ZENCEFİL HANIM KONAĞI
Neredeyse tamamı paslı, yer yer haki boyalı,
Demir kapıyı açtım zorlayarak sağ tarafa, Erguvan ağacıyla zencefiller karşıladı beni, Kalın taş döşeli, yorgun eşiğe ayak bastığımda. Sokaktaki loş ışıkta, buğulu boğaz manzaralı, Altı taş yapılı, üzeri ahşap bir konaktı burası, Duvarlarını kaplayan sarmaşıklara sıkışmış, Kimisi yerinden oynamış, solgun siyah pervazlı. Bu konakta tek başına bir kadın yaşıyormuş, Adını bilmeyenler Zencefil hanım diyormuş, Bahçede fark ettiğim havadaki aşk kokusu, Meğer, Erguvan’a sarılı Zencefil’den geliyormuş. Ortada mermeri kararmış kız heykelli bir havuz, Omuzdaki testi susuz, yosunlar hayli kurumuş, İncir ağacında asılı, urgandan iptidai salıncak, Aheste sallanıyordu, çürümüş oturağı çocuksuz. Sırtını konağa dönmüş ferforje takım dağınıktı, Masa sanki sağlamdı fakat bir ayağı kırıktı, Tahta trabzanlı, betondan yapılmış merdiven, Konağa girerken saydım, hepsi yedi basamaktı. Aralanmış dış kapıya dokunup içeri girdiğimde, İlkin Mustafa Kemal’i gördüm atının üstünde, Yanağımı okşayan zencefil kokulu esintinin, Sevincini hissettim elimi yüzüme sürdüğümde. Eski düğmeyi indirince canlandı köşe lambası, Klasik tarzda döşenmişti, evin büyük odası, Taşlaşmış telvesiyle bir çift yaren ağırlıyordu, Cumbanın önüne konmuş dantelli fiskos masası. El dokuma halı eski, tavan ahşap işlemeydi, En tatlı hatıralar burada yaşanmış belliydi, Eşyalarda, duvarlarda, teneffüs ettiğim havada, Zencefil hanımın aşk kokusu erguvani renkteydi. Gayriihtiyari baktım salondaki tüm resimlere, Duvarlardaydı bazısı, kimisi konsol üstünde, Gördüğüm her resim kulaklarıma fısıldıyordu, Sürüklüyorlardı beni geçirmediğim günlere. İstanbul’un beyefendisi eşine dayamıştı başını, Osmanlı’nın genç kızıydı, Cumhuriyet kadını, Ciddiyetini koruyan mutlu tebessümler gördüm, Yanlarında yer almıştı giyimli temiz çocukları. Büyük odadan çıkarak küçüğüne geçtiğimde, Kitap doluydu kütüphane, çoğu farklı dillerde, Gramofondan en son Safiye Ayla duyulmuştu, Bir gün gibiymiş bunca yıl, geçmiş hayal içinde. Sarkaçlı saat ile birlikte anılar da durmuştu, Heinzman’ın tuşları belli ki çoktan susmuştu, Kuyruğuna dayalı, sessiz kalmış yaylı tanbur, Huzurlu sükuneti eşine yaslanarak bulmuştu. Beni üst kata yönelten içimde artan meraktı, Merdiven bittiğinde karşıda yatak odası vardı, Kapının önüne gelince bir an duraksamıştım, Sanki bu kapıyı önceden defalarca açmıştım. Bu oda da salon gibi klasik mobilya döşeliydi, Süt takımı bulunan sehpa, ortada altı köşeliydi, Açık kalan gardrop kapağının arkasındaki kedi, Sevdirdiğinde kendisini artık daha neşeliydi. İhtişamlı maun yatak pencereyi seyrediyordu, Erguvan ise dışarıdan zencefiline bakıyordu, Her iki başucuna konmuştu oval komidinler, Beyaz geceliğiyle Zencefil, nefessiz uyuyordu. Nevresimler beyazdı, gümüş