TOPRAK KARINCALARI
Gelecek beladan
Görünmez kazadan Korkar olmuşlar yitire yitire Korkar olmuşlar Tanrı’nın verdiği candan Korkar olmuşlar yarınlardan Dere boylarında tek tek büyüyen Ormansız kavaklar kadar yalnız Meyveli ağaçlar kadar bereketli “Milletin efendisi”köylülerim Karıncalar gibi çalışıp Ölmeyecek kadar yiyip Kurumayacak kadar içerek Karanlıklar elinde karalar giyip Kara çalılar gibi Kavruluyorlar bozkır güneşinde /Efendisinin hali buysa “Milletiin ki” nasıldır kimbilir!/ Toprak kokuyor nasırlı elleri Yeşil kokuyor yamalı elbiseleri Hamur yoğurur gibi yoğurup yeşerttikleri toprağın Kuşkuları yok bire on vereceğinden Ama Habersizler ellerinin bereketinden Habersizler damlalardan oluşan ırmağın gücünden Orağın direncinden Habersizler orakla çekicin kardeşliğinden Güneşli bayırlar, sert rüzgarlar Ve bu sam yeli yoksulluk kavurmuş yüzlerini de Kavuramamış yüreklerini Hiç kimse onlar gibi söyleyememiş bu toprağın türküsünü Toprak kadar sevdalı, toprak kadar yanık türküler yakamamış hiç kimse Otel ne gezer bozkırın ortasında Köy odalarında ağırlamışlar Yedi dağın ardından, selamünaleyküm diye çıkıp geleni Kavruk yüzlerinden eksik olmamış gülücük Komşunun derdini, dert bilmişler Bayram sabahları paylaşmışlar iki dilim ekmeği İmece usulüyle çapalamışlar tarlaları Toprak gülerken gülmüşler Ağlarken ağlamışlar Toprakla uyuyup, toprakla uyanmışlar Doğa hem dostları olmuş Hem düşmanları Dağları, tepeleri, minareleri sevmişler Tanrıya yakın diye Susuzluktan yarılınca toprak Kurbanlar kesip, adaklar adamışlar Yükseklere çıkıp yalvarmışlar tanrıya Yağdır diye Topraklarını silip süpürürken azgın seller Namazlara durup secdeye varmışlar Gökyüzüne açıp avuçlarını Yakarmışlar aynı Tanrı’ya Durdur diye Ne gökyüzü duymuş çığlıklarını Ne de yeryüzü Ne kaymakam duymuş, ne de bir vali Karınlarını toprak doyurursa toprağı Deniz doyurursa denizi sevmişler “Denizden babam çıksa yerim” diyecek kadar Sevmişler denizi ve bereketini Genç, yaşlı, çoluk çocuk demeden Apansız vurmuş ölüm Ne gece demiş, ne gündüz Ne arife bilmiş, ne bayram Azrail çıkıp gelmiş çat kapı Toprak ve deniz hem ekmek kapıları Hem mezarları Denizin ve toprağın ölümcül öfkesi Aldıkça koynuna sevdiklerini İsyan ateşiyle yanarken yürekleri Büküp boyunlarını Sitem etmişler tanrıya Ey güzel Allahım Yerlerin ve göklerin tek hakimi Kulun kölen olduk, önünde secdeye durduk Hikmetinden sual olunmaz ama Deniz ve toprak ekmek kapımız Neden savurursun ekmek kapımızı harman gibi Gökyüzüne açıp ellerimizi, işte diz çöküyoruz önünde Susuyorsun asırlardır Nedir gazabın, suçumuz nedir, n’olur susma Bir kez söyle Sitemlerini ne gökyüzü duymuş, ne de yeryüzü Ne Allah duymuş, ne de Allah’ın bir kulu Camilere koşmuşlar anlamadıkları bir dilde ulu ulu ezanlar okunurken Namazlara durup Dua etmişler Tanrı’ya anlamadıkları bir dilde Anlamadıkları dilin düşüp peşine Huri kızlarını düşlemişler cennet cennet diye Kutsal kitabın diliyle “Yer ve gök paramparça edilip, maddesel evren yok olduğunda Yer başka bir yere, gökler de başka göklere dönüştürüldüğünde". Mahşer gününde Nasıl olsa hesabımız sorulacak tesellisiyle Baş eğmişler zalimin zulmüne Öbür dünyada iki elim yakandadır diye Kıs kıs güldürmüşler zalimleri Bu dünyada yakasından tutulmayan Ağa gibi devletin ve devlet gibi ağanın zulmü Katlandıkça katlanmış Kemiğe dayanınca bıçak ve Nüfus çoğalıp karınlarını doyurmaz olunca toprak Muhtaç olmuşlar gavura Dil bilmez, yol bilmez ellerde Sokaklarını süpürüp, bulaşıklarını yıkamışlar “El kapılarının” Avuçlarında sıkıp damlayanı yalamışlar Karayağız yüzlerinde alın teri Pala bıyıklarında ülkelerinin hasreti İçlerine sinmemiş bir türlü “gavurun” kültürü