SECDE EDELİM HAKK'AŞiirin hikayesini görmek için tıklayın Şehitler Efendisi Hüseyin (a.s.)’in Şehadeti
(1/1) Divane-i ABBAS: ŞEHİTLER EFENDİSİ HÜSEYİN’İN (A.S.) ŞEHADETİ-1 Zaman, tüm süratiyle hızla ilerliyordu. Yalnız kahraman, Kerbela çölünde yalnızlığıyla bir başına kalmış; binlerce kişilik düşman ordusu karşısında çaresizliğini değil, direnişini düşünüyordu: İslam.. Uğrunda nice canlar feda edilmiş, nice zorluklar çekilmiş, nice merhalelerden geçilmiş ve sonra evrensel bir hükümet olarak Muhammed (s.a.a) tarafından hakiki yerini almıştı. Ne var ki, onun ölümünden sonra her şey değişmiş, Müslümanlar çeşitli kimliklere bürünmüştü. Artık Müslümanlar küfür ile savaşmaktansa birbirleriyle savaşıyorlar; iyiyi kötü, kötüyü iyi görüyorlar; dinlerinin yasakladığı her şeyi gönül rahatlığıyla yapabilmenin gururunu yaşıyorlar; Peygamberin (s.a.a), haklarında “Onlara sarıldığınız sürece asla sapıklığa düşmezsiniz” dediği Kuran ve Ehl-i Beyt’ine karşı geliyorlar; hatta daha da kötüsü, onları yok etmeye çalışıyorlardı nedense. Peygamberin yanı başında Ehl-i Beyt’e hürmetten geri kalmayan insanlar, şimdilerde onları ortadan kaldırmak için kılıç kuşanmış, savaşa soyunmuşlardı... Hüseyin (a.s), bir ara bu düşüncelerden sıyrılıp kardeşi Zeynep’ten eski gömleğini istedi. Ehl-i Beyt hatunları şaşırmıştı. Sebebini sorduklarında Hüseyin kederli haliyle cevap verdi: -Bu zalimler beni öldürdüklerinde gömleğimi de ganimet almak isteyeceklerdir. Eğer gömleğimin eski olduğunu görürlerse belki almaktan vazgeçerler de bedenimi çıplak bırakmazlar! Zeynep, kardeşi Hüseyin’in gömleğini istediğini görünce ağlamaya, feryat etmeye başladı. Gözlerinden akan yaşlar inci inci dökülürken çığlık atmamak için kendini zor tutuyordu. Diğer Ehl-i Beyt hatunları Zeynep’e sarılarak onu teskin etmeye çalıştılar. İçlerinden biri Zeynep’i muhatap alarak sordu: -Neden ağlıyorsun Zeynep? Hüseyin sadece senden eski gömleğini istemişti! Zeynep, anası Fatıma’nın (s.a) yıllar önce verdiği haberi onlara hatırlattı: -Hüseyin (a.s) daha küçük bir çocukken annem bu gömleği dikmişti. Gömleği kimin için diktiğini sordum; “Kardeşin Hüseyin için!” diye cevap verdi. Çok şaşırmıştım. Çünkü o gömlek oldukça büyüktü ve o zamanlar henüz küçük bir çocuk olan Hüseyin (a.s) için oldukça büyük sayılırdı. Bu şaşkınlığımı anneme de ilettim. O yüce hatun ağlamaya başladı. Niçin ağladığını sorduğumda “Ey kızım, diye cevap verdi: “Oğlum Hüseyin bu gömlekle birlikte Kerbela’ya gidecek ve sen de yanında olacaksın. Eğer o an gelir de bu gömleği senden isterse bil ki artık Hüseyin’i bir daha göremeyeceksin, o gün oğlumun şehadet günüdür!” Bu hazin anıyı dinleyen Hüseynî hatunlar da kendilerini tutamayarak ağlamaya başladılar. Herkes kendi acısını unutmuş, Hüseyin’i (a.s) düşünür olmuştu şimdi. Oğul veren, eş veren, kardeş veren kadınlar şimdi Hüseyin-Hüseyin feryatlarıyla gözyaşı döküyor, onu anıyorlardı. Hüseynî çadırlardaki bu elim sahneler cereyan ederken Aşûra meydanı birazdan tekrar hırçınlaşacak; Hüseynîleri paramparça eden caniler, bu kez de Hüseyin’i (a.s) parçalamak için savaşacaklardı. Ehl-i Beyt’iyle son kez vedalaşan Hüseyin, şimdi Kûfelilerin karşısındaydı: -Hamt, alemlerin rabbi olan yalnız Allah’a mahsustur. Selam olsun ceddim Muhammed’e ve onun pak Ehl-i Beyt’ine... Ey yalancılar! Dönekliğinizden ötürü Allah sizi kahretsin! Siz öyle kimselersiniz ki beni istediğiniz, mektuplarınızda bunu binlerce kez tekrarladığınız ve benden yardım dilediğiniz halde, size doğru geldiğimde verdiğiniz onca vaatten döndünüz; kılıçlarla, mızraklarla karşıladınız beni! Siz ey halk! Bana ve Ehl-i Beyt’ime kılıç kaldırdınız ve beni yok etmek için Yezid ile el ele verdiniz... Ey Halk! En azından kimin neslinden geldiğime, kim olduğuma bir bakın; bakın da kendinize gelin. Beni öldürmek ve hanedanıma saldırmakla elinize ne geçecek bir düşünün. Ben, Peygamberinizin kızının oğlu değil miyim; Peygamberin vasîyi, amcasının oğlu ve herkesten önce ona iman eden müminlerin emiri Ali’nin oğlu değil miyim? Şehitlerin efendisi Hamza benim ve babamın amcası değil mi; iki kanadıyla cennette uçan Cafer-i Tayyar benim amcam değil mi? Acaba Peygamberin, benim ve kardeşim Hasan hakkında “Hasan ve Hüseyin cennet gençlerinin efendileridir” şeklindeki hadisini işitmediniz mi? Eğer beni tasdik ediyorsanız bilesiniz ki bu, hakkın ta kendisidir; zira ben, Allah’ın yalancıları düşman edindiğini duyduğumdan bu yana asla yalan konuşmadım ve eğer yalanlıyorsanız yine bilesiniz ki, içinizde bu hadisi doğrulayacak insanlar var. Dilerseniz Cabir b. Abdullah Ensarî’den, Ebu Said Hıdrî’den, Sehl b. Sâd-ı Sâidî’den, Zeyd b. Erkam’dan ve Enes b. Malik’ten sorun; onlar bu sözü Resul’u Ekrem’den (s.a.a) işittiklerini kesinlikle itiraf edeceklerdir. O halde bu hadis, peşimi bırakmanız ve beni öldürmemeniz için yeterli bir sebep değil mi? Kûfeliler İmam’ın sözlerinden yeterince etkilenmişlerdi. Şimr melunu Kûfelilerin içindeki sessizliği bölmek için araya girdi: -Kendini neden boşuna yoruyorsun ey Hüseyin, senin gibi bir asiye kim kulak asar! -Ey Şimr, eğer ben asiysem isyanım Yezid’edir ve zaten kıyamım da bu yüzdendir. Ne var ki asıl asileri görmeyecek kadar körleştiğinizin farkında bile değilsiniz; kiminiz asi kesilmiş, kiminiz de asilere ayak uydurmuşsunuz. Dönün de bir arkanıza bakın. Kimin emriyle buraya gelmişsiniz? Hepiniz Yezid’in köleleri değil misiniz? Oysa ki Yezid’in pislikleri herkes tarafından bilinmektedir. Hal böyleyken Allah’ın emirlerine karşı gelen; Muhammedî dini ayaklar altına alan; gününü içki, zina, eğlence ve İslam dinine iftiralarla geçiren Muaviye oğlu Yezid gibi