EyvallahŞiirin hikayesini görmek için tıklayın (Fonda; Grup Genç - Kuşandım Aşkını...
Kavgam karanlığa, güneş adına, Bir önder var önümde, yürür çağlara. Tahtı hasır, izleri kaburgasında, Zindanlar durağım olsa ne olur? Yüreğim dünyayı taşır sonsuza, Zindan duvarları okşar başımı, Hicret yollarında çıplak ayakla, Düşerler düşüme, çöller yol olur. Miracın konuğu Kutlu Haberci, Gözyaşına secdelerle yön veren Elçi, Gönülleri muştulayan Yüce Müjdeci, Kuşandım Aşkını, çile ne olur? ...) Ve genç adam gaipten işitir gibi: -"Sen yüzünü Allah’a çevir sonra Mansur’dan dem vur... Yetmezmiş gibi bir de bela iste...Al sana o halde... Al!..." diye bir ses duydu ve: -"Eyvallah... Eyvallah..." dedi, sonra: -"Elhamdülillah..." Gaibin aksinin resmi; şekli yani hikayesi ise şöyle idi: Azgın bir denizin, kapkara sularını geride bırakan genç, kendini meydana attı ve haykırdı: "Gelin, gelin!... Benim ardımdan gelin!... Peşisıra gittiğim Nûr’un ardından gelin!...Bu Nûr, sonsuza açılan kapı, sonsuza giden yol!... Bu Nûr sonsuzun ta kendisi!..." Meydanı dolduran binler hayrette, bir yandan gözlerini oğuşturan kalabalık öte yandan söylenmekte... Onu az bilen, biraz bilen, çok bilen ve hiç bilmeyen ama herkesten, her ağızdan sesli-sessiz sesler: -Bu, o genç mi?... -Vay genç vay!... Ne güzel!... -Helal olsun sana!... Helal!... -Hayır, hayır!... Ona benziyor ama o olamaz!... Çünkü... -Çünkü biz onu biliyoruz... O, o... -Bu o değil!... Olamaz, olamaz!... -Yürü genç yürü!... Senin ardın sıra gitmek gibisi var mı?... Senin ardına düştüğün şeyin ardına düşmek gibisi var mı?... -Vay sahtekar vay!... -Bir ampül ışığına dayanamazken, şu göz alan Nûr’un peşisıra giden o genç mi?... -Hayır, hayır bu imkansız!... Gözler oğuşturulur, eller yanaklara iner, hayret had safhada... Sesler uğultu halinde bütün bir meydanı kaplamış vaziyette... Göklerden göz kırpanlar, yerin altında inleyenler ve sesler ve sesler ve sesler...: -Evet, evet o!... -Tabi o!... Bakın bakın yüzündeki ben!... -Aaa!... Hayret, inanılacak gibi değil ama o!... Gerçekten o!... -Allah Allah!... Bu nasıl iş, bu nasıl sır!... -Vallahi garip!... Aklım sırrım ermedi ama bu genç; o genç!... Elleri tekrar gözüne gidenler, genci tanıyanlar, Nûr’dan kaçanlar derken gencin sesi tekrar yankılanır meydanda…: -Gelin, gelin!... Peşimden gelin!... Beni bilmeyen koşarak gelsin, bilenler uçarak... Ben ben olsa idim burda olur, böyle der miydim?... Ben, ben değilim... O halde gelin, Nûr’a gelin, İyi’ye gelin, Bir Güzel’e; En Güzel’e gelin... Gelin, gelin!... Çağrıma icabet edin... Bu çağrı bitmez zevkin, geçmez şevkin, solmaz yüzün, tatlı sözün, baldan aşın, paktan sütün, sonsuz neşenin, sevincin, mutluluğun çağrısı!... Gelin sesime gelin!... Sözüme gelin!... Özüme gelin!... Haydi gelin aslıma, nûrdan neslime!... Her şeyin aslına gelin!... Ve yüzbinleri bulan kalabalığın içinden akın akın gencin peşine takılanlar... Davete kayıtsız kalmayıp, nûr ırmağına gözü kapalı dalanlar... Sözlerinin sırrı ile tutuşup ateş ateş ardına