Bebek Ve Ben
Bir kaç gün önce aile matinesine gitmişlerdi annemler. Filmi çok beğendiklerinden benim de görmemi önermişlerdi. Ben ve arkadaşım Can da filmde başrolü oynayan Yılmaz Güney’i çok sevdiğimizden, filmi görmeye karar verdik ve nihayet sinemanın önündeydik.
Hava kararmıştı çoktan. Can’la istemsizce sinemanın girişinde biriken topluluğa karıştık. “Bu ne biçim kuyruk yahu?” diyen Can sabırsızlandı; çünkü kuyrukta bir ilerleme yoktu. “Olum, sakin ol! Her kes gibi biz de beklicez sıramızı” demem pek işe yaramadı. Can, boynunu uzatıp uzatıp habire bilet gişesini kontrol etmeye çalışıyordu. Ben de sinirden sigaramı dumanlıyordum. Can, “sen bi dur burda; ben bi gidip bakim” dedi ve kalabalığa karıştı. Halbuki ben de idrar torbamın dolduğunu ve bir an önce bir tuvalete girmem gerektiğini hissediyordum.
Neyse; Can bir kaç dakika sonra geri döndü. Keyifliydi:
-Gel olum, girelim! Ben aldım biletleri, dedi.
Şaşırmakla birlikte çok sevinmiştim. Takıldım Can’ın peşine. Kalabalığı dele dele lobiyi geçtik. Önümde ilerleyen Can’ı kolundan tutarak durdurdum. “Ya olum, dur bi! Ne acele ediyon. Önce reklamlar olcak. Biraz bekle çok sıkıştım, anam!” dedim ve hemen “bay” tuvaletlerinin olduğu yere attım kendimi. Ne kadar sürdü bilmiyorum; ama geri döndüğümde kuyruk namına bir şey kalmamıştı. Can da görünmüyordu ortalıkta. Tam iki numaralı salona doğru giderken kucağındaki bebekle bir kadın yaklaştı bana. Kadının başı desenli bir peçeyle sarılıydı. Kucağındaki bebek kalın bir kundakla sarılıydı. Belli ki uyuyordu. Kadın iyice sokuldu yanıma ve önüne bakarak konuşmaya başladı:
-Afedersiniz! Bir zahmet bebeğimi tutar mısınız? Ben, eee bi goşu lavoboya gidecem de! Bebeginen olmuyo! Hemen dönecem, hemen! Eee gusura bakman he mi? Siz ahan şu banga oturugn; ben cabucak; hemencacük dönüm. Hı hı hı! demesiyle, kucağıma bebeğini emirvaki eder gibi bırakması bir oldu.
Ulan sanki ağzımdaki dil erimiş gibi oldum. Durup bebeğin pancar gibi kırmızı yüzüne baktım. Kocaman yassı bir burnu vardı. Mınnacık ağzı ve incecik dudakları vardı. Yanakları tombul ve gözleri de şişti sanki. Hiç sesi çıkmıyordu. “Aman Allahım!” dedim içimden; ne ki hiç bu kadar küçük bir bebek kucağıma almamıştım onyedi yaşıma rağmen. Bi kafamı kaldırdım ki kadın tuvaletlerin olduğu yöne değil de dış kapıya doğru gidiyor koşaraktan. Şaşkınlığım daha da arttı: “Demek ki yolunu şaşırdı kadıncağız” dedim. Kucağımda da elalemin bebeğiyle kalakaldım oracıkta.
Utanç duymuştum bu halimden. Allahtan koskoca lobide ben ve kucağımdaki bebekten başka bir hareketlilik yoktu. Bu nasıl bir tesadüf? “Can çoktan yayılmıştır salondaki numaralı koltuğuna. Belli ki benim neden hala gitmediğimi merak etmiyordu. Ya ben şimdi ne yapıcam?” diye düşünürken kahroluyordum.
Bekledim. Bekledim. Kadının geri döneceği yok! Kucağımda düzenli nefes alan bu pancar parçasıyla etrafıma bakmaya başladım. Sabırsızlandım. Bir Allahın kulunu görmeye çalıştım, ama nafile. Kalktım. Gişeye yaklaştım ve bilet satıcısına durumu izah ettim. Adam gözlerini hiç kırpmadan gözlerimin içine bakıyordu. Ürktüm. Sanki söylediklerime inanmıyor ve duymuyormuş gibi bakıyordu bana. “Valla ben size yardımcı olamam.” dedi ve önündeki para yığınını saymaya koyuldu yine.