bir asiye nasıl itaat eder, nasıl Peygamberden hayâ etmezsiniz? Halbuki ben Muhammedî dini yaşatmak, iyiliği emretmek ve kötülükten men etmek için kıyam etmekteyim. Şimr, Hüseyin’i (a.s) konuşturdukça daha tehlikeli sözler söylediğini fark etmişti. Bu yüzden karşılık vermekten çekindi. İmam Şimr’in ve Kûfelilerin sessizliğinden yararlanarak sözlerine tekrar devam etti: -Eğer benim Peygamber kızının oğlu olduğumda yine şüphe ediyorsanız şunu bilesiniz ki, yemin ederim doğu ile batı arasında dilediğiniz kadar arasanız da yeryüzünde benden başka bir peygamber kızı oğlu bulamazsınız. Yazıklar olsun size! Acaba birini mi öldürdüm, bir başkasının malına zarar mı verdim, yoksa içinizden birini mi yaraladım da üstüme geliyor ve benden kısas istiyorsunuz? Kûfeliler yine sessizdi. Herkes susmuş, Hüseyin’in (a.s) nasihatlerle dolu sözlerini dinliyordu. İmam bu kez de birkaç kişiyi muhatap alarak sözlerine devam etti: -Ey Şebes b. Rubî, ey Haccar b. Ebcer, ey Kays b. Eş’as ve ey Yezid b. Haris! “Bağlar yeşerdi, meyveler olgunlaştı; eğer gelecek olursan bizi (Yezid’e karşı) donanmış bir ordu olarak bulacaksın!” diye bana mektup yazan sizler değil miydiniz; unuttunuz mu yoksa? Bir müddet yine sessizlik hakim oldu. Daha sonra içlerinden biri kalkarak İmam’ın sözlerini inkâr etti: -Biz öyle bir mektup yazdığımızı hatırlamıyoruz. Eğer sana öyle bir mektup gelmişse şunu bil ki onu biz yazmadık! İmam onların bu sözüne bir hayli şaşırmıştı: -Allah’a yemin ederim ki, o mektubu sizden başkası yazmamıştı. Nasıl da inkâr ediyorsunuz şimdi! Hüseyin (a.s), sözlerini tamamladıktan sonra Kûfelileri teke tek mücadeleye çağırdı. Kûfeliler için onunla teke tek savaşmak en büyük iftihardı ancak, onunla bu şekilde savaşmanın sonunun ölüm olduğunu herkes biliyor, bu yüzden de kimse cesaret edemiyordu. İmam, askerler arasından bir gönüllü çıkmadığını görünce bu kez komutanları Ömer b. Sâd’a seslendi. Yaşamayı diğerlerinden daha çok seven ve Rey ile Gorgan şehirlerinin valiliğini sabırsızlıkla bekleyen Sâd oğlu ise, Hüseyin’in (a.s) çağrısını yanıtsız bırakmıştı. Nihayet, “Kûfe’nin en cesur savaşçısı” olarak nam yapmış Temim b. Kahtibe, durumu böyle görünce, onurunu korumak amacıyla Hüseyin’in (a.s) karşısına çıkabilme cesaretini gösterebilmişti. Oysa ki Temim melunu gururunun kurbanı olmuş; şimşek hızıyla üzerine fırlayan Hüseyin, bir göz açıp kapayıncaya kadar amansız kılıcıyla o melunu cehennem çukuruna göndermişti. Bu arada birkaç grup, ordudan ayrılarak gruplar halinde Hüseyin’e akın etmeye başlamışlardı. Hüseyin (a.s), onlardan ikisini de keskin kılıcıyla az önceki melunun yanına gönderince geride kalanlar oldukça korkmuş, kısa sürede ordudaki yerlerine geri dönmüşlerdi. Ömer b. Sâd, askerlerinin bu haline oldukça öfkelenmişti. Şiddetle onlara bağırdı: -Yazıklar olsun size! Kiminle savaştığınızı bilmiyor musunuz? Bu adam Ali’nin oğludur. Ali ise zamanında en güçlü ve en cesur savaşçıları alt etmiş bir insandı. Bu yüzden onları yenmek istiyorsanız azar azar değil, toplu halde ya da yüzü aşkın gruplar halinde savaşmanız gerekiyor! Sâd oğlu, elindeki su tulumunu ağzına boşaltıp iştahla içtikten sonra tekrar bağırdı askerlerine: -Her taraftan saldırın, dört bir yanını sarın onun! Kerbela sahrası bir anda toza dumana boğulmuş, ortalık mahşer gününe dönmüştü. Hüseyin ise, bir yandan etrafını saran canilerle savaşırken, diğer yandan da şiirler okuyordu: Bana Aliyy-ul Mürtaza oğlu derler Bir gün iftihar lazım gelse Bu şeref bana yeter! Saldırın, vurun, yıkın bakalım Gün gelir, bu devran da biter Kimi için ölüm yazılmış bugün Savaşacaklar ve ölecekler Oysa arkanızda bir dünya daha var Ahiret durağı ve zamansız mahşer Ancak siz bugün çağırdınız Ahiretinizi, hesabınızı ve ateşinizi Kısa bir hayat ve ebedi tercih Önce amel ve şimdi mahşer! Kerbela’da meydana gelen bu hadise karşısında tarih de sükût etmiyor ve en kanlı sayfasına şu cümleleri işliyordu: “Yemin ederim ki tarih boyunca kardeşlerinin, çocuklarının, yeğenlerinin ve diğer yakınlarının katledilişlerine gözleriyle şahit olan ve sayısız düşman kalabalığında bu denli üstünlüğü olan birini hiç görmedim!” Yezid’in emriyle, olanları yüksek bir yerden seyredip kaleme alan tarihçiler şöyle devam ediyorlardı yazılarına: “Hüseyin askerlerimize hücum ettiğinde önüne çıkan adamlarımız öfkeli bir aslanın gazabına uğrayan hayvan sürüsü gibi sağa sola kaçışıyor, kılıcın gölgesinden sıyrılmaya çalışıyordu ...” Hal böyleyken Ömer b. Sâd, askerlerine her saniye moral veriyor, ancak bunda başarılı olamıyordu. Hüseyin’in önüne geçmek imkânsız gibiydi. Kargaşa devam ederken şeytani bir ses yankılanmaktaydı Kerbela’da: -Çadırlar!.. Çadırlara saldırın! Düşmanla tek başına çarpışmakta olan Hüseyin (a.s), ansızın kadınların ve çocukların çığlıklarını işitmişti. Yüzünü hemen çadırlara doğru çevirdi. Ganimet alabilmek için adeta birbirleriyle yarışan binlerce düşman askeri, atlı ya da piyade olarak çadırlara doğru koşuyorlardı. Hüseyin (a.s) bu manzara karşısında daha fazla dayanamayarak atının yönünü çadırlara doğru çevirdi, hızla o yöne doğru harekete geçti. Yüreği şimdi Ehl-i Beyt’i için çarpmakta olan bu şahsiyet, şimşek hızıyla çadırlara doğru ilerlerken bir yandan da düşman ordusuna bağırıyordu: -Ey Ebu Süfyan’ın yandaşları! Dininiz yoksa, herhangi bir şeye de inanmıyorsanız, en azından insan olun; mert olun! Sizin aradığınız ve istediğiniz kişi benim, benimle savaşın! Şu kadınların ve çocukların hiçbir günahı yokken neden onlara hücum ediyorsunuz? Kûfeliler, nihayet bu sözlerden etkilenerek geri çekildiler. Artık kısa bir süre için dahi olsa, kadınlar ve çocuklar rahat