek istemezdik birlikte, belki millet ağlaşırken güleriz düşüncesiyle derdi. Ben eşime derdim ki sende ne var, sana bakındıkça içim kükrüyor, oda bana bende olan sendede var ki, bende aynı duygular içindeyim derdi. Çocukları olmamış ama biri kız iki evlat edinmişler, büyütmüşler, kızı gelin emişler, oğlanı da evlendirmişler. Ama onlar Gelibolu’ya yakın olmalarına rağmen arada bir veya bayramlarda bile uğramazlarmış, annelerine Ayşe teyzeye. Onları andıkça kırmızı yanaklarından gülen çehresine gözyaşları dökülmeye başlardı. Çok üzülürdü. Ben Gelibolu serüveninden sonra ölene dek aradım hal, hatır sordum, sık, sık mektup yazdım hatırını sordum mektuplarımla, hep cevap verdi cevapsız bırakmadı, Ayşe teyze mektuplarıma. Ölümünü mektuplarıma cevap gelmeyince anladım, bir mektup yazarak sordum bakkal Hasana, ondan aldığım mektuptan kesin öğrendim öldüğünü. Cennet Mekânı olsun.
Nihayet ablamla olan şöyle veya böyle yapalımlı konuşmalarımız sonrası depoya, iş yerine geldim. Bir iki yere işle ilgili telefon görüşmelerini yaptım, sonra kuru yemişçiye gittim. Fatmalara gideceğim ya, giderken bir şeyler götürmem lazımdı. Küçük kardeşine de o zamanların meşhur halkalı şekerlerinden aldım severdi, yolumun üzerinde olan pastahaneden giderken dondurmada almak istedim. Depoya geldim, içeriye adımımı attım bir sürpriz, ablam, Ayşe teyze, Fatma ve annesi, amcasının kızı depodalar. Şaşırdım. Dedim hele hoş geldiniz. Oturun hele ne iyi etmişsiniz, size ne ikram edeyim. Fatmanın annesi Sebahat teyze dedi sinema. Bizi sinemaya götür. Ooo canıma minnet, götürmezmiyim hiç siz isteyin dedim içimden. Saate baktım, 45 dakika kadar var, durmayalım o zaman, çerezlerimiz de var, yavaş adımlarla ancak varırız, belki bilet kuyruğu da olabilir dedim. Gelibolu da o zamanlar bir sinema vardı, doğan sineması, birde yazlık olanı. Yazlık kısmı gece gösterimini yapıyordu.
Fatmalara gideceğimizi düşünürken, olaylar benim dışımda değişti. Neler oldu, neler konuşuldu artık akşam ablamdan öğreneceğim. Şimdi önceden gidip biletleri almalıyım, ablama ee o zaman ben bilet almaya gidiyorum, siz birazdan gelirsiniz dedim. Yazıhane ve deponun anahtarını ablama verdim. Kapılarımızı kilitler gelirsiniz dedim. Ben biletler için sinema gişesine acelece öncelikle geldim. Film başlamasına 10- 15 dakika kala onlarda geldiler. Gelibolu da yılmaz oteli, yılmaz lokantası unvanında iş yeri olduğu gibi, bu mekânda da yani sinemanın bu civarında da iş yerleri tabelalarında doğan, manavı, doğan kasabı, doğan sineması, doğan berberi gibi unvanlar yazılıydı. Pastanede bu civarda olunca haliyle doğan pastanesi de olması gerekliydi ve pastanede tam sinemanın yanındaydı. Ablama yönelerek zaman kısıtlı oturalım diyecektim ama külahta dondurmaya ne dersiniz dedim. Sebahat teyze benimkisi sade olsun ve fındığa batırt dedi. Tamam dedim hepimizin dondurmasını sade ve fındığa batırttım. Sinemanın kapısına yanaştık ve biletlerimizi göstererek içeriye girdik. Yerlerimizi komi vasıtasıyla bulduk. Bilmem tesadüf, bilmem bilinçli sinemada oturma düzenimiz sırayla benden sonra, Fatma ve amcasının kızı, Ayşe teyze, Fatmanın annesi Sebahat teyze ve ablam şeklinde oluştu. Kabak çekirdeği, ayçiçeği ve karışık çerezde almıştım, henüz film başlamadan önce, öncelikle kabak çekirdeğinden başlayarak ikram ettim. Bugün sinemaya gidişimizle iyi bir öğleden sonra geçirdik. Sinema çıkışımızda Sebahat teyze bizi akşam yemeğine davet etti, ben kibarca teşekkür edip kabul etmeyecektim ablam tamam dedi. O zaman ben Yılmaz abiyi evden alıp geleyim dedim. Sebahat teyze gel oğlum gel dedi, doğrudan evlerine gittik. Bugün ikinci sürprizi Fatmalara gelince evlerinde yaşadım, Yılmaz abide onlardaymış babasıyla Kemal abiyle tavla oynuyorlarmış.
Akşam yemekte mercimek çorbası, su böreği ve pırasa vardı. Pırasayı sevmediğimden dokunmadım. Kemal abi pırasadan haz etmiyon gibi dedi. Evet dercesine kafamı salladım. Bizim pırasa yemeği, sizin pırasa yemeğinize benzemez, bir kaşık al, tadına bir bak, yinede yemezsen yeme dedi. Bir kaşık aldım hoşuma gitti, bir daha, bir daha derken tabağımdan pırasayı sildim süpürdüm. Hakikaten bizim pırasa gibi değil içinde kuşbaşı, nohut ve sarı havuç olunca çok hoş olmuş. Bizim yöremizde pırasa içinde az pirinç ile pişirilince pek zevkle yenmiyor.