Çaresizdim. Can niye beni hiç merak etmedi, diye öfke duyuyordum. Kucağımda tanımadığım bebekle, tanımadığım anasını aramaya karar verdim:
Kadının çıktığı kapıdan çıktım. Artık sinemanın dışındaydım. Ne in vardı ne de cin. Sanki yer yarılmış da kadını yutmuştu. Yok! Bebeğin anası yok: Kaldı bebek başıma bela. Filmi de kaçırdım. Ağlama krizi tuttu beni. Ağlıyordum oracıkta; hem de hıçkıra hıçkıra. Tekrar çaresizce sinemanın lobisine döndüm.
Yavaşça bıraktım bebeği bankın üstüne. Gişeye yaklaştım yine. Gişedekine polisi aramasını rica ettim. Ama o, onu da yapmayacağını söyledi. “Kendiniz arayınız. Buradan olmaz!” demez mi... Tam o sırada bebeğin mırıltılarını duydum. Eyvahhh! Asıl problem ve gerilim şimdi başlıyor, şimdi...
Bebek gerinip duruyordu. Ağzını şaplatıyor, dilini çıkarıyordu habire. “Abooo! Ulan bu aç!” dedim. "Şimdi ne bok yiycem?" O henüz zırlamadan hızlı adımlarla dışarıya çıktım. Kucağımda benim olmayan bir bebekle yürüdüm. Nereye gideceğimi bilemeden yürüdüm. Karşılaştığım insanlar dönüp dönüp bana bakıyor ve fısıldıyorlardı. Ağladığımı ve telaşlı olduğumu farketmiş olmalılardı. Nedense adımlarım beni eve götürdü. Belki de annemin beni kurtaracağını bilinçaltı düşündüğümdendi. Allahtan karanlıktı. Allahtan mahalleye gelince tanıdık biriyle karşılaşmadım şu ana kadar. Kime nasıl açıklayabilirdim ki kucağimdaki bebeğin nasıl kucağıma yerleştiğini?
Annem kapıyı açar açmaz hıçkırıklar içinde ağlama krizine girdim. Kendimi zapt edemiyordum. N’apiyim!
Bebek de bana eşlik etmeye başladı. Annem, “bu bebek de ne? Kimin bu Zafer, oğlum! Anlatsana zırlayacağına? Kim bu bebek? Heee...!” diyordu durmadan. Bi bebeğe, bi bana bakıyordu. Kucağındakini sallamakla yetinmiyor; habire beni dürtüyordu ayağıyla. “Anlatsana lan!” Oysa ben, bir türlü hıçkırıklarımı zaptedemiyordum ki izah edeyim. Kardeşim de üstüme abanmış, ” Zafer abi, annatsana ya! Bu kimin bebee? Yoksa senin mi ha?" Gidip kendimi suya atasım geliyordu; ama yerimden kıpırdayamayacak kadar güçsüzdüm.
Annem kah ağlıyor, bağırıyor; kah küfrediyordu bana. Birlikte salona geçtik nihayet. Bebeğin altını açtı. Meğer hem kaka yapmış hem de sırılsıklam etmış bezini. Bebeğin ağlamaları sıklaşmıştı. “Üeeee, üeeee!” diye. Annem durmadan “abooo! Bu çocuk aç. Hem de fena aç? Lan sen kimin piçisin?” Arada bi bana dönüp, “sen dur bi, sen dur! Hıııı!”
-Anası nerede bunun he? Onu niye getirmedin hııı? Kızım kalk sen! Hemen bi süt gaynat. Sout da getir. Verelim bu yavrucaa. Amanıııın! Allahım sen beyügsün! Bu neee! Başımıza getirdiğin, ne hııı! Allahııım! Evladım, sen bize niye demedin bunca zaman, he? Peki baban şindi eve gelince ne diyecez he?
Bunları söylerken güzel anam; bir yandan da serçe parmağını ağzında ıslatıp ıslatıp, bebeğin ağzına sokarak, susturmaya çalışıyordu.
