İnşikâk
I
rüzgârın akıntısındayım bütün deniz fenerlerinin uzağında adımlarım öyle ürkek, öyle miskin ve sefil denizler köpürüyor hâlâ köprüler yıkılıyor üstüme çılgın gelgitler üşüşüyor geceye bir ölüm yeterken bana bin ölüm yağar, ıslatır kirpiklerimi. haykırışlarımı, yakarışlarımı ötesine yolluyorum denizlerin. bitmek bilmeyen hayâllerim boş, âvâre bu fırtınalar, dalgakıranları da çeker içine ellerim susuyor yapılmışlıklara gözlerim ışıksız, meyûs pamuk ipliğime bağlı her nefesim balıklar, engin denizlerde boğuluyorken ben büsbütün yıkılıyorum ay, gökyüzünün muamma dilberi ben, kendime yabancıyım sadece bu derin sancı bir hâtıradır bende ve tuzlu sulara bıraktığım sırlar güvenmezdim hiç kimseye bu kadar. bir gülüşle uçtu üzerimden yıldızlar bir teselli yâdigârı bırakmadan uçup gittiler, erkenden bir serzeniştir bakışlarımdaki derinlik bir civan şarkısıdır kepezden dinlediğim ağıma takılır mehtabın efkâr silsilesi, ne tuhaf bakışı var öyle dalgaların bir inancın siluetini saklıyor akışında boşaltır içini parmaklarıyla bütün yangınların, talanların uğrağı bendim bendim bütün yalanların ilk ve son istasyonu kendimden kaçarken, her göç kendime. II kaygı yüklü zamanlardan küller savruluyor yüzüme, her şey, uzak bir sahil gibi ötesinde, çok ötesinde ellerimin, benim değil içimdeki bu huzursuz korku mehtaptan sakladığım bu azap benim değil özlemler bir bir çekilmiş göklerimden artık tamamıyla istilâya uğramış şehir gibiyim sırlarla dolu manalar serpilirken geceye unutturmuyor gördüklerimi, kalbimdeki bu esrar inciler savruluyor mehtabın elinden gökkuşağı ne kadar da civanmert; kırmızı, sarı, yeşil ve mavi ipekten kuştüylü arzular serpiliyor yeryüzüne. zümrütlerle, firûzelerle, yakutlarla ve narin bakışıyla süslerken denizi, ay bana, türlü renklerden uzak bir dünya ve hiç değişmen hüsranlar kalıyor acılarımı saklayamam kendimden usandım kapamaktan gözlerimi alışamadım beni kuşatan esmer ışıklara ne zaman başladı bu bitimsiz yol ne zaman savruldum bu köhne dehlize demek yalandı bütün yaşanmışlıklar rüyada da olsa mutluluklar demek haramdı bunalıyorum artık, ağır perdelerden düşkırığı beyaz yelkenlilerden sıkıldım sağımdan alıp soluma verirken acılarımı beynimin yükünü ayaklarıma bırakıyorum ağrılarım büyüyor bu yâdigâr virânede bir gölge bulsam tutardım ellerinden tutardım pencerelerden sarkan hüzünlü bakışları III dalgaların darbeleri sızlatıyor sanrılarımı denizler sanki bir gazap sükûtu ve bitmek bilmeyen mırıltılarıyla avutuyor kendine kaçan câriyeleri gölgeler uzuyor, şimdi saat kaç hangi yılın, kaçıncı ayı, kaçıncı günündeyim bana bir tek adımı söyleyin yeter sâhili, durmadan okşayan dalgalar şimdi bir şamar olup çarpıyor yüzüme yüreğim, daha keşfedilmemiş iskandil kendine bile yetmeyen mum ışığı gibi kaf dağından uzak, gölgelerle boğuşuyorum uzaklardan, çok uzaklardan bir parça güneş istemek için ellerimi açmaktan korkuyorum kendimle konuşuyorum durmadan bu duldalıkta unutulacak olan nasılsa benim duyan var elbet içimdeki nazlı sesi tarifsiz yalnızlık içinde sayıklıyorum pusulasız savrulurken medcezirlerle kalbimin hâtıratına cevap veren var ben görmesem de, elbet bir gören var omzuma çöreklenmiş kara bulutlar lapa lapa tenhâlıklar düşüyor üstüme dağlardan, çöllerden, karmakarışık renklerden korku nedir hiç öğrenmeden yemeniyle gelir intiharlar üzerime ne vakit, aksetse gözbebeklerime geceler bir inşikâk gelip bulur beni IV değişti her şey, yıllar kayboldu biliyorum, dostluk kutsaldır, ama soldu ezberimdeki renkli baharlar ve ne olduysa yeniden kirlendi dünyâ yeniden başlamak için çok geç kaldın, diyorlar sırlar, kumsallara ulaşmadan uyandırmadan sokakların çıkmazlarını bir daha dönmemek üzere gitmeliyim o görkemli zindanlardan, kalabalıklardan kendinden kaçan divâneler gibi gökte öbek öbek göç eden bulutlar gibi öğütülmeden değirmenlerde, gitmeliyim kaşlarımı çatmadan susuyorum öyle haziranda yaşıyorum en uzun geceyi yürüdükçe uzuyor yollar kıtlık süzülüyor dudaklarımdan ben bakınca camlar kırılıyor cam kırıkları batıyor ellerime ellerim boş, tadı kalmadı yalnızlıkların ve lambalar sönüyor gökyüzünde beyaz saçlı prenses kayboluyor ben alışkınım zaten içimde susuz nehirler akıyor dünya, mahşer macerasının son randevusunda nefes nefese kalan dalgalar en acıklı enstrümanı gecelerin notalar sadık kalıyor karanlığa ben, zamanın akrebinden tutunuyorum kollarım nasıl da yorgun ölgün kıtalar arasından geçiyorum annelerse evlatlarından kilometrelerce uzak öğrendim, önce kendine meftunmuş insan V ayaklarımda prangalar, sürükleniyorum çoktan kırılmış, düştüğüm mahzenin kilidi kelepçeler, duvarlarla fısıldaşıyor hayâlim bile hapsolmuş duvarlar arasına sonsuzluk denen şey, belli ki uzakta değil beni de alıp götürürler bir gün ansızın çalmadan kapımı götürürler, uyandırmadan güneşi her lahzası bin asra denk sürgünleri demek bana reva gördüler kasvet dolu nefesler geceden de karanlık sancısı tutuyor her yanımı özgürlüğün belki birkaç adım ötesindeyimdir ama bütün parmaklıklar, kenetlenmiş ölüme yağmurunu değil, hüznünü boşaltıyor bulutlar câmi önüne açılmış mendil olur her bakışım dilimi, kalbimin susturduğunu kimse bilmeyecek kimseler görmeyecek gecelerin aklandığını ne kadar bağırabilir ki dilsiz bir insân rûhuyla beraber asılırken darağacına, son bir arzusu dâima olmalı insânın son bir nutku kendini bekleyenlerine kim bilir belki gururunu da alıp yanına birlikte gitmek istercesine suspus olur belki birkaç iyi kelâm da düşer sevdiklerimize ya da iki rekat namaz; nereye gittiğimizi bilircesine burası saatlerin durduğu koridorlar burası dünyânın unutulmuş öteki yüzü kimseler, kimseye etmez insânın kendine ettiği zulmü, sökmeden göğsümdeki çivileri istemem aynaların ihtirasını herkes bir şeyler peşinde koşuştururken bana rûhumun serinliğini verin yeter Zafer Şık |