düşenler... Nasip sahipleri, Bir Sahip tarafından nasibe kavuşturulanlar... Ve... Ve kalabalık içinden sinek misali kaçanlar, eşek gibi çifte ata ata kalabalığı terkederek, uzaklaşıp bir boşluğa dalanlar, köpek gibi havlaya havlaya uzayanlar ve onlara eşlik eden arsızlar, hırsızlar, nursuzlar, nasipsizler... Nasipleri için nasipsiliği seçenler... Ve dalkavuklar... Dalkavuklar eşeklerden daha eşek!... Köpeklerden daha köpek!... Sivrisineklere yoldaş dalkavuklar meydanı terketmez... Kalabalık içinden bir iblis tavrı ile süzülerek vilayet binasına doğru akarlar... Bir çamur gibi, bir irin gibi, kan gibi... Meydana bakan bina... Vilayet binası... Ve pencerenin önü... Perde çekilmiş ve vali ile dalkavuk sahneye çıkmışlar... Söz dalkavukta: -Bakın!... Bakın sayın valim!... Şu gencin yaptıklarına bakın!... Valinin gözlerinde emniyet... Zira genci en iyi bilenlerden... Evvelini ve şimdiki haline şahitlerden... Şehirde, dalkavuk da dahil pek çok kimse bilmese de genç ile akrabalık bağı da bulunan valinin hali, dalkavuğun sözlerine aldırış eder gibi görünmese de bir anda gözleri... Evet sükûn ve takdir hisleri ile dolu gözleri birden faltaşı... Bir kurşun misali cümleler... Nişan tahtası, kalbinin ortası: -Sayın valim!... İnsanları peşine takıp, şehri birbirine katacak!... İnsanları dert edindiği filan yok!... Bütün derdi kendi... Şöhret olmak, adam toplamak ve... Ve sizi yerinizden etmek istiyor!... Sonra vur patlasın çal oynasın!... Meydan benim olsun!... Bu meydanın atını ben koşturayım!... Bütün derdi bu ve sizin aleyhinizden yana olan her şey!... Sizi temin ederim!... Vali’de hışım... Hiddet valide... Öfke, öfke, öfke... Gözlerinde gazap ateşi... Başında hışım dumanları... Akrabalık bağı, kem sapına kör sözler işli kılıçlarla kesili; yerde paramparça... Ve ayak altında... Ve emir... Sinir sinir ve kor kor cümleler ve kahır yüklü seslerle: -Hemen yanıma gelsin... Derhal!... Derhal!... Ona, bunun ne demek olduğu göstereceğim!... Ne duruyorsunuz?... Çabuk!... Çabuuuk!... Dalkavuğun yüzünde şeytani bir tebessüm!... Alçak bir eda ve yüksek bir ses tonu: -Hemen sayın valim!... Derhal derhal!... Dalkavuk odadan yıldırım gibi çıkar, yanına iki adam alır ve meydana ok gibi düşer… Ve nûr kalabalığın önünde üç karanlık gölge… Daha karanlık bir ses… Dalkavuk: -Haydi gidiyoruz!... Sayın valim çağırıyor seni!.. Hakkında şikayetler var!... Genç sakin!... Tavrı, Allah ve Rasulü’nün davasına (bir nebevi nefes, bir ilâhi nimet ve bir karınca edası ile karıncalar çapında) sahip çıkan ve çıktığı sahiplik kadar davasına inanan (büsbütün Allah’ın ihsanı ve Dostu’nun himmeti ile inandırılan) bir inanmış tavrı: -Pek âlâ!... Gidelim!... Bir duyalım ne imiş şikayet ve kimmiş şikayetçi!... Genci takip eden nurdan kalabalıkta hayret!... Ve olacakları sezen, sezmeyen; valiyi bilen, bilmeyen Kaf Dağı’nın yolcusu binlerce nûrdan kanatlı (anka) kuşlar(ın)dan sesler: -Allah Allah!... Vali bey niye çağırsın ki?... -Eyvaaah!... Gencin sonu geldi!... -Ne güzel gidiyorduk