bir nefes alabilmişlerdi. Yaraların şiddetlendiği; yorgunluğun, susuzluğun ve zaafın arttığı bu sıralarda Hüseyin’in (a.s) gönlü ikinci bir susuzlukla kavrulmaktaydı: Ruhu adeta uçmak, şehit olan yakınlarına ve yarenlerine bir an önce kavuşmak istiyordu. Yaralı haliyle olduğu yerden önce Kûfelileri, sonra da Ehl-i Beyt’ini temaşâ etti. O sırada düşman saflarından atılan bir taş, alnına isabet etmiş, mübarek yüzü bir anda kırmızıya boyanmıştı. Gömleğinin köşesiyle akan kanları silmeye çalıştı. Ne var ki, üzerine doğru gelen çatallı bir oktan habersizdi. Göğsünün kenarına saplanan bu ok, yüzündeki kanları temizlemeye mecal bırakmamıştı bile. Artık direnci kalmamış, gücü azalmıştı. Zor da olsa birkaç cümle terennüm etmeye çalıştı: -Bismillahi ve billah ve alâ milleti resulillah! Daha sonra ellerini semaya kaldırarak yaratanına seslendi: -Ey Allah’ım! Sen de pekâla bilirsin ki bu gürûh, yeryüzünde ceddim Resul-u Ekrem’in (s.a.a) en sevdiği ciğerpâresini katletmededir... Sonra, dalından kopan kuru bir yaprak gibi yere düştü. Her yanı oklarla delik deşikti. Ak gömleği beyazlığını yitirmiş, kan kırmızı olmuştu. Son kez yutkundu ve bekledi. Hüseynî çadırlarda bu sahneyi uzaktan seyreden Hz. Hasan’ın (a.s) en küçük ve geride kalan yegâne oğlu Abdullah, yerinden fırlayarak amcasına doğru koşmaya başladı. Zeynep onun tehlikeye doğru koşmakta olduğunu görünce arkasından harekete geçti. Ancak yetişmesi imkânsızdı. Taze gonca, amcasının aşkıyla öyle koşuyordu ki, düşmanı ve tehlikeyi hiç düşünmüyordu bile. -Yemin ederim ki, kimse beni amcamdan ayıramaz. Sonum ölüm de olsa amcama son kez sarılıp öpmedikçe geri dönmeyeceğim! Bu feryatlarla amcasına yetişti Abdullah. Hüseyin, kardeşi Hasan’ın son yadigârını bir anda kucağında bulunca yerinden doğrulmaya çalıştı. Yaralı haliyle o da son kez kardeş yadigârını öpmek, koklamak istiyordu. Ancak zalimler bu anı fırsat bilerek çoktan harekete geçmişlerdi bile. Ebhar b. Kâb adlı Kûfeli bir melun, atını onlara doğru sürerek kılıcıyla Hüseyin’e bir yeni darbe daha indirdi. Abdullah, amcasına uzanan bu darbenin önünü almak için kolunu uzattı. Ancak minik el, bu darbe karşısında dayanamamıştı. Artık Abdullah’ın da kolu yoktu. Aldığı yaranın acısıyla feryat etti: -Ah, ey babacığım! Amcacığım!.. İmam, kesik kollu Abdullah’ı yaralı bağrına basarak teselli vermeye çalıştı: -Ey yeğenim! Çektiğin bu işkenceler karşısında sabret. Zira sen de yakında babana ve ceddine kavuşacaksın! Çok geçmeden Harmile b. Kâmil tarafından atılan bir ok Abdullah’ın cansız bedeninde noktalanmış, minik yavru amcasının kucağında can vermişti. Hüseyin (a.s), yeğeninin cansız bedenini göğsüne çekerek Allah’a seslendi: -Allah’ım! Yerde ve gökte varolan nimet ve bereketini bu halktan uzak et!.. Divane-i ABBAS: ŞEHİTLER EFENDİSİ HZ. HÜSEYİN’İN (A.S) ŞEHADETİ-2 Zülcenah, üzerindeki okların ve mızrakların ağırlığıyla gitgide çöküyordu. Başını yavaşça gökyüzüne kaldırıp uzunca kişnedi. Yanık sesi neredeyse tüm Kerbela’yı sarmıştı. Yaralarından akan kanlar, güneş ışınlarının altında parıl parıl parlarken o etine işleyen acıları, bedenindeki kızıllığı hissetmiyor, görmüyordu adeta. Bir ara gözü yerde baygın yatan sahibine ilişti. Birkaç dakika öncesine kadar cesareti, şecaati, hareketi ve sözleriyle herkesi kendine hayran kılan Hüseyin, toprağı bağrına basmış, kızgın çöl kumları üzerine öylece uzanmıştı. Susuzluk içini yakıp kavuruyordu. Fırat ise adeta ona inat, her zamanki coşkunluğu ve ahenkli akışıyla gözlerinin önünde bir yılan gibi kıvrılıp duruyordu. Yaralı at, boş meydanda küçük bir daire çizdi. Birkaç kez başını sağa sola sallayıp Hüseyin’e yaklaştı. Hüseyin, kızıl kanlar içinde yerde yatıyordu. Taşların eridiği bu manzara karşısında Zülcenah gözyaşlarını tutamıyordu. Sahibinin yanı başına diz çöktü. Bedeninden akan kanlara yüzünü sürdü. Bir müddet öylece bekledi. Gerilerden bu manzarayı seyreden düşman erlerinden biri, yaralı olmasına rağmen Zülcenah’ın güzelliğini fark etmiş olacak ki, heyecanla arkadaşlarına seslendi: -Şu ata bakın hele, peygamber atı olsa gerek! Atlılar sahipsiz Zülcenah’ı başıboş görünce hemen meydana atılmış, etrafında halka oluşturmuşlardı. Acımasız düşman ordusu yaralı atı da ganimetleri arasına alabilmek için adeta birbirleriyle yarışıyordu. Oysa ki Zülcenah oldukça öfkeliydi. Sahibinin başucundan kalkarak etrafında daire çizen kalabalığa doğru hücum etti. Onca insan yığını arasında Hüseyin’in feryadına ondan başka cevap veren yoktu. Şaha kalkıp ön ayaklarıyla karşısına çıkanları geri tepiyor, bazen de çifte atıp arkadan yaklaşmaya çalışanları ağır yaralıyordu. Peygamber evladının ruhu sanki onda zahir olmuştu. Hüseyin (a.s), yorgun gözlerini yavaşça aralayıp Zülcenah’a baktı. Bir at ki, azgın kurtlar onu yere serebilmek için var güçleriyle pençelerini savuruyor, ancak bunda başarılı olamıyorlardı. Rey ve Gorgan valiliği için dünyasını ahiretine tercih eden Ömer b. Sâd, askerlerini muhatap alarak seslendi: -Atı kendi haline bırakın! Bu emri işiten atlılar çarçabuk atın etrafından uzaklaştılar. Yaralı at, masumane bakışlarıyla etrafını süzüyordu şimdi. Yorgun adımlarla efendisinin yanına tekrar geri döndü. Yanına vardığında diz çöküp efendisini seyre koyuldu. Hüseyin, yere düşen bir yıldız gibiydi. Kerbela’nın kızgın topraklarıyla sarmaş dolaş yatarken bütün vücudu zerre zerre acı çekiyordu. Göz kapaklarını zor hareket ettirebiliyor, etrafını güçlükle seyredebiliyordu. Yaralarından boşalan kanlar neredeyse tükenmek üzereydi. Rengi gitgide soluyor, yaprak gibi sararıyordu. Kanla dolan gözlerini yavaş yavaş araladı. Düşman ordusu susmuş, sesler