Sinirlerim iyice boşalmıştı! Burnumu sildim. Kalktım yerimden ve annemin yanına oturdum. Bu esnada kızkardeğim sütlen gelmişti. Çay kaşığıyla bebeğe sütü veriyordu annem. Kız kardeşim de bebeğin elini tutmuş habire “guuuzuum! sen ne tatlı şeysin böle, haaa!” diyordu. Onlarda bir yumuşama sezinliyordum. Cesaretlenmiştim. Aldığım güçle, başından sonuna kadar anlattım olayı. Annemle kardeşim afallamışlardı. Kardeşim “ya, ya!”deyip duruyordu. Annem, “o zaman o kadın bu bebeğini terk etmiştir. Belli ki gizli doğurmuş. Tabii sana kakaladı!” diyor ve büyüttüğü gözleriyle kafasını sallıyordu. “Vay seni kaltak seni! Kimdi acaba? Kesin buralardan deeldir o? Burada herkeş herkeşi danır da!” diyordu.
Gerçekten benim de aklım almıyordu, ama ben en çok Can’a, okuldaki arkadaşlarıma ne diyecem; okula nasıl gidecem diye düşünüyordum. Ya babam? Ona nasıl anlatabilirdim bu problemi? Beyin hücrelerim infilak etme noktasına gelmişti. Açlığımı; en zaruri ihtiyaçlarımı unutmuştum. Adeta et ve kemik yığını gibi çökmüştüm kanapeye. O tatlı bebeğin başucundan ayrılamıyordum.
Annemle kardeşim, söylene söylene doyurdular bebeği. Havlulardan bez yaptılar ve sarıp sarmaladılar. İkide bir ”ah, ah guzum, ah bahtsız yavruuum seni nasılda attılar sokağaaa! Sana gimler gıydı guzuuum!” diye feryad ediyordu zavallı annem. Farkettim ki hem annem; hem de kardeşim ağlıyorlar. Annem şefkatle kollarının arasına aldığı bebekle ileri geri sallanırken “pişşş pişşş” diye sesler çıkarıyordu. Bu sesler benim bile hoşuma gidiyordu.
Babam geldi. Eyvah! Aksiyon şimdi başlayacaktı asıl: Hepimizi bir telaş tuttu! Annem, bebeği kardeşimin kollarına sıkıştırdı çabucak ve onu odasına gönderdi. Bana da hele sen otur burada, dedi. Kalbim küt küt atmaya başladı.
Babamın her zamanki ritüellerinden sonra bir huzursuzluk sezinledim. Gözlerimi ondan alamıyordum. Babam da arada bir dönüp dönüp bana bakıyordu. O bana baktıkça yoğunlaşarak çarpan kalbimin sesini duyuluyordum. Nefesim kesilecek gibi oluyordu. “Biliyor mu yoksa?”
-Oğlum sen hasta mısın? Nedir öyle oturmuş beni süzüyorsun?
Sonra anneme dönüp baktı; yine bana döndü:
-Yahu konuşsanıza! Bir şey mi oldu, halla halla!
Dikti çakır gözlerini süretimin taa ortasına.
Zangır zangır titrediğimi hissettim. Annem boğazını temizledi. Derin bir nefes aldı ve “de dur anlayatım” dedi. Babam nefesini tutar gibi pür dikkat annemi dinliyordu. Bana hiç dönüp bakmadan; çıt çıkarmadan dinliyordu. Birden fırladı yerinden. Bana doğru geldi. Üzerime eğilerek “kalk bakalım, kalk! Heemmen karakola gidiyoruz! Getirin bakim onu! Heemmen, diyorum, hemen!” derken sesi müthiş endişeli ve sertti. Annem kardeşimin odasına hızla daldı ve kucağındaki bebekle geri döndü. Ağlıyordu annem. Kardeşim de annemi ve bebeği koruma içgüdüsüyle yanlarından ayrılmıyordu.
Babam, annemin kucağında uyumakta olan bebeğe yaklaştı ve baktı uzun uzun. “Yaw bu yeni doğmuş!” dedi. Annem hıçkırıklarını tutamıyordu artık. Sesli sesli ağlıyordu. Kardeşim de burnunu çekip duruyordu. Ben dikildiğim yerde hislerini yitirmiş bir robotu andırıyordum. Babam eliyle kapıyı göstererek, hazırlanmamı söyledi. Oysa ben çoktan hazırdım. O ara babam anneme “sen niye ağlıyon? Kesin! Yeter!” diye çıkıştı. Annem bebeği, beşiği andıran hasırdan bir sepetin içine güzelce yatırdı. Bebek uyanmasın diye sessizce yapıyordu bunları. Tutuşturdu sepeti elime. “Hadi olum; Allah yardımcımız ola! diye fısıldadı kulağıma. Ve çıktık yola.