Gece geç vakte kadar oturduk. Tavla oyunu dışında yarın ki yapacağımız işi görüştük. Ben Ortaköy gideceğim, ertesi günüde Keşan’a gideceğim. Yılmaz abi ise yarın merkezin Gelibolu’nun mallarını verecek. Kemal abi de bir sonraki günün pırasasını temizletip hazırlatacak. Her zamanki gibi bir araya gelince sohbetimiz, aramızdaki iş bölümü, elma, portakal, pırasa, limon teslimlerinden hangisi ise o malların hazırlanması ve bunun dışında oradan buradan sohbetlerimiz oldu. Kemal abi havalar iyice ısınınca plaja gideriz dedi. Yarım saati belirli ücret karşılığı kayık kiralanıyor. Bana kayık sürmesini öğrenirsin hele iyice havalar ısınsın götüreyim sizlere bir değişiklik olur dedi. Ben çok iyi kayık sürerim dedim. Kemal abi nerede öğrendin dedi. Biz Mersine sebze ve meyve için çok gideriz, orada komisyoncu ağabeylerin çocuklarıyla sahile gidip yüzeriz, tekne gezintisi yaparız kayığa bineriz ben kürek çekmeyi onlardan öğrendim dedim.
Vakit epey oldu, gecenin geç vaktinde eve geldik, benim ablama soracaklarım vardı ama yarına bıraktım. Artık yarın ortaköyden gelince sorarım. Yarın erkenden ortaköye gideceğim için, iyi geceler dedim odama geçtim. E.. haliyle şu sinema ve Fatma’nın annesinin ılımlılaşması nasıl olmuştu merak ediyordum. Ertesi gün sabahleyin 210 luk dediğimiz her sandıkta 210 adet limon sandıklarından oluşan 23 adet âdetini Skoda marka benim konyakçı lakabını taktığım arabaya yüklemek için depoya gidiyordum, yolda Kemal abiyle karşılaştım beraberce depoya gittik. Birlikte kasaları arabaya yükledik. Kemal abi bana gelirken Bolayır’ı Gelibolu’ya doğru az geçince Namaz tepe denilen bir yer var. O tarafa dönüp dikkatli baktığınızda tavuk çiftliğini göreceksiniz. Oradan iki tane et tavuğu al. Teyzen istedi dedi. Tamam, alırım dedim.
Ortaköyde işimi hallettim, dönüşte tarif edildiği yerdeki çiftliği buldum. İki et tavuğu kendimize, ikide kemal abilere aldım. Kendi tavuklarımızı eve bıraktım doğruca Kemal ağabeylere gittim. Evlerinin dış kapısı eski model kapılardandı, öyle zil yoktu el sırtı motifli demirden yapılı tokmak vardı. Tokmakla tıkladım. Kapıyı Fatma açtı. Ses etti
- Anne Murat geldi tavuğu getirmiş dedi.
- Annesi geliyorum dedi.
İçeriye girdim. İçeri dediğim yer, salon desem değil, antre hiç değil. Tabanı taşlarla döşeli, ortasında yukarı kata çıkan tahtadan merdiven var. Merdivenin hemen karşısı oturma odası, yan tarafta bir oda bulunmakta, orası kiler olarak kullanılmakta, hemen yanında ise mutfak bulunmakta ve mutfağın bitiminde ise bahçe kapısı bulunmaktaydı.. Yukarıda ise merdiven çıkışında büyükçe salon olmak üzere, üç ayrı oda ve bahçeye bakan birde balkon bulunmaktaydı. Ayrıca balkon kapısının çıkışı yanında çatıya çıkmak için bir de 7-8 basamaklı merdiven bulunmaktaydı. Yapı tarzı çok güzel ve huzur veriyordu. Evin ahşap döşemeleri ve tahta motifler ile odalardaki işlemeli dolaplar tarihimizi yansıtmaktaydı. Sebahat teyze mutfaktan oğlum hoş geldin diyerek çıktı. Elimde tavukları görünce,
- Ah oğlum bunları bir er kişiye kestirseydin ya! Şimdi bunları kim kesecek!
- Dedim ben keserim, ben er kişi değilmiyim?
- Eh iyi o zaman siz bahçeye geçin ben bıçak getireyim dedi.
Fatma ile birlikte bahçeye geçtik. Tavukların kesileceği yeri belirledim, Fatma’dan ateş küreği istedim, tavuğun kesileceği yeri deşelemek için. Bu arada bıçakta geldi, bende tavuğun kanatlarını açtım. Kıbleye dönerek tavuğun kanatlarını açtım, boynunu bıçakla şöyle sıvazladım ve üzerine kesmek üzere tekbir getirecektim ki, karşımda yönü bana dönük diz çökmüş neler yaptığıma bakan Fatmanın gözleriyle karşı karşıya geldim. O an Fatma’ya karşı hiç hissetmediğim bir duyguyu hissederek, bir an şuurumu yitirmiş gibi oldum. Sanki şuurum tatile çıktı da elimin dengesi gitti, kendi halinde değil gibiydi. Sol elimde sıkıca tuttuğum tavuğun boynunu bıçak yordamıyla keseceğimi unutmuştum. Fatma öyle güzel bakıyordu ki beni kendimden geçirmeye yetti. Daha bıçağı tavuğu boynunu kesmek için sürtmeden tavuğun boynu koptu elime geldi.
- Sebahat teyze bir kahkaha attı ve dedi oğlum tavukta kuvvetini mi denedin şimdi o mundar oldu.
Her ne kadar ikincisini kesmiş olsam da mahcupta oldum. Mahcubiyetimi, utancımı belirtmemeye çalıştım,
- ve yok Sebahat teyze dedim buda kuş türü, kuşları genelde kesmeden boynunu kopartırlar, sorun yok mundar olmaz diye kendimi savunmaya aldım.
- Eh o zaman tüylerini de yolun dedi gitti.
Fatma’nın yüzüne utancımdan bakmadım, zaten gülmekte olan Fatma bir tavuğu kesemedi diye kahkahada atar düşüncesiyle. Hemen Fatma ile bir çırpı kanatlarını yolduk mutfağa götürdük. İzin istedim Akşama hep birlikte yemeğe gelin pirinçle dolduracağım dedi.
- Sebahat teyze. Dedim gelmeyelim eve de aldım.
- Dedi hayır onu yarın yersiniz geleceksiniz dedi ikiletmedi.
Beni şimdi bir düşünce aldı. Akşam yemek yerken tavuğun boynunu koparışımı anlatıp gülünç duruma düşeceğimden ötürü. Kemal abide, yılmaz abide dillerine dolayacak ama ya Ablam o alaylı, alaylı bakacaktı. Akşama biraz geç geldim, herkes yemeğe otursunlar da ben yemeğimi sonradan yerim düşüncesiyle ne yazık ki beklemişler. Sofraya dâhil oldum ve gece boyu tavuk boynunun koparılışı konu oldu güldük eğlendik.