kesilmişti. İçlerinden biri, İmam’ı fark eder fark etmez arkadaşlarına seslendi: -Yaşıyor, Hüseyin yaşıyor!.. Ömer b. Sâd, bir an evvel zaferin meyvelerini yemek, Rey ve Gorgan valiliğini ele almak istiyordu. Askerlerinin ganimet toplamakla meşgul olduğunu görünce öfkeyle bağırdı: -Kahrolasıca askerler! Şimdi ganimetin sırası mı? Bir an önce Hüseyin’in başını getirin bana! İmam’ın yanına yaklaşma cesaretini gösteremeyen erler, etraftan taş ve sopa toplayarak İmam’ı taşlamaya başladılar. Üzerine gelen taşlardan ve sopalardan kurtulmak, yorgun bedenini düşmana karşı savunmak isteyen İmam, bu amaçla yerinden doğrulmaya çalıştı ancak, bedenini yerden kaldıracak kadar güç bulamadı kendinde. Bu mazlumiyetine dayanamayıp ağlamaya başladı: -Ah ey dedeciğim, ey Muhammed, ey Ebu’l-Kasım! Ah ey babacığım, ey Ali! Ah ey Hasan! Ah ey Câfer! Ah ey Hamza! Ah ey Akil! Ah ey Abbas! Ey gurbet, ey susuzluk, ey kimsesizlik, ey dostların azlığı! Mazlum olarak öldürülüyorum; ceddimin Muhammed Mustafa olduğunu bildikleri halde nasıl bunu yapabiliyorlar? Susuz olarak boğazlanıyorum; babamın Aliy’el-Murtaza olduğunu bildikleri halde nasıl bunu yapabiliyorlar? Beni yalnız bırakıyorlar; anamın Fatıma Zehra olduğunu bildikleri halde bunu nasıl yapabiliyorlar? İmam, bu sözlerini tamamladıktan sonra baygınlık geçirdi ve yere uzandı. Bir süre baygın kaldı. Bu fırsatı ganimet bilen Malik b. Bisr el-Kindî adlı bir melun öne çıkarak İmam’ın üzerine doğru at koşturdu. Yanına yaklaştığında çirkin sözler söyledi ve kınından çıkardığı kılıcıyla başına büyük bir darbe indirdi. Başındaki sarık az da olsa başına inen darbeyi hafifletmişti ancak, yine de yara almasına mani olamamıştı. İmam, aldığı darbenin etkisiyle ayılmış, zor da olsa gözlerini aralayarak karşısındaki düşmanını görebilmişti. Başından ak sakallarına doğru süzülen kanları silmeye çalışırken bir yandan da Malik’e seslendi: -Allah’tan dilerim ki bundan böyle bana vurduğun elinle yemek yiyemeyesin, su içemeyesin; ey melun, Allah seni zalimlerle haşretsin! O sırada Şimr de hızını alamayarak öfkeyle askerlerine çıkıştı: -Ne yaptığınızı sanıyorsunuz ey melunlar! Oyalanmayı bırakın da bir an önce bitirin şu adamın işini! Bu söz üzerine Kûfeliler harekete geçtiler. Şimr’in emrine karşılık veren ilk melun Zür’at b. Şerik idi. Kılıcını şahlandırıp Hüseyin’in yanına koştu. Var gücüyle İmam’ın omzuna bir darbe indirdi. İmam onca yarasına rağmen olanca gücüyle Zür’at’in darbesine karşılık verdi. İmam’ın beklenmedik saldırısıyla karşı karşıya kalan Zür’at, aldığı yarayla oracıkta cehennem çukuruna yuvarlandı. -Kazâna sabrediyorum Allah’ım! Şehadet ederim ki senden başka yoktur tapacak, ey yardıma çağıranların çabucak yardımına koşan Allah’ım! İmam Hüseyin, Zür’at’i öldürdükten sonra böyle yakardı rabbine. O, gücünün son haddine, kanının son damlasına kadar Yezidîlerle çarpışmayı ahdetmiş bir savaşçı idi ve ancak Allah’ın dilediği saatte can verecekti. Bedeni yaralarla adeta iç içeyken dahi savaşma gücünü kendinde bulabilmiş, zor da olsa düşmanının saldırısına karşılık verebilmişti. Ne var ki düşman, bitmek tükenmek bilmiyordu. Her gidenin ardından bir yenisi daha geliyor, her yaranın ardından bir yara daha alıyordu. Şimr, yine askerlerine seslendi: -Ateş getirin, Hüseyin’in çadırlarını içindekilerle birlikte yakalım! İmam, Şimr’e dönerek cevap verdi: -Ehl-i Beyt’imi ateşe vermek için ateş mi istiyorsun? Allah da seni ateşe atsın! O sırada Kûfeli melunlardan kırk kişilik bir grup meydana atılıp İmam’ın etrafında halka oluşturdu. Hüsayn b. Nümeyr, İmam’ın mübarek dudaklarına bir ok sapladı; Ebu Eyyub Ganevî, mızrakla göğsünün yukarısını yaraladı; Nasr b. Hurşe ve Amr b. Halife el-Câfî kılıçlarıyla İmam’ı ensesinden yaraladılar. Salih b. Vahab da mızrakla darbe indirince İmam tekrar yere yuvarlandı ve yerinden kalkamadı. Sinan b. Uns, yanına varıp başını elleri arasına aldı. Mızrağa bağladığı bir halka ile İmam’ın başını sıkıştırdı, sonra da mızrakla göğsünde derin bir yara açtı. Ardından torbasından bir ok çıkarıp yakın mesafeden İmam’ın karın boşluğunu nişan aldı. İmam, düştüğü yerden elini karnına götürüp oku çıkarmaya çalıştı. Onca yaradan sonra oku çıkaracak gücü kalmamıştı. Çıkarmaya çalışırken okun dışarıda kalan kısmı kırıldı. O sırada Ömer b. Sâd, askerlerine sesleniyordu: -Anneleriniz yokluğunuza ağlasın ey kahrolasıcalar! Bırakın oyalanmayı da bir an evvel başını getirin bana! Emri duyan askerlerden öne çıkan ilk kişi Şebs b. Rubî idi. Şebs, kılıcını eline alarak kendinden emin bir şekilde Hüseyin’e doğru yürümeye başladı. Hüseyin’in karşısına çıkan her Kûfeli gibi, o da efendisi Ubeydullah b. Ziyad ve Yezid tarafından ödüllendirilmek istiyordu. Ancak, diğer taraftan Hüseyin’in Peygamber’e olan yakınlığı ve manevi gücü onu korkutuyordu. Bunları düşünürken ansızın yerde yatan Hüseyin (a.s) ile göz göze geldi. Hüseyin’in kızgın bakışları şimşek gibi bedenine işlemişti sanki. Bir anda bedeni titremeye başladı. Kendisine hakim olamıyordu. Az önce öfkeyle havaya kaldırdığı kılıcı elinden sıyrılarak yere düştü. Olanları uzaktan seyredenler de bu duruma bir anlam verememişlerdi. Birkaç dakika sonra kendine gelen Şebs, kılıcını bile almadan hızla oradan uzaklaştı. Bazıları onun bu haline gülerken, bazıları da oldukça kızmışlardı. Çirkin, kısa endamlı ve oldukça haşin biri olan Sinan b. Uns, Şebs’i o halde görünce yanına yaklaşarak öfkeyle çıkıştı: -Annen yokluğuna ağlasın, nesli kesilesice herif! Savunmasız ve zayıf bir insanı öldüremeden nasıl geri dönersin? Niçin korktun? Şebs, henüz korkusunu yenmiş değildi. Soluk soluğa cevap verdi: -Onunla göz göze gelinceye