Karakoldaki polis amiri, bamabı dinledikten sonra bana döndü. Homurdanarak, şüpheli şüpheli baktı bana bir süre. "Benim yalan söylediğimi mi düşünüyor yoksa? Yoksa, yoksa bu bebeğin benim peydahladığıma mı inanıyorlar?" Biran böyle düşünme ihtiyacı duymak, beni daha da kaygılandırmıştı. Bütün bedenimin alevler içinde yandığını hissediyordum. Terlemeye başlamıştım. Spastik bir halde parmaklarımı kıracak derecede sıkıp durduğumu farkettim. Fakat tuhaf bir nedenden ağrı hissetmiyordum. Ben deliriyor muyum yoksa?
"Anlat bakalım delikanlı?" dedi polis amiri. Babamın anlattıkları yetmiyormuş gibi, bir de benden duymak istiyordu bu lanet olasıca hikayeyi. Biçare anlattım kurumuş ağzım ve genzimle. Gözleri hep bendeydi amirin. Yanında oturan polis de söylediklerimi yazıyordu daktiloyla. Yanımda oturan babam, durmadan iç çekiyor ve homurdanıyordu. Acı ve utanç içindeydi. O içini çektikçe ben daha da tedirgin oluyordum. Bir ton soru ve sualden sonra “bizim yapabileceğimiz bişi yok maalesef. Biz anneyi arama çalışmalarına hemen başlarız. Ammaa bu çocuk sizde kalacak biz anneyi bulana kadar.” dedi. Babam, “ama komiser bey...” diye başladıysa da sözüne, dinlemeye yanaşmadı o komiser bey. Babamla bakıştık çaresiz. Bebeğin sesleri ve kımıldamaları dikkatimizi üzerine çekti. “Hadi kolay gelsin! Bekleyin! Bizden haber bekleyin!” deyip eve gönderdiler bizi.
Elimdeki sepette mızırdanıp duran bebekle eve gelene kadar, babam hiç konuşmadı benimle. Yoksa, yoksa o da mı bana inanmıyor? "Ben şimdi ne bok yiycem? Allahım bana yardım et yaaa!" diye yalvarıyordum içimden. Elimden gelse, hemen ve anında, "puuf" diye silip yok etmek isterdim varlığımı; ama nafile! Körkütük ve faydasız bir varlığa dönüşmüştum sadece.
Evde bizi karşılayan annemle kardeşim bebeği görünce sevinmişe benziyorlardı. Annem hemen fırlayıp aldı sepeti. “Yavruuum, yavruuum! Sen uyandın mı? Sen acıktın mı ha?” diye fısıldıyordu o çocuksu sesiyle. Kardeşim, telaşlı telaşlı, bebeğin karnını doyurmak için hemen mutfağa koşmuştu bile. Babam suspus annemi izliyordu. Dudaklarında bir tebessüm belirdiğini farkettim. Ben ise ne sevinebiliyordum; ne de ses çıkarabiliyordum. Bitkindim. Gözlerimi kapatıp, bir kaç saniyeliğine de olsa; başka bir dünyada olmayı düşlüyordum.
Aniden Can aklıma geldi. Sinema çoktan dağılmış olmalıydı. Saate baktım. “Hayret! Nasıl olur? Nasıl olur da Can beni merak etmez bu saate kadar...” diyordum. Kardeşime yaklaşıp Can’ın arayıp aramadığını sordum. Kardeşim, biz karakoldayken Can’ın geldiğini ve olayı öğrendiğinde şok olduğunu ve hiç bir anlam veremediğini anlattı. Ve yarın sabah uğrayacağını da söylemişti. Bunu bilmek biraz rahatlatmıştı beni. Çünkü Can ile o kadını aramaya bizzat kendim çıkacağim, diye düşünüyordum.
Velhasıl uyku saatlerimiz geldi. Babam odasına çekilmeden yanıma yaklaştı: Kulağıma kadar eğilerek ve sert bir sesle, ”bana bak! Bu bebek, yarın bu evde olmayacak; anlaşıldı mı? Gidip anasını bulacaksın ve bu bebek bu evden gidecek, bitti!” dedi ve benim bir şey söylememe fırsat vermeden, odasına çekildi. Onun bu söylemi beni yeniden derin bir kaygıya düşürdü. Ben şimdi nasıl uyuyabilirdim ki?
