Cihangirli Çiçekçi Kız..gözlerinde çorak nehirlerin uzayan tenhalığı ay ışığı çalınmış bezirgan geçitlerin hoyrat kızı döşü kibrit ahusu bilekleri sarmaşık düşleri cinnet baygın intiharlarla sırnaşık yabanıl gülüşünle göğsümde tüten bir sılaydın ne vakit yakama zehir fikrime de titrek bir telaş bıraktın… oysa soframızda şarap yüzümüzde aynalar çatlamamıştı ve adımız muhtar kayıtlarında sakıncasız dilekçeler kadardı o dağlara sürgün sevdaları tek başına geçmek kolaydı da bu savrulan sözler şimdi hangi şehirde bir yalan yemin kaldı… gittin islendiğimiz ateşler artık parmaklarında üşüyecek yıldızlar dileklerinde kırpışıp kirpiklerinde ıslanıp sönmeyecek ve gün’e hazır ettiğin çayımız bir daha o ellerinle hiç tütmeyecek cihangirli çiçekçi kız desen o da yüzümüzden selamı sabahı kesecek… meğer vuslatı kayıp turna türküsüymüş aşklar varsın bana kalsın kapı diye başımı çarpacağım bunca enkaz bomboş camlar… gayri ben yaktım gülleri aklıma kül bir sicilim şimdi kıyılar dersin dalgalarla bu sitemli şikayetsiz bendimi… I. altı gündür aynı soru adın ve atlasın harami tozlar ufalanıyor göğsümde bahçemizde akşam sefa değil gözlerim sönüyor yüzümde… oysa salınıp geçtiğimiz sokaklarda hala gülüş izin yankısı yanık dağ türkülerinde yine o kallavi sesin ve penceremde dökülen buğuda ağzın adını yazsam kanar dudaklarım… varsın da kanasın…kanasın…kanasın efkarım yel diye hicranıma ahu kılıç dağlansın… (sobaların yoksulluğu türkülerle yaktığı zamanlardı…mevsimler başımızda kiracı… sabahlar güvercin telaşı…adımız fiyakasız cenaze törenlerinde…nadası kıyılmış düşlerde… ve bicümle sirenlerde…ucube…eskizine küs…bir tuvalin kaçak ressamıydı… üşürdük…ekmeğimiz serçe ağzı…üşürdük…sırtımızda geçilen şehirlerin titrek sokak lambaları…bir adımlık kar kadar temiz değildi azrail…ve o’nun görkemli kırmızı sıcağı… yürürdük…destanlar kadar yalnız…romanlar kadar hayal…şiirler kadar tenha… yürürdük…ol rivayet sularda…çöl saklısı…serap adımlarla… ve sen çıkıp gelmiştin çorapları beyaz…asude bir ayaz…gamzesi ceylan pınarı…saçları kuru korular yangını…şehirlerde park yalnızlığı…bakışlarında orman ıslığı… ölürdük…sedyesiz serumsuz…ölürdük…ilmik pamuktur diye cellatlarla barışık… ölürdük…ceplerimizde vasiyeti bir başka…mirasçısı meçhul mektuplarla…) şimdi ben nasıl belleğime seni sıkayım ki… ol zaman dergahlarda solan acılara köz oldum aşk dedim obalarımdan da kitapsız kovuldum… şairlerin dişine dize sırların da sesine ser kaldım kerbela yattım da kaç zemheriye kırbaç şafak uyandım… sen bilme cihangir bulvarında telsiz tetik sesini ve sorma elleri kan kına o şahit cihangir çiçekçisini… II. emanet bir bekleyişim otobüs duraklarında alnımda yazılası değil sıkılası yokluğun derken aklımı amansız rüzgarlara çarpışım haliç kıyısında duman şarap kalışım bu sefer kaçaklığımın sefiri yazgım olmasa da meğer ben her hikayemi hep ısırgan avuçlarımla kanatmışım… yıkılasın diyorum el şehri bizans