Yılmaz abinin oğlu Muradın az ateşi yükseldi, müsaade istediler kalktık. Bana evde ilacı var, siz arkadan gelin, ben çocukla önceden gidip ilacını içireyim dedi, ayrıldı. Ben Selvinur ablayla birlikte eve doğru yola çıktık. Konuşmaya da ihtiyacım vardı. Hem de Fatmanın annesini nasıl ikna etti onu soracaktım. Söze nasıl başlayacağımı aklımda geçirirken,
- Selvinur ablam, o gün hani sinemaya gittiğimiz gün var ya! İşte o gün ben Fatmalara gitmiştim diyerek söze başladı.
Teferruatına tam girmedi ama kısaca izah etti.
- Fatmanın annesi aranızda bir şeyler olduğundan endişeli fakat bir o kadarda memnun görünüyor. Bana sordu sen dedi bilirsin. Aralarında ne var de bana dedi. Bende dedim yok öyle bir şey, aslında Fatma var ya senin kız sınıf arkadaşlarıyla Bolayır’a gitmek istiyorlarmış, Murat’ta sürekli o tarafa gidiyor ya! Ha sizin mal götürdüğünüz araba ile bir gün için gidebilirmiyiz demiş. Murat tabi şoförle konuşur hallederim demiş. O gün Fatmanın Muradı telaşla beklemesi ondanmış. Hem Fatma’yla, hem de Muratla konuştum mesele sadece bu dedim, hem öyle bir şey olsa Murat’ın hal ve hareketlerinden anlaşılırdı, belli ederdi dedim. Benden saklamaz anlatırdı ve hatta size gelmek için bahaneler uydurur, illaki çaba harcar dedim. Kadın bir soluk aldı ve ikna oldu dedi. Bu arada şunu da söyledi, belki Muratta yok lakin benim kızda bir haller var bakalım zaman gösterecek dedi.
İçime bir kurt düştü sanki. Aslında bende ablamın dediği gibi Fatma ya karşı değişik bir hissim yoktu ama şu son anlarda ki, endişeli durum ve Sebahat teyzenin Fatma da oluşan bir değişiklik var demesi beni az düşündürmeye sevk etti. Bir an sessizce yürüdük. Ablam! Benim omzumu büktü ve..
- Murat yoksa var mı? Yanılıyormuyum?
- Yok, abla olur mu? Dedim.
- Ne bileyim az sustun da.
- Abla aslında bende az şüpheleniyorum Fatma’dan. Ara, ara bakışları farklılaşıyor, ben gözümü kaçırıyorum, birkaç kez de arkadaşlarıyla iş yerine depoya geldi. Hayırdır dediğimde buradan geçiyorduk dedi. Hatta arkadaşlarıyla beni tanıştırdı dedim.
- Aman, aman sen gene de dikkat et. Annesi her ne kadar ılımlı gibi görünse de neme lazım. Hem okuluna engel olur, hem de amcanla aran bozulur dedi.
Dikkat ederim dedim demesine de içimin pek dikkat edeceğine inanmıyordum. Çünkü duygularımda bir farklılık oluşmaya başladı.
- Ablam yüzüme baktı gülümsedi ve koluma girdi. Beni anlamadı sanma sende de bir değişiklik var hadi, hadi dedi.
Bu arada eve yaklaşmıştık, yılmaz abi pencereden bizi gördü ki ses etti.
- Az durun bozacı sesi geldi, tencereyi sepetle sarkıtayım bozada alın dedi.
Biraz oyalandık, bozacının sesine doğru ilerledik. Bir litre boza aldık ve eve geçtik. Geç saatlere kadar sohbet ettik. Uykumuzda kaçmıştı. Özelliklede Bebek Muradın adaşımın ateşini de kontrol etmiş olduk.
Fırtınalı bir gündü, Sebahat teyze oğlu ile birlikte çarşıya çıkmış elinde ağırlıklar vardı, bir şeyler almış geçerken depoya uğradı biraz dinlendi.
- Yarın hıdrellez kutlaması var. Yukarıda badem ağaçlarının olduğu piknik alanında, Hıdrellez de dilek tutup, gerçekleşmesi için dua edilir.
Peygamberlerden Hazreti Hızır ve Hazreti İlyas’ın buluşarak dileklerinin gerçekleştirdikleri gün olduğuna inanılan, baharın müjdecisi hıdrellez, bizim burada coşkuyla kutlanır. Gece sokak aralarında ateş yakıp üstünden atlarız Hamza koydan Feneraltı mevkilerinde sahile ineriz. Deniz kıyısında dua ederiz. Kumsala ineriz, burada bazıları sahip olmak istedikleri ev ve arabaları si mgeleyen şekiller çizer. Bazıları, dileklerinin kabul olması için bereket getirdiğine inanılan deniz suyu ile topladıkları 41 taşı evlerine götürür. Sizde gelin ben su böreği açacağım. Başka hazırlıklarda yapacağım yarın sizi geçerken alalım dedi.
- Tamam, bana uyar, ablama söylerim, bizimde yapacağımız bir şeyler olur mutlaka, hatta erzakları birlikte sizin eve götürelim oradan eve geçerim malum buranın âdetini bilmediğimiz için yolda bana anlatın bizde hazırlık yapalım dedim.
Bana kızdı, ben hazırlık yaparım diyerek bizim kendilerinin misafiri olmamızı istedi. Üstelemedim tamam dedim ve birlikte evlerine gittik. Fatma arkadaşlarındaymış, soramadım ne için gittiğini teyze kendisi söyledi, bana da bahçeye gecelim diyeceğim ama rüzgâr var inşallah yarın hava iyi olur dedi. Sen oturma odasına geç kabak tatlısı getireceğim beraber yeriz dedi. Yemem gideceğim desem birincisi kızar, ikincisi başka zaman oturmak isterim aklına bir şeyler gelir düşüncesiyle bir şeyler diyemedim oturma odalarına geçtim. Yarım saat kadar sonra kardeşiyle Fatma geldi, tokalaştı benimle hoş geldin dedi. Bu vesileyle Bolayıra ne vakit gitmek isterseniz araba hazır dedim, arkadaşlarının gitmekten vazgeçtiklerini söyledi. Annesine döndü.