dek her şey yolundaydı. Karşı karşıya geldiğimizde bedenimi bir anda korku sardı, gücüm azaldı, nefesim kesildi. Ölecek gibi oldum. Bakışlarında Resul-u Ekrem’i görür gibiydim. Öfkeyle bana bakıyordu. Anladım ki, onu öldürmek bana göre bir iş değilmiş! Sinan, Şebs’i küçümsercesine büyük bir kahkaha attı. Kılıcını çıkarıp Şebs’e seslendi: -Ey Şebs, şu kılıca iyice bak; Hüseyin’in başını ancak bu kılıç keser ve o da ancak benim elimde çalışır! Sözünü tamamladıktan sonra atını mahmuzlayarak İmam’ın yanına vardı. Henüz atından inmemişti ki, o da önceki melun gibi tir tir titremeye başladı. Kılıcı elinde olmadan yere düştü. Ne yapacağını şaşırmıştı. Ayaklarıyla atını tartaklayarak hemen oradan kaçtı. Bu kez de Şimr melunu Sinan’ın karşısına çıkarak onu azarladı: -Geberesice herif! Az önce Şebs’e kızan sen değil miydin? -Evet, kızmıştım. -O halde sen neden öldürmedin? Yaralı ve çaresiz bir insandan korkup kaçmayı nasıl kendinize yakıştırabiliyorsunuz? Sinan, soluk soluğa cevap verdi: -Şebs’e hak veriyorum şimdi. Gerçekten de onu öldürmek kolay değil. Bakışlarında babası Ali’nin hışmını ve şiddetini gördüm, dayanamayıp kaçtım. Ömer b. Sâd askerlerinin korkaklığını gördükçe küplere biniyordu. Öfkesinden ne yapacağını, askerlerine ne söyleyeceğini şaşırmıştı. Yine Rey ve Gorgan valiliği gelmişti aklına: Yemyeşil bir tabiat, bol sulu ve mahsullü araziler ve zengin insanlar... Bunları düşündükçe sevinçten çıldırıyordu adeta. Aşûra sabahından bu yana beklediği zafer anı gelip çatmış, kendisini vali olduğuna dair iyice inandırmıştı. Ne var ki, vali olabilmesi için Hüseyin’in başının mutlaka kesilmesi gerekiyordu. Başka çaresi yoktu. Efendisi Yezid öyle emretmişti çünkü. Ordusunun önüne geçerek öfkeyle bağırdı: -İçinizde korkak olmadığını ispatlayacak kimse yok mu? Yaralı ve zayıf bir insanı öldürmek nasıl sizi korkutabiliyor, şaşıyorum doğrusu! Askerleri galeyana getiren bu sözlerin ardından Havlâ b. Yezid Asbahî atıldı meydana. Havla, yüksek sesle Ömer’e seslendi: -Ey emir! Artık bu işi olmuş bil, Hüseyin’in eli az sonra elinde olacak! Ömer b. Sâd gülümseyerek cevap verdi: -Haydi bakalım, göreyim seni! Havlâ, Hüseyin (a.s) ile karşı karşıya geldiğinde öncekiler gibi, o da korkmaya başladı. Tüm bedeni korkudan titriyordu. Kılıcını atıp hemen oradan uzaklaştı. Çatık kaşı, örtülü siması ve gaddarlığıyla meşhur Şimr, o melunun da önüne geçerek şiddetle azarladı: -Beş para etmez geberesiceler! Zaten bu işi benden başka kimsenin yapabileceğine inanmıyordum. Şimdi görün bakalım! Daha sonra yavaş adımlarla atına doğru yaklaştı. Kılıcını çıkarıp eline aldı. Sonra atına binerek Hüseyin’in yanına vardı. Öfkeyle İmam’ın karşısına geçip bir müddet bekledi. Gitgide solmakta olan Hüseyin’in başını yerden kaldırmasını bekliyordu. Nihayet İmam da gözlerini açmıştı. Başını kaldırıp karşısında duran kimseyi iyice süzdü. Yüzü örtülüydü. Zaten gözlerine dolan kanlar nedeniyle de insanları seçmede oldukça zorlanıyordu. Şimr, İmam’ın düşmanlarını dehşete düşüren haşin bakışlarına hedef olmadan bir çırpıda üzerine çullandı. Ayaklarını iki tarafa salıp ensesine oturdu. Sonra da öfkeyle seslendi: -Ben az önceki korkaklara benzemem; seni öldürmek, benim için bir şeref olacak! İmam yerinden doğrulamayacak kadar takatsizdi. Sırtında oturan Şimr melununu muhatap alarak konuşmaya başladı: -Ey yabancı! Oturduğun yerin Resulullah’ın bûsegâhı olduğunu biliyor musun? -Beni tanımıyorsun galiba? -Kimsin sen? -Bana Zülcevşen oğlu Şimr derler. -Peki, sen beni tanıyor musun? -Çok iyi tanıyorum: Sen Murtaza Ali oğlu Hüseyin’sin; annen Fatıma Zehra, ceddin Muhammed Mustafa (s.a.a), ninen de Hatice’dir. -O halde vay haline! Beni bu denli tanıdığın halde nasıl öldürmeyi düşünebiliyorsun? -Muaviye oğlu Yezid’in vereceği hediyeler için! -Senin katında ceddim Muhammed’in şefaati mi daha değerlidir, Yezid’in hediyeleri mi? -Bilesin ki, benim yanımda Yezid’in hediyeleri, ceddin Muhammed’in şefaatinden daha değerlidir! -Madem beni öldüreceksin, bir içimlik su ver öyleyse! -Yemin ederim ki, ölümü tatmadıkça su içemeyeceksin! Hem siz iddia etmiyor musunuz; “Babam Ali Kevser Havuzu’nun sahibidir, onu seven Kevser Havuzu’ndan su içer” diye? O halde sen de sabret, pek yakında babanın elinden su içersin! -Sabrederim, ancak ölmeden önce yüzünü göster bana. Şimr, İmam’ın üzerinden kalkıp karşısına geçti, elini yavaşça suratına götürdü. Çatık kaşlarını, keskin gözlerini Hüseyin’in (a.s) kızıl simasında sabitleştirip öfkeli bir edayla yüzündeki örtüyü açtı. Saçları domuz kılı kadar dik ve sertti. Suratı ise adeta bir köpek suratını andırıyordu. Bu çirkin simayı gören İmam, yüzünü gökyüzüne çevirerek cevap verdi: -Ceddim Resulullah (s.a.a) doğru söylemiş! -Ne söylemiş ceddin benim hakkımda? -Resulullah, babama “Oğlun Hüseyin’i domuz saçlı, köpek suratlı biri öldürecek!” diye haber vermişti. Şimr, bu cevaba oldukça öfkelenmişti. Aynı edayla cevap verdi: -Yemin ederim ki, ceddin Resulullah beni köpeğe benzettiği için başını bedeninden ayıracağım! Bunun üzerine İmam (a.s) ikinci kez Şimr’i uyardı: -Madem beni öldürmeyi aklına koymuşsun, o halde uyarayım seni; yemin ederim ki, beni öldürdükten sonra çok az bir süre yaşayacaksınız. Bu sözü babam, ceddim Resulullah’tan (s.a.a) nakletmiştir! SON NEFES Bugün seni öldürüyorum! Pekâla bildiğim ve şüphe etmediğim halde. Zaten ne gizleyebilirim, Ne de gizleyecek halim var Tabi ki baban Yüce ve seçkin Peygamber’den sonra Konuşanların en üstünüdür Biliyorum ve seni yine öldürüyorum! Halbuki çarçabuk pişman olacağım Yarın, kıyamet gününde yerim cehennem olacak Biliyorum ve yine de döküyorum kanını