surları yıkılasın çarşılarından çocuklar kovuluyor de ki gülmez yüzüm içilen değil deşilen bir işkembe oldu çorbacıların ve lacivert bir örtü serildi ışık yakan düş kapaklarına sen ki tütmeyen sobalarda somun kavgası sen ki rahimlerde arabesk kürtaj şarkısı varsın sarayların olsun duvarların kapatmaz utancını… yirmibeş gün oldu aynı soru adın ve atlasın gölgen dolanıyor adımlarıma bu da yalanım olsun vitrinlere ayaklarına hangi peronun ışığı düştü bunu da gel haydi benim karanlığıma söyle gamzeleri gümüş gülüşünle göçüp gazellere ki turna görse sılasına düşen sen efkarı ağıt yakan türkülerden... seherlere sızan ezanlarda yorgun yoksul kaldırımlar saydım avlularda vurulacak sular kadar küfrüme de asi bir ziyandım… yaslanıp uçurtmaların mavisine gri bulutlara düştüm yağmurlar örtünüp sakalarla uluorta tenhalık bölüştüm... cihangirli çiçekçi kızın gözünde belki şaşkın bir bakıştım hükümsüz bir adres ile inziva kuyulara da yabancı kaldım... deşilen ve devrilen iki idamlık iki çırpınan güvercindi hayat cihangir sokağında sesler gel de şimdi pusunla sevdaya yat… III. yaklaşan gölgeler var sırtını verdiğin duvarlara ve çilingir çalıyor kapımızı yani yağmur yağmasa da olur hem şairler şiir yaşamasa ne olur bunca kan sırılsıklam çarparken kitabımıza aşımıza bütün ışıkları bir bir sönerken ahşap düşlerimizin ve perdeler ve arkasında titreyen yüzler susarken ve cihangirde şafağa karşı imansız tüfekler gezerken şimdi zaman mazgallardan süzülen ay tenli bir hıçkırık değildir bu merasimsiz bir sazın hiç yere kopan tek vuruşluk telidir… alnımdan silinen terin geçiyor incinen bileğine sızan günler ağzının kenarı nehir yatağı ve çağladığın o ilahlı sözler… derken… yaklaşan gölgeler… (şilepler yanaşırdı o kasabaya…sonra sen tahta tokanla çıkıp gelirdin...gözlerinde yunus havası… saçları yalaz fırtınalar tanığı...dişleri dalga köpüğü…topukları desen kızgın tuzlar yanığı… gelirdin… elleri kumdan kalelerin ihtişamlı gözeneği… elleri...yakılacak ateşlerin çıra kokan sahil çiçeği... ne vakit dilinden deniz yıldızları ezberlesem…dalıp giderdin… ve ben ne vakit iskele desem… sıla gibi soluğumda tüterdin…) gölgeler… geldiler… sisler arasında dağınık dağlara çoban aşklar kadar yalandım ağaç kabuklarına işlenen her işarete çıkmaz çalı çırpı kaldım… kendime durdum turnalara bülbül gül’e çayır oldu sesim saraylarda köy ocaklarda közler kadar harsız tüttü nefesim… naçar omzunda hırkası diken belki bir daha beni hiç görmeyecek cihangirli çiçekçi kız saksısında kurşun buğusu bir benden bilmeyecek… ellialtı gün oldu aynı soru adın ve atlasın |
geldiler…
ne kadarda derin
ne kadarda
asırlar öncesinden kalmış yazıtlar gibi
yarım kalan bir masal
ve bir kalp sesi daha iyi nasıl anlatılabilirdi ki
çok iyi, tüm kalbimle söylüyorum gerçekten çok çok beğendim
kaç kez okudum bilmiyorum ama yine de aklım şiirde gidiyorum
teşekkür ederim şair iyi şiir için
varolasın
en içten saygılarımla