Daldığı Zaman
DİNİMİZ İSLÂM, NEBÎMÎZ MUHAMMED ALEYHİSSALÂTÜ VESSELÂM
Ömer bin Hattab radıyallahü anh bir gün Resûlûllah (Sallâllâhü Aley hi ve Sellem) Efendimiz’in huzûruna geldi ve: “Yâ Resûlâllâh! Beni Kurayza’dan birine uğradım Bana TEVRAT’dan bazı kısımlar yazdı Onları size arz edeyim mi?” dedi Resûlûllah (Sallâllâhü Aleyhi ve Sellem) Efendimiz gadablandı, mübâ rek yüzü değişti Ömer (r.a) hemen: “RAZÎNÂ BİLLÂHİ RABBEN VE Bİ’L-İSLÂMİ DÎNEN VE Bİ-MUHAMME DİN RESÛLEN”=(Rabb olarak Âllâh’a, dîn olarak İslâm’a, Resûl olarak Muhammed Aleyhisselâma râzı olduk) dedi ve Resûlüllâh (Sallâllâhü Aleyhi ve Sellem) Efendimiz memnûn oldu Sonra şöyle buyurdu: “Muhammedin nefsini kudretinde tutan Âllâh’a yemîn ederim ki, eğer şimdi aranızda Mûsâ Aleyhisselâm bulunsa, sonra siz de ona tabî olsa nız, elbette sapmış olurdunuz Zirâ sizler, ümmetlerden benim nasîbim bende Peygamberlerden sizin nasîbinizim”(İtmâmün Nime,İm.Süyûti) Resûlûllâh (Sallâllâhü Aleyhi ve Sellem) Efendimiz şöyle buyurdular: “Belâya uğramış birini gören kimse ‘ELHAMDÜ LİLLÂHİLLEZÎ ÂFÂNÎ MİMMEBTELÂKE BİHÎ VE FADDALENÎ ALÂ KESÎRİN MİMMEN HALEKA TEFDÎLÂ’ derse ne olursa olsun ona, bu belâdan âfiyet verilir” Manâsı: (Seni müptelâ kıldığı belâdan bana âfiyet veren ve beni yarattıklarının bir çoğundan fâzîletli kılan Âllâh’a hamdolsun) (S.Tirmizî) Resûlûllâh (Sallâllâhü Aleyhi ve Sellem) Efendimiz şöyle buyurdular: “İki haslet kendisinde olan kimseyi Âllâhü Tealâ şükreden sabrede n (diye) yazar Bu iki haslet kendisinde olmayan kimseyi de şükreden ve sabreden yazmaz Kim de dînî husûslarda kendisinden aşağıda olanlara bakar (ve kibir lenir),dünyâ işlerinde de kendisinden yukarıda olanlara bakar ve onda olanlar kendisinde olmadığı için üzülürse Âllâh’ü Tealâ o kimseyi şükr eden ve sabredenlerden yazmaz” (S.Tirmizî) Resûlûllâh (Sallâllâhü Aleyhi ve Sellem) Efendimiz şöyle buyurdular: “Sabır,sıkıntıdan kurtumağın,ferâhlığa kavuşmağın anahtarıdır Zühd (dünyâya rağbet etmemek) ebedi zenginliktir”(Hâdîs-i Şerîf, Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs) Resûlûllâh (Sallâllâhü Aleyhi ve Sellem) Efendimiz şöyle buyurdular: “KİM (beş vâkit) FARZ NAMAZIN ARKASINDAN ÂYETÜ’L-KÜRSÎ’yi O KURSA O KİMSE, DİĞER NAMAZA KADAR ÂLLÂH’IN ZİMMETİNDE (him âyesinde) DİR” (Hâdîs-i Şerîf, Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr) BÜTÜN İNSÂNLAR PEYGAMBERİMİZE ÎMÂN İLE MÜKELLEFTİR Âdem Aleyhisselâm ile Havva vâlidemiz ve şeytan hepsi Cennet’ten indirildi Yeryüzüne indikleri zaman Âllâhü Tealâ, kendilerine TEVBE’ni n kabûlünün icâbı olarak şöyle buyurdu(MEÂLEN): “DEDİK: İnin orada n hepiniz Sonra benden size ne zaman bir hidâyetci (Resûl veyâ kitâb gibi herhangi bir delîl) gelir de kim o hidâyetçimin izinde giderse (ona tabî olursa) onlara bir korku yoktur ve mahzun olacaklar onlar değildi r” (Bakara Sûresi, Âyet 38) Âllâhü Tealâ herhangi bir zamanda gelen hidâyetine tabî olmaları şartıyla bunu vaad etmişti İşte Âdem Aleyhisselâmın tevbesinin seme resi olan