saçlar bembeyaz, Yatağa yaklaşarak izledim bu güzelliği biraz, Ellerinde eski resimlerle bir defter tutuyordu, Sanırım benden bakmamı, okumamı istiyordu. Fotoğraflar çok dağınıktı, topladım her birini, Parmaklarının arasından aldım anı defterini, Tek başına yaşayarak sessiz giden Zencefil’in, Okumaya başlamıştım konakta geçen günlerini. İlk sayfalarda aşkını, Erguvan beyi anlatmıştı, Muharrirdi Erguvan, öğretmenlik de yapmıştı, İşgal yılları bittikten sonra, hayat arkadaşıyla, Üsküdar Musiki Cemiyeti korosunda tanışmıştı. Birbirlerini çok sevip aşık olup evlenmişlerdi, Sade bir nikahla bu konağa yerleşmişlerdi, Yıllar geçtikçe büyüyen aşklarının armağanı, İki kız bir erkekti, çocuklarını çok sevmişlerdi. İlerleyen yapraklarda ev hayatı resmedilmiş, Kitapları severlermiş, zevkleri musikiymiş, Erguvan bey piyanonun başına her geçtiğinde, Zencefil hanım tanburuyla o’na eşlik edermiş. Çocuklar neşe içinde evin her yerinde oynarmış, Pazar kahvaltısı muhakkak bahçede yapılırmış, Erguvan bey kahveyi gazete okurken sevse de, Umumiyetle muhabbetler cumbada yaşanırmış. Yıllar ilerledikçe Zencefil’e acılar da getirmiş, Küçük yaştaki oğulları kuşpalazı geçirmiş, Gözyaşlarıyla ıslatılmış defterdeki sayfada, “Cennetteki bir meleğin annesiyim ben” demiş. Akıp giden zamanla kızlar okuyup büyümüşler, İkisi de evlenerek yurt dışına yerleşmişler, Evdeki sessizliği bozmak için notalara sığınıp, Piyano ile yaylı tanbur birbirini teselli etmişler. Zencefil hanımın konağından evlatları gitmişti, Ayrılmak sırası bu kez Erguvan beye gelmişti, Bir sonbahar akşamı aniden yığılarak bahçede, Gövdesine sarılı zencefili, erguvan terk etmişti. Sayfanın alt kısmında veda tarihi yazıyordu, Gözlerimin önünde doğum günüm duruyordu, Arkadaki siyah beyaz fotoğrafa baktığımda, Kanım dondu, Erguvan tıpkı bana benziyordu. Bu hazin gidişin ardından anılar da sonlanmış, O günden sonra Zencefil dışarıya çıkmamış, Tarih kokan hatıraların yaşandığı ahşap konak, Erguvandan sonra kapısını başkasına açmamış. Topladığım fotoğraflar şimdi bana bakıyordu, En üstteki resimde Zencefil hanım duruyordu, Altı köşeli sehpanın kenarındaki koltuktan, Kavuşmaya dair iştiyakla ellerini uzatıyordu. Önceden tatmadığım tuhaf duygular yaşadım, Ellerimi istem dışı, uzatılan ellere bıraktım, Sıkıca tutup ellerimden beni kendine çekerken, Artık yeniden Zencefil’in yanındaki Erguvan’dım. Kollarımın arasındaydı ancak, titriyordu bedeni, En çok kalan özlermiş, kendinden önce gideni, Susamış dudaklarından tek bir cümle döküldü, “Nerelerdeydin sevgilim, çok beklettin sen beni.” Yine çocuk sesleri evin her yerinden geliyordu, Duvardaki saatin sarkacı tekrar çalışıyordu, Gramofon iğnesini yavaşça plağa indirdim, Dinlediğimiz son şarkı kaldığı yerden başlıyordu. EROL TASLAK Hikaye gerçek bir olaydan esinlenmiştir. |