- Anne biz arkadaşlarla Bolayır’a gitmeyeceğiz ama Ecebat’a ve oradan da Kilitbayır’a gidebilirmiyim Murat abiyle dedi.
- Annesi
- Murada sor vakti varsa olur, baban gelince onun fikrini de alalım dedi.
- Bende
- Ne zaman istersen tamam dedim.
Fatma babasından izini koparmıştı, ertesi gün sabahleyin fırına diye çıktığında bize şöyle ayak üstü uğradı.
Dedi izini kopardım,
- ne zaman gidelim.
- Yarın olur,
- Buradan sabahleyin erken hareket ederiz, geze, geze gideriz. Akşamdan ben arabayı hazırlarım, kilim, çaydanlık, çay şeker ve bardak, birikide kap koyarım piknikte yaparız.
- Olur, Murat dedi.
Olur, Murat demesi zaten çarpan kalbime kaynar su dökülmüş gibi oldu. Su gibi kaynamaya başladı yüreğim. Hani acı biberin acısının, insanın ağzını yakarda, yerinde durduramaz ya öyle bir hal aldım. avazım çıktığı kadar bağırmak istedim. Seviyor, seviyor! Beni Fatma seviyor diye. Ama bağıramadım. Çünkü emin değildim. Ta ki seni seviyorum diyene kadar. Acaba önceliği alsam seni çok seviyorum desem mi dedim. Selvinur ablamın dedikleri aklıma gelince frenledim kendimi.
Ertesi günü sabahleyin Fatma’yı almaya gittim evlerine. Oda beni bekliyormuş. Hazırlıkta yapmış, piknikte yaparız demiştim ya, geniş bir kilim minder, piknik sepeti içinde azıklarda koymuş. Hadi dedim biran önce çıkalım tamam dedi. hazırladıklarını aldım, içeriden kardeşi beni bekleyin bende geliyorum diye ünledi. Fatma anında anne yaaa! diye itiraz edercesine ses etti. Annesi tamam siz gidin tamam dedi. Oğluna gel oğlum seninle dayınlara gideceğiz yalnız mı gideyim dedi vaz geçirtti. Arabaya eşyaları koyduk ve hareket ettik, Eceabat’a geldiğimizde, Fatma Murat dedi,
- Çanakkale’ye geçelim mi? Arabayı bırakalım ha! Dedi.
- Olur, ne demek tabi dedim,
- Hem aynalı çarşı var orayı da bir dolaşırız.
- Tamam, bende duymuştum gidelim dedim. Arabayı iskeleye yakın münasip bir yere bıraktık ve araba vapurunun bilet gişesine geldik biletlerimizi aldık, araba vapurunu beklemeye koyulduk. 20 dakika sonra vapur geldi, zaten gelişi gidişi çıplak gözle görülüyordu. Vapura bindik. Ben Fatma’ya, sen güzel bir yer bul ben vapurun büfesinden bir şeyler alayım istediğin bir şeyler var mı dedim. Fatma gazoz olabilir dedi. Büfeye gittim. Gazoz ve yanında bisküvi çeşitlerinden ve içinde peyniri, domatesi, biberi, maydanozu olan pamuk sandviç ekmeği de aldım. Ayrıca dört adette simit aldım ki deniz üzerinde uçan martılara atmak için. Fatma’nın yanına geldim, hadi gel dedim. Şu martılar var ya birazdan gemi hareket edince simit atacağız onları doyuracağız, ama bunun için simitleri küçük parçalara ayıralım dedim. Martıların çokça uçtuğu ve geminin de şöyle arka tarafına geçtik oturduk. Gazete üzerine simitleri küçük parçalara ayırdık. Fatma Martılar buraya mı gelecek dedi yok sabret nasıl olduğunu göreceksin dedim. 10 dakika gibi bir zaman geçti. Araba vapuru hareket etti. Bir süre sonrada Fatma’ya gel bak şimdi dedim. Bir parça simidi havaya attım martılar daha havalanırken havada kaptı simidi. Offf Fatma bunu görünce bir sevindi, bir sevindi dedi, bende atacağım. Aldı doğradığımız simitlerinden avucuna öbür eliyle bir tane parça simidi attı havaya. Arkadan bir daha, sonra bir daha. Çok hoşuna gitti. Öyle bir eğlenceli geldi ki; dedi ve ellerimden tuttu. Çok teşekkür ederim, çok eğleniyorum. Aynalı çarşıdan vazgeçtim. Sende istersen tekrar simit alıp Eceabat’a dönelim, Eceabat’tan tekrar Çanakkale’ye he dedi. Gözlerime bakarak bana mutluluğunu gözleriyle de teyit etti. Ve devam etti yemeklerini havada kapıyorlar bu muazzam yeteneklerine bayıldım, dur durak bilmiyorlar bu manzara beni çok mutlu etti buralıyım ama bu olayı ilk defa gördüm dedi.
Bu dünyada yaşamak zor olduğu kadar, çokta güzel ve vazgeçilmez. Yüreğe bir sevgi tohumu ekiliyor, içine toprak yerine endişe konmuş, sevgi endişe içinde yetişiyor ve büyüyor. Bir arada gülüp eğlenmenin de endişe gibi ekimi yapılmıyor. Hele yan yana iken oluşan duygulardan vazgeçmekse onunda tohumu yok. Hele bu iki kişi arasındaysa hayat biraz daha zorlaşıyor. Birkaç gün önce Fatmanın arkadaş gurubuyla gezi programı vardı, bu program bugün iki kişilik bir geziye dönüştü. Gezinin amacı bir yörenin gezip görülmesiyken, zaman mekâna yenik düştü, amaç maksadından farklı boyutla sonuçlandı. Çanakkale’de aynalı çarşı ve sonrası gezi ve eğlence olacakken, yerini farklı boyutta heyecana bırakılarak ortama yürekte bir sevginin tohumu oluştu. Şimdi o tohumun yeşermesi bekleniyor. Hem de heyecanla. Artık henüz kıvılcım yok iken varmış gibi bir kıvılcım benimle Fatma arasında oluştu. Oluştu ama önümüzde sorunlarda beraberinde sıraya girdi. Şimdiden tahmin etmekte zorlanmıyorum. Bunları da zaman bir, bir gösterecek, lakin sorun Fatma’nın duygularının kesin olup olmadığı. Ben endişeler içindeyken Fatma ses etti.