ne oldu ki şimdi?... -Neden çağırmış acaba?... -Yazık oldu gence, gence yazık oldu!... -Bu adamlar da kim?... -Ne oluyor?... Olan ne?... Dalkavuk ve iki görevli ve genç… Kat kat kat karanlık arasında ay gibi parlayan genç, vakar ile nûr yumağı kalabalıktan ayrılır ve binaya doğru yol alır… Genç ve diğerleri binaya yaklaşırken vali, yardımcısına dönerek: -İşte geliyorlar… -Evet sayın valim!... -Şu edasına bak!... Delireceğim!... Şu hali, şu yapıp ettiğinden emin duruşu beni dinden imandan edecek!... -Evet sayın valim!... -Sanki şehri kurtaracak!... Şehir sanki onunla nûr kesilecek!... -Evet sayın valim!... -Çok sinirliyim!... Çok da ne demek!... Ahh Ah!... -Evet sayın valim!... -Neyse!... Bir şekilde kurtulmak lazım bu beladan… -Evet sayın valim!... -Ne yapalım, ne dersin?... Ben diyorum ki; daha fazla başımıza ip örmeden, iş açmadan, yerimizden yurdumuzdan olmadan uzaklaştıralım… -Evet sayın valim!... (İçinde bir gizli tebessüm… Dalkavuktakine benzer, binbir entrika fısıldar gibi bir tebessüm... ve bir saklı söz: O uzaklaşındaa..) -Nereye sürelim peki?... Dünyanın bir ucu olmalı ama neresi?... Çok uzak olmalı… Çok uzakta olmalı… Çoook!... -Evet sayın valim!... -Neresi, neresi, neresi?.... Hımmm… Heh, tamam buldum!... Dünyanın bir ucu işte: Çin… Çin’e sürelim… -Evet sayın valim!... -Evet, evet!... Çin, en güzeli!... En güzeli Çin!... En uzağı!... -Evet sayın valim!... -Evet, Çin!... (Bir ince tebessüm, alabildiğine derin… Çok hafif bir alay tonu ile:) Ama ne de olsa akrabalık bağı var değil mi?... -Evet sayın valim!... -Ona bir güzellik yapayım o halde!... Olmayan kan bağı ki; görünmese de bağ, bağdır… -Evet sayın valim!... -Hem orayı, o da sever!... -Evet sayın valim!... -Sözüm ona güya kendince güttüğü davanın asıl pirî orda: Ahmed Yesevi!... Bu davayı asıl dert edinen O… -Evet sayın valim!... -O’nun (Ahmet Yesevi Hazretlerinin) rüzgarı hala oralarda esmektedir… -Evet sayın valim!... -Sürün gitsin oraya: Çin’e… Ama doğusuna; Doğu Türkistan’a yani Sincan’a… -Evet sayın valim… Plak susar ve valinin odasının kapısı açılır… Genç, dalkavuk ve figüranlar… Genç adam başına geleceklerden haberdar!... Çünkü biliyor ki; Güzel’in dostu kadar en az düşmanı da var; çirkinseverler... Mideleri nûrdan değil; nârdan anlayan çirkin taraftarları... Nûr Irmağı’nın önünü açanlardan daha çok O Irmağın akışını kesmek isteyen nasipsizler!... Mekan (dünya) gereği ve (ahir) zaman icabı…. Yardımcısı(!) ile konuştuktan sonra biraz öfkesi geçen Vali’de, genci görür görmez yine eski hal: Öfkeden bir yumak!... Vali: -Bunu, bunu Sincan’a gönderin… Derhal!... Vali Yardımcısı: -Evet sayın valim!... Genç!... Dimdik ve emin!... Genç adamda yine aynı eda ve yine aynı tavır... Vakar ve sükûnet… Valinin masasına oturur ve: -Efendim!... Madem ki; bir şikayet var, yani davalıyım, o halde malum dava hakkında (beni dava edeni, davacıyı bilmek en doğal hakkım olsa gerek!... Çünkü hakkımda söylenenler bir yalandan ve uydurmadan ibaret… Her kimse yüzleşelim… Şayet şikayetinde