Yol...
Yol..
Hani bir yere gitmeyen… Gitmeyen ama götüren… İnsan da bir yoldur… Katar katar turnaların, kırlangıçların; heybesinde aşkı taşıyan Yunusların fersah fersah aşındırdığı… Kendi hürmetine duaya açılan ellerin dualarına “âmin” demek gibidir yolculuk… Yolculuk, Merh ile Afar ağaçlarının ateşinde pişmek gibi… Gerisi söyleyenin bilmediği, bilenin söylemediği… İnsan da bir yoldur… Belki ayak izlerini takip ettiğiniz Firistade’nin yandığı gibi yanmazsınız, ama yolda olmak yeter… Uğrunda her defasında düşmekten kurtulamasanız da, bükülmeden atılan adımlarınız tarif eder adanmışlığınızı… Ayaklarınıza hain birer diken sokuluverir de durmak nedir bilmezsiniz. Bişr-i Hafi gibi yalın ayak yürürken sevgilinin zahmetli yolundan, bir “of” bile süzülmez dudaklarınızdan… Acıyı, bir sadaka gibi gömersiniz toprağa… Belki heyecandan “seyahat” dileyenler gibi kavuşamazsınız maksuda… Uzun bir seyahat düşmez payınıza… İnsan da bir yoldur… Ve her insan kendi kaderinde yol alan bir seyyahtır hâsılı… Yolda azığını çar-çur eden de menziline varır, sahibine vakfeden de… Kıymetinden düşen de taşınır yolda, paha biçilemeyen de… Taşıyanın taşıdığı vasıl olunanda belli olur. Zeynel Abidin gibi… İnsan da bir yoldur… Ve her yolun doğduğu bir başlangıç noktası vardır. Nutfeden haşr olan âdemin evvelinin yokluğu gibi… Yollar… Kimi zaman hadsiz korkuların içerisinde yapayalnız… Kimi zaman birbirine dolaşık… İnsan da bir yoldur… Ve yollar birbirine yoldaşlık ederler… Bir noktada birleşirler… Dört mevsim; yaz-kış, sıcak-soğuk, yağmur-çamur, güneş… birlikte olmak üzere… Kimi yoldaşlıklar, keskin uçurumlarla biter… Nuh ve Lût misali… Kimi yoldaşlıklarsa yol boyunca sürer gider… Yol boyunca her bağın gülünden bir rayiha, her ırmağın tazeliğinden can alarak… Farklı menzillere uzanan yeni yollara bir çiçek dalı gibi taptaze eşkinler vererek… Tıpkı Adem’in Havva’da çoğaldığı gibi… Yollar birbirine çok şeydirler… İnsan da bir yoldur… Peki, birbirine kavuşamayan, birbirine bağlanamayan yollar yok mudur? İnişli çıkışlı yolların bir türlü birleştiremediği iki insan… Yollar kimine yârdir… Bazen çöllere götürür Mecnun olanı, bazen aratır durur Leyla’yı… Ken’an ilinden doğup Züleyha’ya imtihan olan yol gibi… Kuyuda düğümlenen Yusuf gibi… İnsan da bir yoldur… Sır’at-ı Müstakim gibi… Yollar, koca koca sarayların gölgesinde yitip giden, Süleyman gibi… Hüt hüt’ün kanatları da bir yoldur, taht da, Süleyman da… İkileşen her yolun gittiği bir yer vardır… Yollar felaha da çıkar, Veyl’e de… Fil ordusunun ilerlediği de bir yoldur nihayetinde… İnsan da bir yoldur… Balığın karnından geçen bir yol vardır mesela… Nuh’un gemisinde düğümlenen de yoldur… Kimi yollarsa hiç kat edilemez mesela… Yemenli çobanın eşiğini gözyaşıyla yıkadığı yol gibi… Cebeli Tarık’ta birbirine karışmayan iki deniz, iki yol… Mescid-i Haram’da uyuyan Yolcu’ya fısıldanan da bir yoldur… Hani Beyt’ül Makdis’ten Miraç’a yükselen… Ateşi anlamlı kılan sudur… Mutluluğu üzüntü; aydınlığı karanlık, beyazı siyah, hayatı ölüm… Her şey zıddıyla bilinirdi ya, zıddıyla mana bulurdu ayrıca… Yol da yolcuyla tamamlar anlamını… Yandım, ama ateş de benim, su da… Sonra kuyudan Yusuf da çıkar, su da, Hû da… Yol da benim, yolcu da… Yavuz Hakkani |