BİR ZAMANLAR İSTANBUL Şiir+ Düz yazıİstanbul, İstanbul gibiydi o zamanlar; Gökyüzü mavi, deniz maviydi, İnsanlar, İstanbullu gibiydi. Fıstık çamlı koruları, cumbalı konakları, Sakaların, yoğurtçuların çıngırakları, Yağlı boyalı görkemli köşkleri, dut ağaçlı sokakları, Evlerin güller, karanfiller açan bahçeleri vardı. ...Ve sabahlar, limon kolonyası gibi manolya kokardı... Gün batışında Kızıl kiremitli damlardan aşağı Hanımeli, akasya ve hüzün kokan akşamlar inerdi Ve bir sokak fenerinin soluk ışığında El-ayak çekilir, sesler dinerdi. Sonra ağustos böceklerinin konseri başlar, Arnavut kaldırımı sokaklarda eğri-büğrü, güngörmüş taşlar, Bir pencereden; ’yurttan sesler’ korosu, Bir pencereden; közlenmiş çiroz kokusu, Ve bir başka pencereden Buram buram sessizlik sızardı. Alman harbi daha yeni bitmişti, Bir lira, dört marktı ve bir simit beş kuruş, O zamanlar gazeteler bile hep güzel şeyler yazardı... (1997) Ünal Beşkese İSTANBUL’UN, İSTANBUL GİBİ OLDUĞU YILLAR Yaşlılık mıdır sebebi bilmem, çağa yakışmadığımı hissediyorum. En azından, mesleğim dahi, teknoljinin getirdiği nimetleri inkâr etmeme mani, ama götürdüklerini sindiremiyorum içime bir türlü.... Ve isyan ederim zamana, elimden aldıkları için... Ölüme sözüm yok, o Allahın emri de, güzellikleri neden süpürüp götürdü diye... Bazen bir taş plâk koyarım gramofona, oturur, bir de sigara yakarım. Seslenmez mi o cızırtılı plâktan Eftalya Hanım; Biz Heybelide her gece...diye... Alır götürür beni başka zamanlara, başka zamanların İstanbuluna... İşte, o zamanlara, hani İstanbulun İstanbul gibi olduğu yıllara... Anadolunun, bin yıllık Anadolu temizliğiyle, saflığıyla, dürüstlüğü ile, cömertlik, misafirperverlik ve üretkenlik örflerini yaşatarak yaşadığı, İstanbulun ise havasına, suyuna sinmiş bir Osmanlı Saltanatı asaletini, halâ korumaya çalıştığı yıllara... İstanbulda yaşayanların İstanbullu gibi olduğu, kadınlara hanımefendi diye, erkeklere beyefendi diye hitap edildiği, dahası, kadınların gerçekten hanımefendi, erkeklerin de gerçekten beyefendi olduğu yıllara... Arabesk müziğin, henüz ne Anadolumun yanık türkülerinin, ne de klâsik müziğimizin şâheserlerinin ırzına geçemediği, kadınlarımızın bluegean pantolon ve ciğerci sabolarına rağbet etmeye başlamadıkları ve kirli sakalla gezen erkeklerin yakışıklı ya da entel sayılmadığı zamanlardı o yıllar... Hanımefendiler, mevsimine ve yerine göre, beyaz keten tayyör de giyerler, siyah tüllü şapkalar da takarlardı, beyefendiler ise fötr ve kravat bir günlük kıyafetin gereği olarak kullanırlardı. Otobüse, tranvaya binerken, erkeklerin kadınlara, gençlerin yaşlılara yer vermesi, adeta mecburiyet telâkki edilirdi. Halk kahramanlarının, Beyoğlunda atla gezmesi de pek düşünülmemişti o zamanlara kadar...Çünki, Beyoğlu, İstanbulun en kaliteli sinemalarının, mağazalarının ve lokantalarının bulunduğu, hanımefendilere, beyefendilere ait bir muhitti, atların dolaşmasına uygun bir mahal değildi. İstanbullu zerafetinin en güzel bir örneği de Kadıköy vapurlarında yaşanırdı. Başka bir yazımda, müstakil olarak anlattığım bu yolculuklarda yaşananlar, iddia ederim ki, batı dünyasının hiçbir zaman ulaşamadığı bir uygarlık ve asalet sembolü olarak kalacaktır hatırlarda... İstanbulda yerden mantar gibi bitmiş bilmem kaç katlı kule gibi apartmanlar yoktu, ama Erenköyde çamlık bahçeler içinde ahşap köşkler, Üsküdarda cumbalı konaklar vardı. O bilmem kaç daireli apartmanlarda yaşayıp, aynı çatı altındaki komşusunun ölümünden haberdar olmayan, olsa da cenazesine katılmayı bile külfet sayan insanlar yerine, komşusunun en küçük rahatsızlığında bir tas çorba ile yardımına koşmayı görev sayan sevgi dolu dost komşular vardı. Kalorifer yoktu evlerde ama, şimdilerde kaybolan sevgiyi ısıtan sobalı odalar vardı. Televizyon olmadığı için, ahlaksızlığın her türlüsünün halkın bilinç altına pompalandığı diziler yerine, o sobalı odalarda, radyo tiyatroları izlenirdi, çoluk çocuk hep birlikte, arada soba üstünde pişen kestanelerin, ya da mangalın külüne sürülen cezvelerde köpüklenen kahvenin keyfiyle... Asfalt değildi sokaklar, ama o eğri büğrü arnavut kaldırımı sokakların iki yanında, erik, dut ve incir ağaçları ve daha da güzeli her yağmurdan sonra çocukların kâğıt gemiler yüzdürdüğü yağmur derecikleri olurdu. Bilgisayar tutkunu, gözleri bozulmuş, benizleri sararmış çocukların değil, açık havada çember çeviren, misket oynayan, topaç döndüren, uçurtma uçuran hayat dolu çocukların... Maçları bile yanyana seyrederdi İstanbullular, Fenerlisiyle, Galatasaraylısıyla ve İstanbul nezaketini en çok zedeleyen tezahürat, bir baba hindi temposuna sinerdi. Naklen yayın yoktu ama, sahaya atılan şişeler de, küfürler de yoktu... Şimdilerde,üstündeki koca koca anten kalabalığıyla dev bir kirpiyi andıran Çamlıca tepesi, o zamanlar isminin içeriğini açıklar görünümdeydi. Ya yemyeşil sırtlarından, kıyıdaki el oyası zerafetindeki yalılardan ne kadar güzellik kalmış ki bugünkü Boğaziçinde? Martıların bu günki gibi, rızkını çöp tenekelerinden değil, kendi sînesinde aradığı, yunusların teknelere refakat ettiği bir Marmarası vardı İstanbulun, deterjan artıkları, mazot sızıntıları, tanker yangınları onun da sağlığını ve güzelliğini yok etmeden önce... İşte ben hep o yılların İstanbulunu özlüyor ve ya bir taş plâkta, ya keyifle tüttürdüğüm bir sigaranın dumanında bulabiliyorum o sevgili şehrimi... O GÜZEL ANILARI, İÇİMDE TAŞIYORUM BAKMAYIN OTURDUĞUM YERE, ÜSTÜME GELMESİN ZAMAN BEN HEP O AHŞAP KONAKTA YAŞIYORUM Ünal Beşkese (2012) |