Annem geceyi bebekle beraber benim odamda geçirmeye karar verdi. "Tabii, baba hazretlerinin rahat uyuması daha önemliydi, di mi?" diye düşündüm. O an; o bana inanmayan babama müthiş öfke duyduğumu hissettim. Ve sonra bebeğe döndüm. Bakalım bizi uyutacak mı bu bebek. Gerçi benim uykusuz kalmam önemli değildi tabii; sorumlu bendim ya!
Bir süre kıvrandım kaldım yatağımda. Bir türlü uyuyamıyordum. Annem bebekle yerdeki döşekte yatıyordu. İyi bakılan ve karnı tok olan bebek mışıl mışıl uyuyordu. Anneme baktım o da zavallı; büzüşmüş yatağın ucuna uyuyordu. Babamın son sözü geldi aklıma: Ürperti sardı bütün bedenimi. Yeniden zangır zangır titrediğimi kanıksadım. Ağzım kurudu. Soluğum sıklaştı ve kalbimin sesini yine duyar oldum. Bu bir zulümdü; işkenceydi. Loş odada yerdekileri süzüyordum. Hemen bir karar verdim: "Bu bebeği yok etmeliyim. Yoksa hayatım zindan olacak."
Kalktım yataktan. Sessizce giydim üstümü. Sepet kapının arkasında duruyordu. Bu iyiydi. Ayaklarımın ucuna basarak yaklaştım bebeğe. Usulca aldım onu kucağıma. Kapıyı yavaş yavaş araladım. Bir kolumda bebek, bir elimde sepetle çıktım odadan. Kapattım kapıyı ardımdan. Bebeği sepetin içine sessizce yerleştirdim. “Allahım! N’olur ağlatma bunu!” diye dua ettim. Babamın odasının kapısı kapalıydı. İçerden horlaması duyuluyordu. Ya kardeşim? Yok yok o da kesin uyuyordu. Emindim bundan!
Dış kapıya kadar geldim. Ağır ağır çevirdim kilidi. “Oh be! Ses çıkarmadı." Ayakkabılarını parmağımın yardımıyla geçirdim ayaklarıma. Sepeti aldım ve gecenin bu saatinde çıktım alacalı karanlığın bağrına. Kapıyı usulca kapattım, ama kilitleme imkanım yoktu. Anında, “ne olacaksa olsun!” diye geçirdim içimden... Hızlı adımlarla, sokak lambalarının aydınlattığı sessiz sokarda; elimdeki sepetle yürüdüm. Hızlanmıştım. Ah! Bir köpek havlaması... "Nolur gelme bana doğru!" diye yalvarıyordum. Şuurumu kaybetmiş gibiydim; ama güçlü hissediyordum kendimi. Sanki üstüme düşen koca bir kayanın altında ezilmekten kurtulacağım hissiyle, ayaklarımın beni deniz kıyısına getirdiğini farkettim. Burası, burası her zaman yüzmek için geldiğim sahildi. Aman Allahım! Bomboştu. Ayın şavkı vuruyordu suya. Deniz karaydı. Dalgalar ışıldıyor ve ayaklarıma vuruyordu hafiften. Elimdeki sepete; içinde hala uyuyan bebeğe baktım. Etrafıma baktım yine. Hayır hayır! Kimseler yoktu. Kimseler görmeyecekti beni.
Eğilip aldım bebeği kucağıma. O an bir mırıltı duydum ondan. Kucağımda kıpır kıpırdı şimdi. Gözümü ondan alamıyordum. Ayaklarım da sabırsızca beni, denizin derinliğine gütürüyordu. “Evet! Hazır ve nazırım. Bu sorunu burada çözeceğim." dedim. Artık sesli konuşuyordum. Nasılsa beni duyan olmayacaktı. Artık haykırabilirdim de... Ve tekrar özgürlüğüme kavuşacağım. Utanç duymadan; kimseye hesap vermeden yaşayacağım. “Minik bebek! Beni affet e mi? Seni hiç kimse istemiyor: Ben de sana bakamam. Bakmak zorunda da değilim, anlıyor musun? Şimdi , şimdi sakın ağlama. Üzülme e mi? Henüz hayatın bokluklarını görmeden, yaşamadan ölmek en iyisi senin için. Ama lütfen, lütfen beni affet, e mi bebek? Affet! Affet! Bak seni bu kutsal suyun içine emanet ediyorum. Orada neredeyse hiç acı çekmeden uyuyacaksın. Hem bak! Soğuk değil. Sen zaten musmutlu yüzüyordun annenin rahminde. Şimdi yine öyle yatıcaksın suyun içinde. He he... Bakma sen gözyaşlarıma. Bakma. B a k m a...”