haklı ise amenna… Değilse, yüzüne tükürüp: Sen yalancı, hilekâr, düzenbaz, nasipsiz, uğursuz, nursuz, onursuz bir müfterisin diye haykırayım...) Vali’nin öfke kusan ses tonu: -Yeter kes!... Genç söylemek istediklerini söyleyemez… "(…) hakkında… " der ve kalır… Bir infaz… Yargısız, mahkemesiz, insafsız bir infaz… Odada valinin sesi çınlamakta: -Sanki şehri, insanları sen kurtacaksın!... Sana mı kalmış, seninle mi kurtulacak millet?!... -Ama…, der genç: ve devam eder birkaç kelimecik: Efendim!... (Elbet bu iş bizim işimiz değil!... Beni siz de tanırsınız ki; bırakın insanları bir şeye çağırmayı, ben borç verdiğim adama, "borcunu öde…" diye dahi çağıramam, bağıramam… İnsanları bir şeye ben çağırıyorsam, gürül gürül bir şey için bağırıyorsam, hakikatte o ben, "ben" değilim demektir… Bu iş benim işim değil demektir… O’nun ve O’nun işi… İşin hakikati bu!... Üstelik bu öfke, bu korku neden?... Bu şartlar ve bu zaman içinde ne diye?... Güzel’e düşman kesilenlerin Allah korkusuzluğu kadar, Güzel’e ben dostum, ben Güzel’i seviyorum, diyenleri Allah korkusu yok mu?... Yoksa yazıklar olmasın mı?...) Yine gencin sesi kesilir… "Ama, efendim!..." der ve söylediği iki kelime ile kalır… Ama ne geri bir adım ne de bir usanma… Yalnız, yalnız bir kırgınlık göğsünün sağ tarafında…. Bir ince sızı… Zira vali, genci biliyor… Onu tanıyor... Bilmeyenlerin yapıp ettikleri, sayıp döktükleri neyse de bilen birinin bu tavrı.... Yine sesler… Sesler, valinin sesi: -Tamam, tamam!... Kes sesini!... Şimdi çık dışarı!... Gözüm seni bir daha görmesin… Genç: -Eyvallah… der ve odadan çıkar, için için yanarken... İçinden için için yanarken, içinden kendi kendine söylenir (Bir kendi duyar, bir O, bir de O): -Yazıklar olsun!... Yazıklar olsun!...
Dünyanın ucuna sürseler ne gam,
Burcuna âlemin, tutkun olanı. Boğsalar bir kaşık suda bir akşam, Ne çıkar, sel gibi çoşkun olanı. Kalbin esrarına yemin ederek, Bir sonsuz lütuftur düşer bahtına. Öyle bir nasipte, daha da gerek, Çıkmak varsa bugün, Mansur tahtına. Rahmet yağmuruyla arınır solun, Delince kalbini bir dil kurşunu. Bir bilsen, nereye çıkar bu yolun, Bu yolun, bilseler, olmayan sonu. Bilmeyen, nasipten yana nasipsiz, Ne bilsin ne demek, bir anlık nazar. Ya bilen!... Her sözü öyle tarifsiz; Ok gibi göğsünü delen bir azar. Sen yürü, ardına bakmadan yürü, Davası hâk olan, batmaz çamura. Ve ağla!... Geride aç-susuz sürü, Hasret kalacaklar, nurdan yağmura! Buluta neşteri vuran kahraman, Bilirim, âşina gözlerin, derin. Manzara haykırır: Ah ahir zaman, Bir yargısız infaz, şimdi kaderin. Hüznüne ilâhi bir müjdedir ki; Kalbi kırıklarla beraber Allah. Bir gün tekrar yollar kavuşur belki; Sürgüne bismillah, hükme eyvallah. Ankara, Nisan 2011 |
Davası hâk olan, batmaz çamura.
Ve ağla!... Geride aç-susuz sürü,
Hasret kalacaklar, nurdan yağmura.
********************
Açıklamalarıyla ve şiir tümüyle mükemmeldi.
Okumak yetmedi, bir de düşündürdü. İçsel yorumlarımı kendime; takdirlerimi şiirinize ve yüreğinize bırakıyorum.. Süperdi!...