- Murat benim karnım açıktı, şuracıkta bir şeyler yiyelim mi?
Olur dedim ve iskelenin karşısında bir lokantaya gittik. O lokantanın köftesi çok meşhur. Daha önce gitmiştim. Beraberce oraya gittik. Yemekten sonra ben dedim biraz adımlayalım mı?
- Olur, ama geç olmadı mı? Aman olursa olsun, o kadar büyük yer değil hadi adımlayalım. Dedi.
Sahil tarafına geçtik Kilitbayıra doğru adımlamaya başladık, 10 metre gittik, gitmedik Fatma sol koluma girdi. Şöyle yan gözle bakındım. O an yüreğim yerinden fırlayacak gibi oldu, yüzümde bir ateş, dilimde bir tutukluk, yürümemde bir tuhaflık oldu. Bunun farkına vardı ki.
- Ne o sıkıldın mı Murat dedi.
- Yok sıkılmadım. Hem neden sıkılayım ki, dedim.
- Ben anlarım sıkıldın sen dedi.
- Eh biraz sıkıldım kabul ediyorum dedim.
- Şey dedim. Biz dedim.
Fatma ağzımdan sözümü aldı. Orada mısır gördüm hadi mısır alalım, sonra arabanın yanına gidelim dönelim Gelibolu’ya dedi.
- Eee bana uyar evdekilere de alalım, mısırın kaynamışını mı yoksa ütmesini mi tercih ederler. Dedim.
- Fark etmez dedi.
- Ben gene de Sıçaklığını kaybederse, ısınmaya elvermesi babından mısırcıya, mısır kabuklarına üç, evde birer daha yeriz düşüncesiyle 5 adet kaynamışından sarıp kese kâğıdın koymasını söyledim. Ayriyeten birerde kendimize aldım.
Eve gelişimiz akşamın 7.30 gibi akşam ezanı okunduğu sularıydı. Sebahat teyze pencerenin önündeydi ve az kızgın gibiydi. Kapıyı açtı çocuklar geciktiniz hele hoş geldiniz geçin dedi. İçeriye girdik. Fatma’ya hadi kızım babanız açıktı sizi bekledik, sofrayı hazırlayalım dedi. Fatma ve annesi birlikte sofrayı hazırladılar. Annesine karnımızın tok olduğunu söyledik ama ikna olmadı sofraya oturulur az da olsa yenir hadi bakim dedi geçtik sofraya. Gece geç vakte kadar sohbetimiz gemi, Çanakkale Eceabat, simit ve başkahramanımız Martılar oldu.
Aradan birkaç hafta geçti geçmedi. Cumartesi bir gündü. Öğleden sonra evlerine gittim, Annesi komşulara gitmiş Fatma evde yalnızdı. Kapıları odalara açılan koridora girdim, babasını sordum. Malum yılın sonu geldi işlerimizin bitmesi an meselesiydi. Eğer bir, iki kalem sebze meyve ihalesinden birisi üzerimizde kalmazsa dönüşümüz kesindi. Bu hususu görüşmek için geldim, o zaman sen söyle benim aradığımı dedim. Bana tamam dedi. Ne içeriye buyur nede hoş geldin dedi. Durgundu benzi soluk, bakışları kaçamaktı. Sordum kendisine ne bu halin, bir şeyler mi oldu, seni kıracak bir harekette mi bulundum. Yok dedi, tamamda kırgın gibisin, oysaki size gelirken ayaklarım sanki yerde değil gibi oluyorum. Dedi sanki ben öyle değilim. Peki, ne bu halin; Hiç cevabını vererek dış kapıya doğru yöneldi. Git dercesine tavırla. Anlamamak ahrazlıktı. İkilemedim ve görüşürüz diyerek ayrıldım yanından.
Çok şaşkınım. Hem de öyle, böyle değil. Ben yokmuşum gibi davranmaya başladı. Sanki o mekânda hiç yokum. Yani hayatıma hiç girmemiş sanki ona açılan yüreğime hiç yerleşmemiş. Bir aradayken yalnızmış gibiyim, ayrı olduğumuz zamanda aramıyor. Taktik değiştirdi. Endişelerim beni zihnen yoruyor, düşüncelerim arap saçına döndü. Sevmem konusunda bir yanlışım yok, yok, ama sevmeyi beceremiyorum diye kendime kızıyorum. Kısacası sevmeyi beceremedim. Sizde de oluyor mu? Gece gündüz onu düşünüyorum, onunla olmak, birlikte oturup kalkmak, uğruna akla gelmeyecek şeyler yapmak istiyorum. Peki, bendeki bu aşk mı yoksa takıntımı?