***
Kaskatı ve hıçkırıklar içindeydim uyandığımda, kasılmaktan çenem kilitlenmiş ve ağrıyordu. Yataktan fırladım. Oturdum bir süre. Etrafıma bakıp yokladım ellerimi, yüzümü ve bedenimi. Evet! Ben evimdeydim; yatağımdaydım ve geceydi henüz. Yerde de yatak matak yoktu. Demek ki... demek ki ben bir kabus görmüştüm. Aman Allahım! Ama niye?
"Bu kabusu birilerine anlatmalıyım. Anlatmalıyım ki unutulmasın!" diye geçirdim içimden. Öyle bir korkmuştum ki tekrardan yatmaya cesaretim yoktu. Gözlerimi kapatır kapatmaz bu kabusun devam etmesinden korkarak oturdum yatağımda. Ve düşündüm...
Not: bu kabus, 1979 (!) senesinde Diyarbakır’da; bir arkadaşımın liseli erkek kardeşi tarafından anlatılmıştı. Çok enteresan ve etkili bulmuş olmalıyım ki hiç unutamadım. O zaman duyduğum ürpertiyi anımsadığımda, hala ürperdiğimi hissederim. Fakat malum; aşınmış bir hafızayla yazıyorum bunu. Hikayenin kurgusu, ekler ve ayrıntılar bana aittir. Affola!
(Umuyor ve diliyorum ki kabusun sahibi hala yaşıyor ve bu öykümü okuyup anımsayacak durumdadır. Saygı ve selamlarımı iletmeyi borç bilirim!)
Heidi Korkmaz, Ekim 2020 Sthlm
YORUMLAR
Gerildim okurken, demek ki başımıza gelseydi kabusa yaşayacaktım dedim kendi kendime.
Nasıl ağır bir yüktür ve nereden bakarsak bakalım hafızaya öyle yerleşiyor ki aşınmış olması bile unutmayı imkansız kılıyor
Sevgiyle selamlar
Tüya
Anımsamaya çalıştım hep; ne dendi, nasıl yorumlandı o gencin bu kabusu, diye... Ama nafile... Fakat tahmin etmek zor değil, öyle değil mi?
Zaman ayırıp okuduğunuz ve bıraktığınız kıymetli yorumunuz için çoook teşekkür ederim, Ümmühancığım.
Çok selamlar, sevgiler sıcak yüreğinize.
Uzuuuun bir yazı.
Kader koysaydın adını.
Adsız olmuyor.
Babam ve oğlum filmi geldi aklıma.
Vicdan fakir halkın tapusu...
Anne olmak kolay mı?
Çok saygımla.
Tüya
Toplumsal değerler değişmedikçe analık, kadın olmak elbette zordur. O gün kabus olup gençlerin hayatında iz birakan yargılardan kurtulundu mu? Hayır! Bilakıs (dışardan izlenimlerim) cinsiyetçi ve bağnaz bir şekmekeşliğin içerisine sürklenmekte her kes. Nerdeyse soluk almak bile günah sayılacak...
Değerli Üstadım, çok teşekkür ederim uzun yazımı okumaya zaman ayırp yorumunuzla kıymet kattığınız için.
Her daim saygım ve selamlarımla.
hayatın akışı içerisinde bu türden olayları çok duyduk, acı ama gerçek maalesef.
böylesi bir olaydan etkilenerek rüyalarında yaşanılan bir olayın etkisinde kalarak, bununla yaşamak nasıl bir duygudur inan bilmiyorum.
bir de gerçeğini yaşayandan dinlemek lazım belki;))
anlatım gücü konuya çok hakim bir kaleminizin varlığına işarettir.
tebrikler
nice saygılarımla
Tüya
Toplumsal tabular; yoz "ahlak" değerleri kırk yıl önce de vardı; tıpkı buğün yoğunlaşarak hükmünü sürdüğü gibi...
Zaman ayırıp okuduğunuz ve bıraktığınız kıymetli yorumunuz için çok teşekkür ederim, efendim.
Nice saygılar benden olsun.