GÜNEŞE SARILMAKGÜNEŞE SARILMAK... Ruhumun lâbirentlerinde geziyorum… Karanlık, çıkmaz, gölgeli yollar… Tüm gücümle bağırarak elemli şarkılar söylüyorum sessiz çığlıklarımla. Öyle hüzünlü ki, kendime ağlıyorum… Lâhite gömülmüş bir kadınım, yanımda su tasım; kalemim… Süslemişler lâhitin dış duvarlarını kabartmalarla. İçerden gözlüyorum bu kabartılı süsleri. Lâhitimin avlusu geniş değil. Ne kadar büyük olabilir ki… Ama ben o kadar küçülmüşüm ki, koca bahçelerde gezer gibiyim… Karanlıkta görüyor gözlerim. Uzun bir yolda yürürken seyrediyorum kendimi… Adımlarım sessiz ve yumuşak, ayak seslerimi duyan yok… Koyu gölgeli büyük ağaçların altında salınan, acı ezgiler söyleyen, gözleri yaşlı, Saçları omuzlarından yerlere uzanmış bu kadın benim… Ne kadar yaş döksem de dolmayacak gibi gözyaşı tasım… Damlalar, içine düşmeden buharlaşıyor. Bir gün ışığı sızmaz mı bu kasvetli bahçeye? Hep çakıl mı olacak bu yollar? Üstümdeki elbise terden sırılsıklam. Oysa ne koşabiliyorum, ne havalanabiliyorum kuş misali… Görünmez zincirlerle bağlı ayaklarım. Bu yüzden küçük adımlarım. Sesimi duyan yalnızca benim. Hüznüme ağlayan yine bir tek ben… Kulaklarımda yankılanıyor acı ezgiler, Bu taş duvarlar arasında dönüp duruyorum biteviye terden sırılsıklam, Nasıl olur, buz gibiyken mahzenim? Soğuk ve donuk bakışlar hissediyorum üstümde dört yandan… Renk renk çivilenmiş gözler, tamamen griyken her şey… İçimde birikmiş karanlık korkutuyor beni. Senelerce birikmiş bir karanlık… Umut lâmbalarımın gittikçe kısalmış fitilleri, Nasıl da parıldardı eskiden… Düşüncelerimde, hayâllerimde açardım sonuna kadar fitilini… Rüya gibi aydınlanırdı dünyam. Onlarda gittikçe kaybetti gözlerim gibi ferlerini… Yüreğimin ipek kanatları vardı benim… Usulca süzülürdüm bulutlara… Engin denizlerim vardı, masmavi… Uzanırdım ufuklara… Öyle ulu idi ki gönül bahçemdeki ağaçlar, Tırmanırdım çocuklar gibi gün boyu… Kim kırdı dallarımı? Kurutan kim denizlerimi? Yüreğimdeki kasvet niye? Çatlasa bu taş duvarlar, yarılsa, içimdeki yoksunluktan… Uzansa incecik bir ışık! Sıcak ve sarı… Tutunsam titrek parmaklarımla, huzur bahçelerine çeken bir ip gibi… Çeksem kendimi tüm gücümle, birden kamaşsa gözüm… Aralasam duvarları, incelsem, ezilsem sığmak için, çıkmak için bu lahitten… Uzanan ışığa bağlayıp saçlarımı, var gücümle çeksem güneşe doğru bedenimi. Tükenmese gücüm, kaymasa ellerim, düşmesem, Kurtulmasa ellerim bu ışıklı ipten… ……… Nasıl da aydınlandı birden her yer… Yorgun ve bitap gözlerim alışmaya çalışıyor gün ışığına. Gözlerimi açamıyorum, her yer öyle parlak ki… Yavaş yavaş alıştı gözlerim aydınlığa… Yüzüm gökyüzünde… Dağılıyor ruhumdaki kasvet bulutları, Bir noktadan dört bir yana kayıyor usul usul… Masmavi bir dünya gülümsüyor, Güneş öpüyor yüzümü… Bin yıllık karanlığın rutubeti kuruyor saçlarımda… Umutlar dolduruyor gözyaşlarımın dolduramadığı tasımı… Griler renk değiştiriyor, Gök kuşağının renkleri sarıyor elbiselerimi… Dönüyorum durmadan deliler gibi… Gök kuşağının renkleri dökülüyor yıldız yıldız… Rengârenk bir bulutun içinde uçar gibi, Kapatıp gözlerimi seyrediyorum kendimi… Bu ışıl ışıl yüz, bu savrulan saçlarıyla gülümseyen ben miyim? Nerede dudaklarımdaki acı ezgiler? Bu kadın ben miyim? Neydi böylesine kanatlandıran beni? ……… Anladım ki; dertlerle, acılarla, umutlarla, sevgilerle doğuyor insan. Acı ve dertlere bürünerek soğuk ve karanlık bir lâhitte yaşamak da bizim elimizde, Ya da sızan bir gün ışığıyla hayata tutunup, güzelliklere şükrederek, Gülümseyerek, umutlara, mutluluğa bürünüp yaşamak da… Huzuru istemek, bulmak, ona sıkıca sarılmak gerek… Hayatın grilerini, karalarını gök kuşağının renklerinle boyamak gerek… Her şeye rağmen hayata gülümseye bilmek gerek… Mutlu olmayı bilmek, ve mutluluğu dağıtmak gerek… Hüzün ve mutluluk da bulaşıcı, İlâcı gülümsemek ve gülümsetebilmek… Hâlenur Kor |