Peygamber evlatlarına merhamet duygusu yok bende!.. Şimr, okuduğu bu şiirin ardından tekrar İmam’ın sırtına çıkıp on iki darbeyle mübarek başını bedeninden ayırdı. Merhamet duygusundan yoksun, zinadan türemiş bu soysuz, Yezid’in vereceği hediyelerin hayaliyle işlemişti bu cinayeti. Kesik başı eline alırken sevinçten neredeyse çılgına dönmüştü: -Şahit olun, herkes şahit olsun, hepiniz gördünüz; Hüseyin’in başını ben kestim, onu ben öldürdüm! Müminlerin emiri Yezid’e bunları anlatın. Arkadaşlarına seslendikten sonra yerden bulduğu bir mızrağa İmam’ın mübarek başını geçirerek havaya kaldırdı. Kesik başı sevinç çığlıklarıyla bir sağa, bir sola sallarken onunla birlikte Kûfeliler de bağırıyor, Ömer b. Sâd’a müjde veriyorlardı: -Müjdeler olsun ey emir, işte Şimr ve işte Hüseyin’in başı!.. -Allah-u ekber, Allah-u ekber, Allah-u ekber! -Müminlerin emiri Yezid’e hediyemiz olsun! Oysa ki, geride kalan başsız beden hâla can çekişiyor, yerde kıvranıyordu. Peygamber yadigârı Hüseyin (a.s), Yezid’e karşı geldiği için kâfirlikle itham edilmiş; anasının, babasının, dedesinin, ninesinin ve kardeşinin onunla olan nesep bağları göz ardı edilmiş; Resul-u Ekrem’in ihtiramı ayaklar altına alınmıştı. Yezid gibi bir zina zadeyi “müminlerin emiri” diye anan bu halk, Hüseyin’in katledilişini, bir kâfirin ortadan kalkması manasına getirerek ardından “Allah-u Ekber” şiarlarıyla sevinçlerini dile getirmişti. Onlar zahirde seviniyorlardı ama, Ehl-i Beyt’in ağzından kesinlikle yalan çıkmadığına da imanları vardı. İmam’ın “Benden sonra çok az bir süre yaşayacaksınız” sözü, onların kulaklarında yankılanıyor; akıbetlerinin nasıl olacağı, yakın gelecekte başlarına ne geleceği korkusu hepsini tasalandırıyordu. Güneşin batmak üzere olduğu gurup vaktinde bedenin sakinleşmesiyle birlikte gökyüzü kızıllaşmaya, tufanlar esmeye, yer sarsılmaya başlamıştı. Hüseynîlerin ardından ganimet toplama hevesine kapılan Kûfeliler, bir an için kıyametin koptuğunu sanmışlar, korkularından ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Mûsa’nın (a.s) dinine iman getirdiklerini söyleyen İsrailoğulları, imandan sonra tekrar küfre yüz çevirdiklerinde Hak Teala tepelerine Tur Dağı’nı yüceltmiş, üzerlerine yıkmakla onları tehdit etmişti. Korkudan secdeye kapanan İsrailoğulları, bir yandan tövbe ederken diğer bir yandan da dağı gözetliyorlardı. Gökyüzünün aydınlandığını ve Tur Dağı’nın üzerlerinden kalktığını gördüklerinde tekrar bildiklerini okumuşlar, küfürlerini yine izhar etmişlerdi. Ne var ki Allah, bu küstahlıklarını cevapsız bırakmamış, ikinci bir belayla onları cezalandırmıştı. Şimdi de Kûfeliler böyle bir belayla karşı karşıya geldiklerine inanıyorlardı. İçlerinden gizli gizli tövbe edenler bile vardı: -Allah’ım, bizi bağışla! -Peygamberinin ciğerparesini öldürmek istemedik, Yezid’in emrine uyduk, bizi o bu yola sürükledi. İçlerinden bir grup da Hüseynîlere karşı kılıç kaldırmadığını öne sürüyor, Hakkın dergâhında bu bahaneyle teselli arıyordu: -Allah’ım, sen de biliyorsun ki ben sevgili kulun Hüseyin’e karşı kılıç kaldırmadım; onlara karşı benden bir zarar gelsin istemedim. Ancak Muaviye oğlu Yezid bizleri korkutmadaydı. Savaştan kaçanları öldürtüyordu. Ne geriye kaçmamız mümkündü, ne de savaşmamız. Kılıçlarımızı kınlarından çıkarmadık ve Peygamber evladına bir zarar vermedik. O halde bağışla bizleri! Oysa, ölümün gölgesini üzerlerinde hisseden Kûfeli melunlar tufanın durması, gökyüzünün susmasıyla az önceki pişmanlıklarını unutup tekrar Hüseynîlerin çadırlarına saldırmaya başladılar. Onlar, dönekliklerinin cezasını bir Tur Dağı gibi üzerlerine yükselecek olan Muhtar ve fedailerinin amansız kılıçlarıyla ödeyeceklerinden habersizdiler. Çok değil, birkaç yıl sonra "Lesarat’il-Hüseyin" şiarıyla bir yiğit çıkacak, Kufelilerin analarından emdikleri sütü burunlarından getirecekti... *** On binlerce düşmanın saldırısına maruz kalan Hüseynî çadırlar artık savunmasızdı. Henüz Hüseyin’in (a.s) şehadetinden haberleri olmayan küçük yavrular bir anda üzerlerine doğru at koşturan kalabalığa bir anlam verememişlerdi. Babalarını, amcalarını, dayılarını ve tüm yakınlarını kaybeden minik yavrular, vahşi kurtlar gibi üzerlerine saldıran Kûfeli melunların ellerinden kurtulabilmek için sağa-sola kaçışıyorlar; kâh feryat ediyorlar, kâh ağlıyorlardı. Düşman ordusu ellerine geçirdikleri minik yavruları acımasızca kırbaçtan geçirip zincirlere bağlarken kaçmaya çalışanlar gözyaşlarıyla efendileri Hüseyin’e sesleniyorlardı: -Ey efendimiz yetiş, bizi dövüyorlar! -Susuzluk içimizi yakıp kül ederken kimsesizliğimizden yararlanıp bize işkence etmeye çalışan bu melunlardan kim kurtaracak bizi?.. Ne var ki, Hüseynîler artık hayatta değillerdi. Onlar, savaşmak için meydana atıldıklarında eşlerine ve çocuklarına yapılacak bu zulümlerden haberdarlardı. Ancak, bu yolu kat etmek için can vermekten başka çareleri de yoktu. Artık geriye dönüşün olmadığı Kerbela Sahrası’nda Hüseynîlere karşı konuşan kılıçlar susmuş; yerini kadınlara, çocuklara ve hastalara karşı konuşan acımasız kırbaçlar almıştı. İçler acısı bu manzaralar karşısında vicdanlar eriyip suya dönüşürken vicdandan yoksun Yezîdilerse avazları çıktığı kadar sevinç naraları atıyor; kesik elleri, kesik başları mızraklarının ucuna takarak lime lime edilmiş Hüseynîlerin bedenleri üzerinde at koşturuyorlardı. Yanan çadırların az ilerisinde bir araya toplanıp musibet gözyaşları döken elleri ve ayakları zincirlere bağlanmış birkaç Ehl-i Beyt hatunu arasında bir kadın daha vardı ki ellerini gökyüzüne kaldırmış Rabb’inin ayetini terennüm ediyordu: -Ey ateş, soğu bana karşı ve esenlik ver! Zeynep!.. Bir