- 272 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
MARTILARIN ÖZGÜRLÜK ŞARKISI
MARTILARIN ÖZGÜRLÜK ŞARKISI
Cunda Adası’nın Hasır Adası’na bakan sahilinde güneş ağır ağır selamlıyordu denizi. Suyun üzerinde dans eden ışıltılar koyulukları aydınlatıyor, grinin yerini maviye bırakıyordu. Kumsalda ne bir iz ne bir nefes vardı. Yalnızca karşı adada güneşle uyanan martıların müziği anımsatan uğultusu duyuluyordu.
Eylül ayının ılık esintisi deniz tuzuyla nemlendirdi uzun kumral saçlarını. Göz alabildiğine uzanan zeytin ağaçlarının o hoş kokusu doldu ciğerlerine. Deniz ve zeytin ağacı… Ayvalık’ın o eşsiz aroması bu iki mucizeden geliyordu. Çıplak ayaklarıyla suya biraz daha sokuldu. İncecik kuma batıp çıktı parmakları. Birkaç dakikalığına kapatıp gözlerini martıları dinledi. Çocukken hep martı olmak isterdi. Kıskanırdı özgürlüklerini. Durup düşününce hala kıskandığını fark etti.
Bu içe dönüş anı fazla uzun sürmemişti ki arkasında bekleyen adam huzursuzca homurdanmaya başladı. “Sabahın bu saatinde bunun için mi geldik sahile?” dedi. Yeni bir tartışmanın pusuda beklediğini düşünen kadın endişeyle ceplerini yokladı. Uğurlu taşını avcunda birkaç kez çevirip derin bir nefes aldı. Son zamanlarda alışkanlık haline gelen gülümseme maskesini yüzüne taktı ve adama dönerek “Eskiden olduğu gibi sabah yürüyüşü yaparız diye düşünmüştüm. Deniz havası ikimize de iyi gelir.” dedi. Uğurlu taşını avcunda sımsıkı tutmaya devam ediyordu. Kalbi çok hızlı çarpıyor, her zamanki sızlanmaları duymak istemiyordu. Adam öfkelendiğini belli etmemeye çalışarak gözlerini uzaktaki bir noktaya sabitledi. “Bunun için vaktim olduğunu mu sanıyorsun?” dedi. Kadın taşı daha da sıkı kavradı. Bir an için uğurlu taşını adamın suratının ortasına fırlatmayı düşündüyse de bundan hemen vazgeçti. Bu taş ona güç veren, mutlu anılarını hatırlatan tek şeydi ve onu kaybetmeye dayanamazdı.
Derin bir nefes alarak sudan çıktı. Islak ayaklarına aldırmadan giydi ayakkabılarını. Zaten içinde bulunduğu umutsuzluk girdabında ayakkabılarını nasıl giydiğinin ne önemi vardı ki? Bir anlık serinlikte dahi üşüteceğinden endişelenen adam, ıslak ayaklarına geçirdiği ayakkabılara kayıtsızca bakıyordu şimdi. Sahi ne zaman başlamıştı bu uzaklık? Yıllardır aynı yastığa baş koyduğu bu adam ne zaman yabancılaşmıştı? Bazı sabahlar tanımadığı birinin yanında uyandığını hissediyordu. Sözcükler havada asılı kalıyor, sohbetleri birkaç günlük rapordan ileri gitmiyordu. Donuk gözlerle ona bakan kocası evliliği tümden alışkanlığa dönüştürmüştü. Zamanında içini kıpır kıpır eden aşk ateşinin artık kıvılcımı bile kalmamıştı. Avcunda hala sımsıkı tuttuğu uğurlu taşından destek alarak ilerideki bir sahil lokantasına gitmeyi teklif etti. İnce, uzun bir delikanlı dışarıya sandalye çıkarıyordu. Bu saatte çay demlenmiş olmalıydı. Sesine neşeli bir ton vermeye çalışarak “Şanslıysak çayın yanına atıştırmalık bir şeyler de bulabiliriz.” dedi. Adam yüzünü daha da astı. Karanlık bir kasvet doluydu bakışları. Her şeye rağmen elini tutmak istedi kocasının. Eski günlerde olduğu gibi kocasıyla el ele yürümek hoş olurdu. Ancak adamın da elleri cebindeydi ve görünüşe bakılırsa çıkarmaya hiç niyeti yoktu. Bir cesaretle elini taşından çekti kadın. Kocasının koluna girerek onu yürümeye zorladı. Adam homurdanmaya devam ediyordu. Hazırlaması gereken sunum dosyasından, yapılacak ihalelerden söz ediyordu. Bir süredir işinden başka bir şeyden söz etmez olmuştu. Çok çalışıyordu. Sözde ailesine daha iyi bir hayat sağlamak için çalışıyordu ancak ailesinden koptuğunun, artık kendi başına bir hayat kurduğunun farkında değildi. Kadın ne kadar uğraşsa da adamın ördüğü kalın duvarların ardına geçemiyordu. İnsan en sevdiğinin bile yanında yalnızsa evli kalmanın ne anlamı vardı ki? Çoktan bitmiş bir evliliği devam ettirmeye çalışmak ne kadar mantıklıydı? Tek kişinin kürek çekmesiyle o gemi nereye kadar yol alırdı?