Birkaç gün sonra iş yerimizde depodaydım. Yazıhaneden kapı önüne çıktım. Havada az esinti vardı ama güneşliydi. Terli olanı üşütecek gibide, normalde hava pek soğuk değildi. Hasan bakkalla selamlaştım. Depodan bir elma sandığı aldım kapının önüne koydum ve üzerine oturdum. Hasan bakkal çay vereyim mi? yeni demledim ben içiyorum dedi, olur geliyorum bardak alıp geleyim, biraz da sohbet ederiz dedim. Bakkala her an müşteri geldiğinden onlarla pek sohbet olmaz ama ihtiyacım vardı. İçim daralıyor yerimde duramıyordum. Kaç kez dolaştım liman tarafını, fakat rahatlayamıyordum. Sıkıntı arttıkça artıyordu. Haftada 3 kez mal teslimim olurdu, haftada bire düştü. Önümde beni meşgul edecek bir işte olmayınca vakitte geçmiyordu. Birde, ya ihaleye girerde üzerimizde kalmazsa hepten buralardan gideriz, bir daha gelmek mi çok zor düşüncesi vardı. Bakkal Hasanın yanına geçtim selam verdim, müşteriler için koyduğu bir taburesi vardı üzerine oturdum. Hasanda çay verdi. Şekerini attım karıştırıyordum. İçeriye Fatmanın amcasının kızı kuzeni girdi, beni görünce gülümsedi, ne haber dedi. Sağ olasın dedim. Nasıl gidiyor, canın sıkkın gibi dedi. İyi gitmiyor, seninde dediğin gibi biraz can sıkıyorum ama geçer dedim. Konuşmak istermisin dedi, benimde canıma minnetti, tabi alışverişini yap yazıhaneye geçiyorum gelirsen biraz laflarız dedim. Elimde bardakla yazıhane ye geçtim. Beş dakika kadar sonra geldi. Fatmanın kuzeni nedir derdin, anlat dedi. Neye can sıkıyorsun. Dedim sanırım işlerimiz bitti buralardan gideceğiz gibi, sezon sonu geldi, buralara da alıştım, bilmem sizde de olur mu, bir burukluk var dedim. Birkaç saniye yüzüme baktı, tebessümle yok o değil seni düşüncelere daldıran, ben biliyorum de hadi. Anlat ki için açılsın dedi. Yok, hakikaten bir düşüncem yok dedim. Ya anlat, sıkıntının sebebi Fatma değil mi? Az önce onlardaydım ve Fatma’nın da durgun olduğunu gördüm, ona da sordum. Annesiyle biraz tartıştıklarını, kendisine kızdığını söyledi. Sebep neymiş dedim. Geçen gün sanırım gezmeye gitmişsiniz, geç dönmüşsünüz o yüzdenmiş, aranızda bir şeyler mi var diye şüpheleniyormuş bu yüzden kızmış dedi. Varsa da olmaz diyormuş yol yakınken aranıza mesafe koy diyormuş. Bu yüzden de ağlamaklı bir halde. Bu aralar pek uğramasan iyi olur biraz nefes alsın dedi. Fatma’ya dememi istediğin bir şeyler var mı uğrarım söylerim dedi, diyeceğim bir şeyler yok dedim, acelesi var gibiydi hadi beni evden beklerler hoşça kal dedi ve gitti. Sanırım Fatma kuzenine telefon etti yanına çağırdı biraz dertlenmiş olmalılar ki, benimde depoda olduğumu bildiğinden bir uğramasını istedi, nasıl olduğumu öğrenmesi babından gönderdi diye düşündüm. Güya Fatmanın kuzeniyle konuşunca içime bir ferahlık gelecekti iyice sıkıntı girdi. Keza annesi tarafından bir set çekildiğini öğrenince sıkıntım daha da arttı.
Birkaç gün evden dışarıya çıkmadım, hatta odamdan dahi zorunlu olmadıkça çıkmadım. Selvinur ablam kapıyı tıkladı, Murat gelebilirmiyim dedi. Gel ablam gel dedim. Kapı dışarıdan başparmak büyüklüğünde bir nevi tatlı kaşığın düzeltilmiş şekli olan ve sivri ucunun içeriye doğru bir delik vasıtasıyla girmesiyle, içeride haznesine girmiş yerinden aşağı yukarı kalkabilen bir ucu sabit ince çubuğun yukarıya doğru kaldırılmasıyla, açılıp, kapanır tarzdaydı. Böyle bir düzenekliydi. Açılıp kapanması kapı kolu vasıtasıyla değildi. Eskiden bütün evlerin kapıları bu tür bir düzenekle açılıp kapanırdı. Odamın kapısı biraz zorlanarak açıldı. Ablamın elinde bir tepsi, üzerinde iki dilim ekmek ve çorba kâsesiyle içeri girdi. Ben elinden tepsiyi almak için uzandığım somyamdan kalktım.
- Meraklı ve esprili tarzda, ee şehzadem, kaç gündür kendini unutturdun, yemeğe gelmiyorsun, kahvaltı yapmıyorsun. Nedir bu vaziyetin anlat bana, hasta olmadığını biliyorum dedi.
- Ablam dedim hastayım iştahım kesik, su dahi içmek istemiyorum, evet hapşırığım, öksürüğüm yok ama halsizliğim var.
- Hadi oradan. Hasta olmadığını biliyorum. Halsiz olsan, yatağından doğrulamaz, tepsiyi almak için ayağa kalkamazdın. Şimdi çorbayı iç sonra ifadeni almaya geleceğim dedi ve gitti.
Çorba sıcaktı, ateşten yeni indirilmiş, tereyağlı ve bol salçalı şehriye çorbasıydı. Ablam ramazan boyu her akşam bu çorbadan yaptı. O kadar lezzetli olur ki, o çorbayı içerken adeta başka yemek istenmez. Ayrıca pirinç pilavı ile ekşili marul salatasına da diyecek yoktu. Çorbadan bir kaşık aldım, limonda sıkılmış, ekşili sevdiğimi bildiğinden azda limon sıkmayı ihmal etmemiş. Ekmeksiz çorbayı kaşıkladım, tepsiyi mutfağa götürdüm. Ablam sigara içiyordu. Birde kahve yapmış, merakı olan takvim yapraklarını okuyordu. Otur sana da kahve yapayım sonra konuşuruz dedi.
Aslında birileriyle konuşmak istiyordum. Anlatmak istiyordum kelime, kelime içimdeki beni rahatsız eden dürtüleri. Fakat endişe ediyordum, içimi anlatamıyordum kimselere, beni kavuran ateşi. Ne diyebilirdim ki, gözlerine kaçamak baktığımı mı, tesadüfen elinin elime değdiğini mi, ateşinin canımı yaktığını mı? Yoksa martılara simit attığımızı mı? Ben sevdiğimi biliyorum ama sevildiğimi bilmiyorum. Ortak bir yaşanmışlıkta yok, misafirlikten başka. Ama nedir bu içimdeki yangın, içimdeki ateş, bu ateş yana, yana hem kendisini hem de beni tüketiyor.
Ablam seslendi.