Cehennemden korkar gibi korkmuşlar domuz etinden Dine imana sarılmışlar dörtelle Milleyçilik damarları kabardıkça kabarmış Irmak olup taşmış, sel bürümüş düz ovayı Sınırdan girer girmez öpmüşler Kendilerini aç bırakan, yadellere gönderen toprağı Vatanımız diye Fötr şapkalarla, güneş gözlükleriyle Radyolar, teyplerle dönmüşler köylerine Dış göçü, iç göç izlemiş El aman deyip aracı tefeci, tüccar sultasından Şehirlere göçüp sığınmışlar varoşlara Toprak yoksulları, karışmış kent yoksullarına Simitçisi, ayakkabı boyacısı olmuşlar kentlerin Fırında işçi, inşaatta amele, apartmanda kapıcı İtilenler, dışlananlar, yok sayılanlara karışıp Gecekondularla kuşatmışlar şehirleri Kan kusmuş, kızılcık şerbeti içtik demişler Gözyaşlarına karışmış terleri Kolay mı kazanılır ekmek parası Kolay mıdır yeşil bir dalı kanırtırcasına Üç günlük gelini bırakıp düşmek yollara Bir lokma, bir hırka uğruna Anadolu toprağını buram buram türküler sarmış Türkülerle gülüp, türkülerle ağlamışlar Türkü olup çağlamışlar “Yarim İstanbul’u mesken mi tuttun Gördün güzelleri de beni mi unuttun”… Kanat takıp uçmak istemişler turnalar gibi Turnalarla göndermişler şekeri, kaymağı, balı “Allı turnam bizim ele varırsan Şeker söyle, kaymak söyle, bal söyle Eğer bizi sual eden olursa Benzi soluk, boynu bükük yar söyle” Sebzesiyle meyvesiyle, buğdayıyla besleyenler onlardır şehirleri Aşı, ekmeğidirler sofraların Toprakta ırgat, şehirde amele Gurbette yürek işçisi Onlardır armağan eden bu topraklara Gurbet gibi dertli, toprak gibi bereketli, dilden dile dolaşan köy türkülerini Köylü için ormancıdan, jandarmadan ibarettir devlet dedikleri Mehmetçikdir adları Onlardır Askerde ölüme en önde gidecek vatan bekçileri Ve Soyadlarından önce gelir, ömür boyu övündükleri çavuş rütbesi Yakılıp yıkılan, boşaltılan Kürt köyleri Ayrı bir kıyım, büyük bir yara Kürtçe ağıtlar karışıyor Türkçe ağıtlara Kara bir duman gibi acı tütüyor bacalardan Döküldükçe kurutuyor toprağı emdiği kan Böyle iken halleri ahvalleri Devletin teröründen, yoksulluğun gazabından sığındıkları İki göz oda, ağır makinalarla yıkılırken başlarına Fırlarken yuvalarından Analarının eteğine çaresizce sarılan çocukların gözleri Yaşlılar gözyaşlarıyla feryat figan Gençler damlara çıkıp isyan etmişler, kıyarız canımıza diye Görmüşler ki Kimse gözlerinin yaşına bakmıyor Yoktur canlarının kıymeti harbiyesi Dün tanrının gazabı süpürmüş topraklarını Bugünse devletle içiçe inşaat şirketleri Kıçlarındaki pantolonun yırtığına yama bile olamazken “Köylünün efendisi” yaftası Özgür bir birey edasıyla, basmışlar mühürü Beslemişler, bellerini büken, omuzlarını çökerten Analarını avratlarını belleyen partileri Sırtlarının kamburunda oy sandıkları Dalından düştü mü yaprak Artık oyuncağıdır rüzgarın Rüzgar nereye, yaprak oraya Eller, yeller ve sellerin önünde Sürüklenmiş ömürleri sonbahar yapraklar gibi Babaların bıraktığı tek miras Köşkler, hanlar, hamamlar değil Yoksulluk olmuş çocuklarına Bir de çalmamış çırpmamış Hiç kimsenin alınterini satmamış Analarının ak sütü kadar helal bir isim Bu zulüm sürüp giderken İçlerinden biri fırlayıp taze bir gecekondu yıkıntısının üzerine Haykırmış! Ey ahali, dinleyin beni Sizler ki karıncayı bile ezmezsiniz ve ezdirmezsiniz Niye ezdirirsiniz kendinizi Kendi gözünüzde Karınca kadar yok mudur değeriniz Bakın tepenize Gökyüzü yıldız yıldız Kimi parlak, kimi cılız Tek başına bir yıldız Sadece bir yıldızdır Güzeldir Ama gökyüzü değildir Gökyüzü gibi ışıldamak Gökyüzü gibi özgür yaşamak istiyorsan Çoğal yıldız yıldız Tutuş elele, gir kolkola Doğrult belini, dik tut başını Halk ol Örgütlen, gökyüzü ol Bayram Atakul |
Tebrikler
Selam Saygı Sevgİ Sabır Ve Dua İle
A.E.O