kadın ki, göğsünde Ali’nin (a.s) ruhunu taşıyordu; Kerbela faciasının ardından da Eyyub’un (a.s) sabır elbisesini kuşanmıştı. Düşmanın karşısında vakarla yürüyordu. Hüzünlüydü, yüreği paramparçaydı, ama vakarla yürüyordu; az önce Yezidilere karşı at koşturup kılıç savuran fedailerin cansız bedenlerinin arasından geçip kardeşinin başsız bedeninin yanına gelinceye kadar... İnci inci gözyaşlarına mani olamamıştı ister istemez. Elinin tersiyle gözyaşlarını silip tekrar ilahi dergâha ellerini kaldırdı: -Ey Muhammed! Gökyüzü melekleri salât göndersin sana. İşte bu, Hüseyin’dir; al kanlara bulanmış, bedeni paramparça edilmiş Hüseyin’in. Kızlarınsa esir edilmişlerdir. Şikâyetimizi hakkın dergâhına, Muhammed Mustafa’ya (s.a.a), Ali Murtaza’ya (a.s), Fatıma Zehra’ya (s.a) ve şehitlerin efendisi Hamza’ya gönderiyoruz. Ey Muhammed! Bad-ı Saba’nın serin yeliyle üzeri kumla örtülen şu cansız bedenin sahibi, senin biricik Hüseyin’indir. Geberesiceler, zinadan türemeler! Ne yazık! Ne yazık ki bugün, Allah Resulü bir kez daha öldü. Ey Muhammed’in (s.a.a) ashabı! Bunlar Hz. Mustafa’nın çocukları değil mi ki, esirler gibi onları götürmedeler?! Zeynep ceddi Resul-u Ekrem’e ve yegâne yaratıcısına şikâyet elini açmışken kardeşi Hüseyin’in başsız bedenine bakıp sessiz sesiz ağlıyordu. Gözyaşlarına hakim olamıyordu ama, feryat etmemek için de kendini oldukça zorluyordu. Kardeşinin cansız bedenini son kez ellerine alarak tekrar Rabb’ine seslendi: -Allah’ım, bu kurbanı bizden kabul et!.. O sırada gözleri kesik başlara ilişti. Mızrak uçlarına geçirilmiş kesik başlar!.. Her biri bir nur gibi ışık tutuyordu Kerbela’ya. Özgürlüğü, zulme köle olmamayı, zillete boyun eğmemeyi haykırıyordu bu başlar. Yezîdilerin zafer coşkusuyla havalandırdıkları kesik başları gören Zeynep, yüksek sesle bağırdı: -Mızrağa geçirdiğiniz başın sahibi ölmeyecek, işte bakın Kehf Sûresi’ni okuyor! Vahşi kurtların saldırısından kurtulabilen İmam Zeyn’ül-Abidin (a.s) da oradaydı. Hasta haliyle zor da olsa halası Zeynep’i bulabilmişti. O da halasının feryadına karşılık verdi: -Yezîdiler özgürlüğü ve insanlığı öldürme arzusundalar! -O yüce ruh ölümle yüz yüze gelmez! Ey kardeşimin oğlu, pek yakında Kûfe’ye götürecekler bizi. -Ey halacığım, Kûfe’ye esir olarak mı ayak basacağız? -Hayır, muzaffer olarak! Pek yakında bunun bir gerçek olduğunu görecekler. -Peki ellerimize ve ayaklarımıza bağladıkları bu zincirler ne olacak? -Allah onları zincirlere bağlasın! Onların hiç kaçış yolları olmayacak. Allah’ın adına yemin ederim ki onlar, Allah’ın kendilerinden ahit aldığı fedailer tarafından helak edilecekler. Bu, ceddimiz Resul-u Ekrem ve babam Ali’nin (a.s) bizlere vaadidir. Yezîdiler onları tanımıyorlar ama onlar Yezîdileri pekala tanıyacaklar!.. çeşmi siyahım: Bana Aliyy-ul Mürtaza oğlu derler Bir gün iftihar lazım gelse Bu şeref bana yeter! emeğinize sağlık Allah razı olsunn vesselam... dua ile...
Allah’ı seven gelsin, katılsın da konuşsun
Korkmadan açıklasın, gerçekleri konuşsun Gerçek Müslüman kimdir? Allah için söylesin Farz Hazreti Ali’yken, Allah için konuşsun. İslamiyet bütündür, bölen varsa Yezid’dir (SAV) Peygamber’e sövenler,Yezid oğlu Yezid’dir Hutbede küfrettiler, tam seksendört yıl sürdü Ehl-i Beyt Allah nuru, şeytan ise Yezid’dir. Muharrem haram ayı, cana kıymak yasaktır Hac yapılır bu ayda, Yezid dedi yasaktır Namaz niyaz değişti, Allah’a karşı geldi Ali yoldan çıkmadı, yoldan çıkmak yasaktır. Kerbela bir matemdir, ayrı gayrı demeden İslamiyet bütündür, şii-sünni demeden Secde edelim Hakk’a, ortak paydır Ehl-i Beyt Ya Hüseyn! affet bizi; Şii-Sünni demeden. |
HZ. ALİ İÇİN NAZİL OLMUŞ BAZI AYETLER
Kaynak:Kur'an-ı Kerim/Bakara Sûresi/Sayfa:7/Cüz:1/39. Ayet: İnkâr edenler ve âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte bunlar cehennemliktir. Onlar orada ebedî kalacaklardır. ﴾39﴿وَالَّذ۪ينَ كَفَرُوا وَكَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَٓا اُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ النَّارِۚ هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ۟ ﴿٣٩﴾
Kaynak: Kur'an-ı Kerim/En'âm Sûresi/Sayfa:149/Cüz:8/Ayet:156-157: Kitap, yalnız bizden önceki iki topluluğa (yahudilere ve hıristiyanlara) indirildi. Biz onların okumalarından habersiz idik" demeyesiniz, yahut, "Eğer bize kitap indirilseydi biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk" demeyesiniz, diye bu Kur'an'ı indirdik. İşte size Rabbinizden açıkça bir delil, bir hidayet ve bir rahmet geldi. Artık Allah'ın âyetlerini yalanlayan ve (insanları) onlardan çeviren kimseden daha zalim kimdir!? İnsanları âyetlerimizden alıkoymaya kalkışanları, yapmakta oldukları engellemeden dolayı azabın en kötüsü ile cezalandıracağız. ﴾156-157﴿
اَوْ تَقُولُوا لَوْ اَنَّٓا اُنْزِلَ عَلَيْنَا الْكِتَابُ لَكُنَّٓا اَهْدٰى مِنْهُمْۚ فَقَدْ جَٓاءَكُمْ بَيِّنَةٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَهُدًى وَرَحْمَةٌۚ فَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنْ كَذَّبَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ وَصَدَفَ عَنْهَاۜ سَنَجْزِي الَّذ۪ينَ يَصْدِفُونَ عَنْ اٰيَاتِنَا سُٓوءَ الْعَذَابِ بِمَا كَانُوا يَصْدِفُونَ ﴿١٥٧﴾
Kaynak: Kur’an-ı Kerim/Mâide Sûresi/Sayfa:119/Cüz:6/67. Ayet (Tebliğ Ayeti):
Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan onun verdiği peygamberlik görevini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur. Şüphesiz Allah, kafirler topluluğunu hidayete erdirmeyecektir. ﴾67﴿ يَٓا اَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّـغْ مَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَۜ وَاِنْ لَمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُۜ وَاللّٰهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِر۪ينَ ﴿٦٧﴾