bu vaad kıyâmete kadar devâm eder Böyle bir hidâyete nâîl olan kimselerin Muhammed (Sallâllâhü Aleyhi ve Sellem) Efendimiz’in Peygamberliğini inkâr etmeleri düşünülebilir mi?... “ Onlara bir korku yoktur ve mahzun olacaklar onlar değildir” sırrına mazhar olmak için bir müddet sâlih mü’min olarak yaşamış olmak kâfî değildir Onda sebât edip hüsn-i hâtime ile gitmek yani Âllâh’a îmân ve amel ile kavuşmak da lâzımdır… Bunda bir de (Meâlen): “Ve onlar ki h em sana indirilene îmân ederler, hem senden ewel indirilene…” (Baka ra Sûresi, Âyet 4) şartı da vardır Dünyâ ve ahîrette ebedî sâadetin, ahî rete îmân ve bütün peygamberler ile beraber Muhammed (Sallâllâhü Aleyhi ve Sellem) Efendimiz’e ve ona indirilene îmân edenlere mahsûs olduğu da tebliğ kılınmıştır Muhammed (Sallâllâhü Aleyhi ve Sellem) Efendimiz’in Peygamberli ğinden ewel, Âllâh’a ve ahret gününe îmân eden ve sâlih amel yapanl ar bile TEVRÂT ve İNCÎL’in hükmünce istikbâlin büyük Peygamberine îmân ile mükelleftirler Buna işâreten (Meâlen): “Ahdime vefâ edin ki a hdinize vefâ edeyim…” (Bakara Âyet 40) buyurulmuştur Böyle olunca Muhammed (Sallâllâhü Aleyhi ve Sellem) Efendimiz Peygamber olarak geldikten sonra onu inkâr edenler arasında hakîki îmân erbâbı bulund duğunu tasavvur etmek imkânsızdır DALDIĞI ZAMAZ “Yuvayı dişi kuş yapar” demişler. Yapar da, yerini bulduğu zaman. Zevci vezir yapacağın’ demişler, Rezâlet lâlesi solduğu zaman. Nisa’ nın cihadı, zevcin ındinde, Başımın tacısın, denildiğinde, Saadet bahr’ına inildiğinde, Cennetten bir bahçe açılır heman. Yuvam cennettir, der halis’e hanım, Ağzından çıkan söz efendim, canım, Senin der iliğim, kemiğim, kanım, Efendi: nazlanıp güldüğü zaman. İnsan meramını diliyle söyler, Sözü hakikâtse , müreffeh eyler. Refaha kavuşan yüzler de güler. Saadet yuvaya geldiği zaman. Uğurlarken, güle güle efendim, Karşılarken, hasretinle tükendim, Hamdolsun Rabbime, senle evlendim. Der, sevgi bahr’ınâ daldığı zaman. Avrat salihaysa, olun hammalı. Evlâdın salihse neylersin malı: Yoksa, kan ağlatır, dikenli çalı, Saplanıp sineyi deldiği zaman. Cehennemi, bu dünyada yaşatır, Sevgisini, değerini boşatır, Suratı kezzaptır lâfı nişatır, Yakıyor, sinsice güldüğü zaman. Bayramlı zehir eder zevcine, Gülümsemez, dünya koysan avcuna, Anlatsanda hakimine, savcına, Kâr etmez, olacak olduğu zaman. Rabbım! suratsızı, yüzü gülene, Nasip etme, kadri kıymet bilene, Kavuştur, her halde gülümsüyene, İsmâil (a.s) beytine geldiği zaman. Gelen İbrahim (a.s)’den başkası değil, Selâm söyle, geldiğinde İsmâil (a.s) Bu eşiği atsın, münâsip değil, Siretsiz gelini bulduğu zaman. Zevcle zevce arasında küsmenin, Semeresi budur ayrı düşmenin, Kuru inad edip köpekleşmenin, Yürünmez sırımı dildiği zaman. Eve yaklaşırken kokudan bildi, Hatun dedi, evimize kim geldi? İhtiyar birisi, şunları dedi. Eşik sensin deyip, sildiği zaman. Kişi belâsını dilinden bulur. Zehirli dil oku, kâlbe rast gelir. İSLÂMİ: bi-vefa cevriyle ölür. Küpü, nefretiyle dolduğu zaman. |