- Hey! Alo burdamısın. Bak bir, konuşur, laf ederiz dedim, düşün demedim. Kahve yapayımı mı dedim ses etmedin, gene de kahve yaptım. Hadi iç ve kapat, hem falına da bakayım. Belki bir şeyler görünür. Hani Fatma gibi bir şeyler ha!
Ablam bir şekilde sohbetin ucunu açmıştı kahve, fal diyerek. Neden durgunum anlatmam gerekirdi. Yoksa beynimin etini yerdi. Akşama kadar aşağı mahalle, yukarı mahalle tırmandırır yorar beni.
- Ablam; Fala bakacaksın ya orada benim ne durumda olduğumu okursun, uykum var ben gidip yatayım dedim ama nafile.
- Otur şuraya! Anlat bakayım. Oğlum biz Adanalıyık bilmiyon mu? Bilmiyorsan öğretirim.
- Eh! Biliyorum Adanalısın da, ne anlatayım be ablam. Senin bildiğin kadarını biliyorum. Hiç bir şeyler yok iken, bir kıvılcım atıldı yüreğime, saman ağılı gibi tutuştum, o ateşin içinde yanıyorum be ablam. Seviyormuyum, seviliyormuyum bilmiyorum. Bugün kuzeni geldi. Güya sevindirici haber gibi bir şeyler anlattı, içime de bir çomak soktu gitti.
Kederli bir yalnızlık var içimde. Tıklım, tıklım dolu iskelede yalnızlık ne demek bilirmisin be ablam. Etrafımdaki sessizlik, ölüm sessizliği gibi. Tıpkı iskeleye bağlı tekne gibiyim. Kendimi çözüp gidemiyorum, onu da zaten anası tutuyor, yüzüp de gelemez ki;
- Ablam; kendine gel diyeceğim, ama bu yolları bende bilirim, kolay değil. Zamana bırak en iyisini zaman bilir. Hani ne demişler, gün ola harman ola. Hadi o zaman Murat’ı da hazırlayayım sahile doğru biraz adımlayalım. Hem orada bahçeye de oturur çayda içerik ha dedi.
Olur dedim. Bende hazırlanayım dedim. Odama geçtim. Hazırlanmamız pek uzun sürmedi. Ablam benden de önce hazırlandı aşağıya ineceğini ünledi. Kapıyı korala gel aşağıya iniyorum dedi. Tamam dedim. Kapımızı kilitledim bende aşağıya indim. İskeleye geldik. Sahil, etraftaki çay bahçeleri, deniz bir başka görünüyordu gözüme. İlk geldiğim an ki gibi değildi. Ağlıyordu sanki. Bir hüzün içindeydi. Dalgaların yer, yer ıslattığı iskele donuk parlıyordu, hüznünü gösterircesine. Martılar yok denecek kadar azdı, yerini karabatak kuşlarına bırakmıştı. Çay bahçesinden gelen müzik dahi dokunuyordu. Oracıktan gitmek istiyordum ama gidemiyordum, ayıp olacaktı ablama. Oturalım mı adımlayalım mı dedim. Bana bıraktı. O zaman bahçeye geçelim bir şeyler içelim dedim.
Hani her yılın sonu 31 Aralık gecesi saat tam 24,00 de hep birlikte ayağa kalkılırda, giren yeni yıl neşeli olarak alkışlarla ayakta karşılanır ya! Gerçekten doğru diyecek gibiydim. Birde yeni yıla nasıl girersen, o yılı öyle geçirirsinde derler, oda doğru gibi. Çünkü bu yıla düşünceli ve can sıkıntısıyla girmiştim. Odamda yalnızdım ve somyama uzanarak girmiştim. Eğlenceden mahrumdum, radyo ablamların odasındaydı. Onlarda erkenden yatmışlardı. Gecen yıl gibi Fatmalara da gitmedik, bir gerginlik var gibiydi. Bir bunalım vardı, kurtulamıyordum. Uyumak istiyorum oda olmuyordu. Bir garip düşünceler içindeydim. Önümde bir karlı dağ vardı ve ben bu dağı aşamıyordum. Daha birkaç hafta önce kurduğum pembe hayallerden eser kalmamıştı.
Gelibolu’ya ilk geldiğimiz günü hatırlıyorum da, hayat ne kadar renkli görünüyordu, otelde kalıyorduk, hemen otelin altında kahvehanede Yılmaz abimle tavla oynuyorduk. Değişiklik olsun diye de bazen dama bazen de domino oynuyorduk. Ben domino oyununu bilmiyordum da abim bunda bilmeyecek ne var, deliğini deliğine denk getireceksin diye anlatmıştı da birkaç defa oynayınca öğrenmiştim. Bulunduğumuz yerde fazla gezinti yeri olmayınca da sıkılıncaya kadar oturuyorduk,
Arada bir iskeleye doğru yürüyorduk. İskele hemen otelin karşısındaydı ama yarım ay gibi etrafını dolaştığımızda gidiş geliş bayağı bir zaman alıyordu. Her gün aynı şeyi yapınca da sıkılıyorduk. Gazeteden, maçları takip edip, spor toto oynuyorduk. Ben bir defasında ikramiye sayısı olan on üçü bile tutturmuştum. Gerçi o hafta on üçü bilen çok olunca o günün parasıyla çok az ikramiye almıştım. Hayat ne kadar güzeldi o vakitler, gırgırdı ve şamatayla geçiyordu günümüz. Şunun şurasında ne kadar zaman olmuştu ki, gecen zaman, yani yıllar değildi. Lakin kendimi birden acıların, sıkıntıların, çekilmez bir ortamın içinde buldum. Dayanılmazmış gibi bir yaşantı içine girdim. Bu güne gelişimin sebebi belliydi. Gönlümün dere gibi akmasıydı. Ben bir dere gibi de olamamıştım. O bile akacağı yeri biliyordu, hedefine ulaşacağından emindi. Ama bende bir hedef yoktu, nereye aktığım belli değildi. Boşuna bir akış içindeydim. Bu karmakarışık duygularım arasında artık dönüş hazırlıkları yapılıyordu. Bir daha ne zaman bu yöreye gelirdim bilmiyorum. Sanki burada doğdum büyüdüm de gurbete gidecekmişim gibi duygular içindeydim. Ama bir gerçek vardı gidilecekti. Hayır, ben