Kaynak: Kur’an-ı Kerim/Mâide Sûresi/Sayfa:107/Cüz:6/3. Ayet (İkmal Ayeti):
Ölmüş hayvan, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan, (henüz canı çıkmamış iken) kestikleriniz hariç; boğulmuş, darbe sonucu ölmüş, yüksekten düşerek ölmüş, boynuzlanarak ölmüş ve yırtıcı hayvan tarafından parçalanmış hayvanlar ile dikili taşlar üzerinde boğazlanan hayvanlar, bir de fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı. İşte bütün bunlar fısk (Allah'a itaatten kopmak)tır. Bugün kafirler dininizden (onu yok etmekten) ümitlerini kestiler. Artık onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı seçtim. Kim şiddetli açlık durumunda zorda kalır, günaha meyletmeksizin (haram etlerden) yerse şüphesiz ki Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. ﴾3﴿حُرِّمَتْ عَلَيْكُمُ الْمَيْتَةُ وَالدَّمُ وَلَحْمُ الْخِنْز۪يرِ وَمَٓا اُهِلَّ لِغَيْرِ اللّٰهِ بِه۪ وَالْمُنْخَنِقَةُ وَالْمَوْقُوذَةُ وَالْمُتَرَدِّيَةُ وَالنَّط۪يحَةُ وَمَٓا اَكَلَ السَّبُعُ اِلَّا مَا ذَكَّيْتُمْ وَمَا ذُبِحَ عَلَى النُّصُبِ وَاَنْ تَسْتَقْسِمُوا بِالْاَزْلَامِۜ ذٰلِكُمْ فِسْقٌۜ اَلْيَوْمَ يَـئِسَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ د۪ينِكُمْ فَلَا تَخْشَوْهُمْ وَاخْشَوْنِۜ اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ د۪ينَكُمْ وَاَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَت۪ي وَرَض۪يتُ لَكُمُ الْاِسْلَامَ د۪يناًۜ فَمَنِ اضْطُرَّ ف۪ي مَخْمَصَةٍ غَيْرَ مُتَجَانِفٍ لِاِثْمٍۙ فَاِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ ﴿٣﴾
Kaynak: Kur’an-ı Kerim/Mâide Sûresi/Sayfa:117/Cüz:6/55. Ayet :
Sizin dostunuz ancak Allah'tır, Resûlüdür ve Allah'ın emirlerine boyun eğerek namazı kılan, zekâtı veren mü'minlerdir. ﴾55﴿ نَّمَا وَلِيُّكُمُ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا الَّذ۪ينَ يُق۪يمُونَ الصَّلٰوةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكٰوةَ وَهُمْ رَاكِعُونَ ﴿٥٥﴾
KAYNAK: Kur'an-ı Kerim/ A'râf Sûresi /Sayfa:154/Cüz:8/36. Ayet:
Âyetlerimizi yalanlayanlar ve onlara uymayı kibirlerine yediremeyenlere gelince işte onlar cehennemliklerdir. Onlar orada ebedi kalacaklardır. ﴾36﴿وَالَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا وَاسْتَكْبَرُوا عَنْهَٓا اُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ النَّارِۚ هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ ﴿٣٦﴾
KAYNAK: Kur'an-ı Kerim/ Bakara Sûresi/Sayfa:32/Cüz: 2/207. Ayet:
İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah'ın rızasını kazanmak için kendini feda eder. Allah kullarına çok şefkatlidir. ﴾207﴿وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَشْر۪ي نَفْسَهُ ابْتِغَٓاءَ مَرْضَاتِ اللّٰهِۜ وَاللّٰهُ رَؤُ۫فٌ بِالْعِبَادِ ﴿٢٠٧﴾
Kaynak:Kur'an-ı Kerim/ Yûnus Sûresi/Sayfa:210/Cüz:11/17. Ayet: Artık, Allah'a karşı yalan uydurandan veya O'nun âyetlerini yalanlayandan daha zâlim kimdir? Şüphe yok ki (böyle) suçlular asla kurtuluşa ermezler. ﴾17﴿فَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ كَذِباً اَوْ كَذَّبَ بِاٰيَاتِه۪ۜ اِنَّهُ لَا يُفْلِحُ الْمُجْرِمُونَ ﴿١٧﴾
KAYNAK: KUR'AN-I KERİM/Tevbe Sûresi/Sayfa:196/Cüz 10/61. Ayet: Yine onlardan peygamberi inciten ve "O (her söyleneni dinleyen) bir kulaktır" diyen kimseler de vardır. De ki: "O sizin için bir hayır kulağıdır ki Allah'a inanır, mü'minlere inanır (güvenir). İçinizden inanan kimseler için bir rahmettir. Allah'ın Resûlünü incitenler için ise elem dolu bir azap vardır." ﴾61﴿وَمِنْهُمُ الَّذ۪ينَ يُؤْذُونَ النَّبِيَّ وَيَقُولُونَ هُوَ اُذُنٌۜ قُلْ اُذُنُ خَيْرٍ لَكُمْ يُؤْمِنُ بِاللّٰهِ وَيُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِن۪ينَ وَرَحْمَةٌ لِلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مِنْكُمْۜ وَالَّذ۪ينَ يُؤْذُونَ رَسُولَ اللّٰهِ لَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ ﴿٦١﴾
KERBELA'DA, HZ. MUHAMMED'İN (SAV) CİĞERPARELERİNİ KATLEDENLER (PEYGAMBERİMİZİ İNCİTENLER) VE AYETLERİ GÖRMEZDEN GELENLER CEHENNEMLİKTİR)
AYRICA DA DÖRT AYLAR İLE İLGİLİ AYETLER VAR;
KAYNAK: Kur'an-ı Kerim/ Tevbe Sûresi /Sayfa:192/Cüz:10/36 Ayet:
Şüphesiz Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günkü yazısında, Allah katında ayların sayısı on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. İşte bu Allah'ın dosdoğru kanunudur. Öyleyse o aylarda kendinize zulmetmeyin. Fakat Allah'a ortak koşanlar sizinle nasıl topyekûn savaşıyorlarsa, siz de onlarla topyekûn savaşın. Bilin ki Allah, kendine karşı gelmekten sakınanlarla beraberdir. ﴾36﴿ اِنَّ عِدَّةَ الشُّهُورِ عِنْدَ اللّٰهِ اثْنَا عَشَرَ شَهْراً ف۪ي كِتَابِ اللّٰهِ يَوْمَ خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ مِنْهَٓا اَرْبَعَةٌ حُرُمٌۜ ذٰلِكَ الدّ۪ينُ الْقَيِّمُ فَلَا تَظْلِمُوا ف۪يهِنَّ اَنْفُسَكُمْ وَقَاتِلُوا الْمُشْرِك۪ينَ كَٓافَّةً كَمَا يُقَاتِلُونَكُمْ كَٓافَّةًۜ وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ مَعَ الْمُتَّق۪ينَ ﴿٣٦﴾
KAYNAK: Kur'an-ı Kerim/ Tevbe Sûresi /Sayfa:193/Cüz:10/37. Ayet:
Haram ayları ertelemek, ancak inkarda daha da ileri gitmektir ki bununla inkar edenler saptırılır. Allah'ın haram kıldığı ayların sayısına uygun getirip böylece Allah'ın haram kıldığını helal kılmak için Haram ayı bir yıl helâl, bir yıl haram sayıyorlar. Onların bu çirkin işleri, kendilerine süslenip güzel gösterildi. Allah inkarcı toplumu doğru yola iletmez. ﴾37﴿ اِنَّمَا النَّس۪ٓيءُ زِيَادَةٌ فِي الْكُفْرِ يُضَلُّ بِهِ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا يُحِلُّونَهُ عَاماً وَيُحَرِّمُونَهُ عَاماً لِيُوَاطِؤُ۫ا عِدَّةَ مَا حَرَّمَ اللّٰهُ فَيُحِلُّوا مَا حَرَّمَ اللّٰهُۜ زُيِّنَ لَهُمْ سُٓوءُ اَعْمَالِهِمْۜ وَاللّٰهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِر۪ينَ۟ ﴿٣٧﴾