İKİ DENİZ, İKİ ŞEHİR
İKİ DENİZ, İKİ ŞEHİR
Bir çift ince topuklu ayakkabı üzerinde, Yükselen bacaklarını örten eteklerini, Rüzgarın uçuşturduğu, Siyah elbiseli bir kadındı o. Deniz kıyısında duran narin bir beden, Saçları rüzgarlı ruhu gibi savruk ve kahverengi, Gözleri memleketi egenin maviliğine inat, Erkeğinin denizindeki yosunları, Kıskandıracak kadar yeşil, Narin vücudunda taşıdığı koskoca bir kalp. Ama içinde, Hayatında hep başkalarının isteğini yapmış bir yürek. Hep başkaları için yaşayan, ancak, Pek çok acıyı da taşıyan, Olabildiğince güçlü bir kadın. Ruhunda kıyametler kopuyor, Ve bu fırtınaları başkasına fark ettirmeden, Engellemeye şartlanmış karakterinden dolayı, Hep tek başına savaşmaktan yorgun düşen, Ama bunu kendisinden başka, Hiç bir kimsenin görmesine, İzin de vermeyen bir insan. Belki de bu yüzden hüzünlü ve buruk. Narin vücudunda o kadar çok şeyi bulundurmanın, Zorluğunu ispatlarcasına gururlu, Ve bir o kadar da hayata karşı galip. Gün geldi, O geldi, İçine artık yüreğinin sığmadığını fark etti, Kestane saçlı yosun gözlü kadın. Birden karşılaştı, Yıllar önce elinden tutamadığı, Karadeniz’in serserisi, Kalbini titreten kendi gibi yeşil gözlü, Ama artık yaşlı adamla. Engel olmak istedi kendisine, Yine başarmak zorundaydı hisleriyle yaptığı savaşını, Ve belki de sırf bu sebeple, Herşey imkansız diyerek, Aşkına izin vermemek isteğiyle, Kalbini yenmek istedi, Ama tüm çabası boş... Kalbi küçük kızdı, küçüklüğü gibi şımarıktı, Onu artık dinlemedi. Ve küçücük kız yendi kadın halini, Kabullendi, kalbine yenik düştüğünü anladı. Bu kesinlikle ilkti ama, Belki de son... Egenin güzel kızı, olgun ve güçlü kadını, İzmir’in esintisini taşıyan yüreği, Karşı çıkamıyordu artık, Rastladığı Karadeniz’in sert dalgasına, Trabzon’un serseri karakteri sevgilisini, Tekrar kaybetmek istemiyordu, Ancak kıyamıyordu bozulacak düzenine, Ve bozulursa yıkıntılarından, Yeniden ayağa kalkmayı göze alamıyordu. Tüm bu düşünceler içinde gözlerini kapatıp, Bütün maziyi tekrar yaşadı, Senelerce önceye, Gençliğinin en güzel zamanlarına, Hayalinde elini tuttuğu sevgilisiyle beraberce gitti. İzmir’in küçük kızı, Trabzon’un delikanlısıyla birlikte olduğunu hissetti, Ama istemeden açınca gözlerini, hayalini kaybetti. Bir an Karadeniz’in fırtınası, Ege’nin esintisine dolandı, Yeşil gözlü kadının saçlarını yaladı, Vücudunu kaplayan ürpertiden kurtulan kadın, Uçuşan eteklerini topladı, Yanaklarına inen damlalarını silerek, İnce parmaklarına konan kuşun kanadına bıraktı, Titreyen gözlerle gökyüzüne baktı, Tek bir soru sordu kendisine; ’’Tanrım, böyle olmak zorunda mıydı?’’... Egeden uçan kuş durmaksızın yol aldı, Taki Karadeniz’e. Hırçın dalgaların sahili dövdüğü yerde, Sonsuza bakan adamın omzuna ilişti. Yeşil gözlü İzmir’in esintisinden gelen, O damlalar yağmur oldu Karadenizde, Trabzon’un serserisinin gönlüne aktı. Gönülden gözlere giden yolda ilerlerken, Adam artık sevdiği kadını görür gibiydi, Ve sordu adam aşkına; "Böyle olmak zorunda mıydı" İki ayrı iklimde, iki ayrı sevdalı beden, Sessizce kıyısında oldukları sulara karıştı... Hava güneşliydi ve mevsimlerden sonbahar, Aylardan ise eylül. İki küçük çocuk, biri kız, biri erkek, Kayalıklardan denize taş atıyorlardı, Kız çocuğu arkadaşına denizi işaret etti, Ve birlikte seyrettiler, Parlak iri gözlü simsiyah fok ile, Kısık gözlü gümüş yunusun, Birlikte sarmaş dolaş dans eder gibi yüzüşünü. Masum kollarıyla sarılarak birbirlerine, El sallayarak kutladılar, iki sevgilinin beraberce engine yol alışlarını... |