DUT AĞACI
Daha on sekizini yeni doldurmuştu,
Töre gereği kana bulamıştı ellerini. İdamına hükmedilmesinden sonra Sinop mahpushanesine gönderilmişti… 1953’ün nisanında, Dağlarda mor çiçekler baharı karşılarken…. Önce umutlarının bittiğini düşünüyordu... Sonra cezası müebbete çevrilince, Yaşama dair düşler kurmaya başladı Aç ve susuz konulduğu hücresinde! Geçmişin anıları yankılanıyordu Zindan duvarlarında, Asırlar gerisinden… Kimler gelip geçmişti, Zamanın geçmediği Sinop mahpushanesinden! Sandıkçı Şükrü, Mustafa Suphi, Büyük Türk Şairi Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Ruhi Su, Ve daha niceleri… Görmesine izin verilmediği Hasta karısını kaybedince, Ölmeyi düşünmeye başladı bir an, Cesaret edemedi bir türlü. Yıllar yılları kovaladı… Hücresinde açlıktan ölmek üzereyken, Bir gardiyanın gizlice verdiği Yarım kiloluk kaşar peyniriyle, Yaşama tutundu… Anlamıştı yaşamanın değerini, Özgürlüğün anlamını tanımıştı. Güzeldi yaşamak! Güneş ışığında, Mavi gökyüzünün altında, Bir kerecik bile nefes almak doyasıya, Bir ömre bedeldi… Sonra İçerdeki müebbet hükümlülerine Umut ışığı olsun diye, Bir dut ağacı dikti, Hapishane bahçesinde, Yatmakta olduğu Koğuş penceresinin tam karşısına… Her gün, Dut ağacının büyümesini izledi, Demir parmaklıkların arkasından, Onu, Çocuğu gibi sevdi hep uzaktan. Artık büyüyordu, İçindeki umut, Sığmak bilmiyordu, Dört duvar arasına… Yıllar dışarıda su gibi akarken, Zaman içeride durmuştu…. Sandıkçı Şükrü’yü hatırladı her gün, Duvarlara kazınan yazılarda… Sabahattin Ali’yi hatırladı, Sinop kalesine vuran dalgaların hışırtısında! Onu, Bir, denizin dalgaları oyaladı, Bir de dut ağacı… Zaman geçip gitmişti, Yıllar yılları kovalarken, Sayılı günler tez bitmişti, Şükretmişti yaratanına, Gün ışığına yeniden kavuştuğu için… Ve onca yılları boşuna geçirmemişti, Hayatı öğretmişti ona Sinop mahpushanesi, Özgürlüğün ne anlam taşıdığını öğretmişti… Dut ağacı büyüdü. Meyvesini yedi, Sinop kalesinin üzerine yolu düşen kuşlar! Nice hükümlülere umut oldu, Ve onları yaşama bağladı Dut ağacının öyküsü… Hiçte kısacık değilmiş, Şu ömür denilen, Yaşanmaya değer zaman. Sinop mahpushanesini ziyarete geldi, Yaşı sekseni aşarken… Suskundu, Mahkumların kokusunun sindiği, Hücre duvarları… Hüzünlü anılar dile geliyordu, Asırların ötesinden… Sonra, Yaşlanan dut ağacına sarıldı, Yaşanılan zaman, Film şeridi gibi geçti gözlerinin önünden! Yaşlı gözleri, Dalıp gidiyordu, Karadeniz’in kıyıları yalayan dalgalarına… Geçmiş zamanın türküleri yankılandı birden Hücrelerin demir parmaklıklı pencerelerinden… “Sene üç yüz kırk bir, nefsime uydum, Sebep oldu şeytan, bir cana kıydım” “Başın öne eğilmesin, Aldırma gönül aldırma” Ağlıyordu, Terk edilmiş zindan duvarları… Titreyen elleriyle Önce duvarları okşadı, Yaşlı adam… Sonra dut ağacına sarıldı, Sinop kalesine son bir kez daha baktı Yaşlı gözlerle. Sonra birden kayboldu, Güneşin batışıyla birlikte… Adı…’ydı... |
SAYGILARIMLA.