gitmeyeceğim burada kalacağım gibi bir irade içinde de olamazdım. Çünkü ekonomik özgürlüğümü almış değildim. Bu çaresizlik içinde olmama rağmen gönül sevdasına kapılmış olmam mantıken kabul edilemez bir olaydı ama yapacak bir şeyim de yoktu, çaresizdim. Bugün yarın şu hafta, öbür hafta derken memlekete dönüş günü geldi çattı. Zaten depo boşaltılmıştı. Evde de pek sergi yoktu, olanları da ev sahibine verdik. Sadece valizlerimiz ve biz. Bütün serüven bir valiz içindeydi ve böylece bir öğle vakti otobüslerin yazıhanesi önüne geldik. İlk geldiğimizde kaldığımız Yılmaz Otelinin önüne. Bütün otobüsler orada durup yolcusunu alıp yola devam ediyor. İstanbul’a gidende, Çanakkale, İzmir istikametine gidende yolcularını oradan alıyor. Firmaların yazıhaneleri, irtibat yeri orasıydı. Gideceğimizi bilen ve duyan zaman içinde tanıştığımız arkadaşlar uğurlamaya geldiler. Yılmaz abim ve ablam önceki gün Fatmalara gitmişlerdi, geleceklerini tahmin etmiyordum. Bir saat kadar yazıhane önünde oturduk. Çay içtiğimiz kahvehane, konakladığımız otel, kahvaltılık suböreği aldığımız pastane, iskele, iskeledeki tekneler, tarihi sur, bir başka bakıyordu. Bir esinti vardı havada, tozu toprağa karıştırdı denir ya, öyle bir esinti vardı sanki güle, güle dercesine el sallar gibiydi. Bir matem havası içindeydi Gelibolu. Bana öyle geliyordu. Sevinen, neşelenen yokmuydu vardı ebette. Farklı olan bendim, bir şeylerin eksikliği bendeydi. Mesela ablam çok sevinçliydi, Yılmaz abide sevinçliydi. Benim sevincim oradaydı, orada kalıyordu. Tek taraflıydı sevgi. O tek olan sevgimi orada bırakıyordum ve hayatı boyunca yalnız kalacaktı. Nihayet otobüs geldi, ayrılık vaktiydi. Önden ilk üç koltuk bize aitti. Oturduk yerleştik. Bende bir umut vardı, el sallayacak biri gelecek diye, o birini görmek istiyordu gözlerim. Ablam bekleme dedi, gelmeyecek dedi. Boşuna kendini helak etme dedi. Ama içimi bilmiyordu, ağladığını bilmiyordu içimin. Otobüs kalkmıştı, ablamın dediği olmuştu, gelmemişti. O uzun yolun bitmesini istemiyordum. Bir şekilde gerisin geri dönse yazıhanenin önüne diyordum. İçimdeki fırtınalar koptukça kopuyordu. Bu karmakarışık duygular içinde otobüsün tekerleği döndükçe döndü, gittikçe gitti ve artık memleketteydim.
Hani ağaçlardan ağaçlara uçan, semaları gezip, en yüksek tepelere çıkan, derelerin, denizlerin üzerinde pike yapıp, konduğu ve yemlendiği yerlere yükseklerden bakan kuşun kanadı kırılınca uçtuğu, yerlere gidemezde hayal eder ya! Bende hayallerime uçamaz, hayal kuramaz oldum. Çünkü biliyordum hayali olmayanın istikbalinin olmadığını. Biliyordum kanadı kırık kuşun uçamadığını, hayalimin kanadı kırılmıştı da hayalimi hayal edemiyordum. Yanan bir sigara gibi olmuştum. Bir yarım külle diğer yarım, dumanla yok oluyordu. Üstüne üstlük yok olmayan kalanımın üzerine basılıyordu da eziliyordum. Gelibolu da bulunmam ve Fatma ile olan duygusal bağım henüz yeniydi. Çok uzun zaman değildi ama kısa zamanda değildi. Pişirilmekten vazgeçilen yemekti sanki birlikteliğimiz. Geleceğimizi pişirecek tenceremizin kapağı içine konup kaldırılmıştı, vazgeçilmişti pişirilmek üzere olan hikâyemiz. Su kaplumbağasının arada bir karaya çıkıp hava alması gibi hava almaya mı çıkmıştım da Gelibolu’daydım anlamamıştım. Burasımıydı havalandığım yer diyordum da düştüğüm duruma bakındıkça suçluyordum kendimi. Üç ay olmuştu Gelibolu ‘dan memlekete döneli. Gün geçmiyor ki sıkıntılar peşimi bıraksın. Hiçbir yerden huzur bulamıyordum. Arkadaşlara takılmak, onlarla vakit geçirmek dahi istemiyordum. Evimizde de bir telaş vardı. Sanki evdekilerin hepsi bir arada ben yalızdım. Telaşlarını biliyordum da bilmiyor veya bilmek istemiyor gibi bir ortamdaydım. Evlilik hazırlığında olan kuzenimin mutluluğunu da görmezden gelemiyordum. Babam, amcam, Babaannem, halalarım pür telaş içindeler, sohbetin ana konusu kuzenimin evliliğiydi. Benim canlı bir ceset gibi ortalıkta dolaştığımdan kimselerin haberi yok, dikkatlerini bile çekmiyordum. Yeğenlerimin bile cıvıltıları, oynamaları, değişmişti san ki. Buda benim ağırıma gidiyor, içerliyordum. Kuzenim öğretmen lisesini bitirmişti ve öğretmen olmuştu bileziği kolundaydı. Gelecekle ilgili hayalleri vardı ama benim hayallerim gibi meçhul değildi. Ayakları üzerinde duracak bir düzeni vardı evleniyordu da, daha ne isterdi ki hayattan. Ben liseyi bitirmiştim, girdiğim üniversite sınavının sonucunu bekliyordum. Koluma bilezik ne zaman takılacağı meçhuldü. Yani hayat ta gerilerde masa üstünde duran, dört bir yanı bükük kâğıt ile ucu kırık kurşun kalem gibiydi. Oysaki tam verimli çağımdaydım yaşamak hakkım değilmiy di.
ARKASI YARIN
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.