Kocasının söylenmeleri eşliğinde sahil lokantasına vardılar. Az önce sandalyeleri dışarı taşıyan delikanlı onları görünce biraz şaşırdı. Anlaşılan sabahın bu erken saatinde müşteri beklemiyordu. Şaşkınlığını üzerinden atar atmaz sıcacık bir gülümsemeyle yeni kurduğu masayı gösterdi. Ardından servis hazırlamak üzere arka taraftaki mutfağa geçti. Küçük tatlı bir kulübeyi andıran lokantanın duvarlarında, sararmış çerçeveler içinde belki de bu dünyadan çoktan göçmüş yaşlı balıkçıların dostça hatıraları asılıydı. Mavinin hemen her tonunun görülebileceği lokantanın bazı yerlerinde ise zeytin ağacı tasvirleri göze çarpıyordu. Gösterişsiz ama samimi bir mekandı. Kadın ilgiyle duvardaki resimleri incelerken adam cep telefonundan sabah haberlerini okuyordu. Delikanlı çayları getirdiğinde de başını kaldırıp bakmaya bile tenezzül etmedi. Kadın mahcubiyetini gizlemeye çalışarak genç adama belli belirsiz gülümsedi ve kocasına dönüp telefonu bırakmasını rica etti. Sosyal medyada takip ettiği her ne ise şimdi paylaştıkları andan daha kıymetli olamazdı.
Adam hiddetle telefonu kapatıp bardağın içindeki kaşığı kadının önüne fırlattı. Çayı şekersiz içerdi. Anlaşılan hayatına da tat katmak istemiyordu. Kadın önüne fırlatılan kaşığa uzunca bir süre baktı. Kendi çayına dokunmadı. Elini taşına götürdü. Kaygan yüzeyinde parmaklarını gezdirdi. Sonra ağır ağır kaldırdı başını ve dışarıda denizin üzerinde tüm ihtişamıyla uçan martıları izledi. O an fark etti nefes alamadığını. Kaybolduğunu, boğulduğunu…
Mutsuzluğun damağında bıraktığı acılık midesini bulandırdı. Martılar özgürdü. Kadınsa bu evliliğin içinde tutsaktı. Hayatı boyunca hep birilerinin esiri olmuştu. Başkalarını mutlu etmeye çalışırken yıpranan ruhunu önemsememiş, kendi kendini yıllarca görmezden gelmişti. “Martılar” dedi yeniden. “Ne kadar özgür.” “Ne saçmalıyorsun?” dedi adam. Hala öfkeliydi. Sıkılmıştı. Bir an önce gitmek istiyordu. Kendince karısının saçmalıklarına ayıracak vakti yoktu. Yapılacak dağ gibi iş varken burada oturmanın anlamı neydi ki? Karısı neden biraz daha anlayışlı olmayı başaramıyordu? Arkadaşlarının eşleri hiç böyle şeyler talep etmez, hiçbir şeyden şikâyet etmezlerdi.
Kocasının aklından geçenleri okuyordu kadın. Oysa istediği bir yudum sevgiydi. Hepsi bu. Gözleri dolu dolu baktı adama. Ruhundaki ağırlığı daha fazla taşıyamıyordu. Güzel hatıraları uzak bir geçmişte kalmıştı. Şimdi onlara ulaşmaya çalışmak fırtınalı denizde yol almak kadar tehlikeli ve zordu. Ayağa kalktı ve cebindeki taşı masanın üzerine koydu. Bunca yılın diyetini öder gibi. “Artık kendi özgürlüğümü elime alıyorum. Hoşça kal.” dedi. Kısa bir şaşkınlıktan sonra gözleri ışıldadı adamın. Üzülmemişti. Kadın hemen yakaladı bu bakışı. Belli ki bu karar, adamın nicedir istediği şeydi fakat kendi söyleyemeyecek kadar cesaretsizdi.
Yüreğindeki kelepçe nihayet serbest bıraktı kadını. Söylenecek tüm sözler tükendiğinde kulaklarında yalnız martıların özgürlük şarkıları kaldı.
(Esaretteki tüm kadınların kendi özgürlüklerine uçması umuduyla…)
Merve KIYMAZ
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.