BİR CENNET İSTANBUL'UM...Bir omzunda Avrupa, kucağındaydı Asya, İstanbul ağlıyordu, yaban ellerde hasta. O yüceler yücesi müjdeleyince fethi, Fâtih’in ellerinden sunuldu altın tasta. Herkesin dileğiydi, herkes içinde saklar, Dünyânın incisine adanmıştı adaklar. Fethi gerçekleşince duyuldu büyük sevinç, Bayram yerine döndü, insan dolu sokaklar. Sarıyor Marmara’ yı, beyaz, nârin kolları, Kucaklıyor kızları Avrupa ve Asya’ yı. İstanbul daldı yedi tepeden hülyâlara, Gönülden yaşamıştı tertemiz sevdâları. Bakıyordu İstanbul umutla ufuklara, Mutluluğu yürekten, düşünmez kara kara. Süzülen bir kayığın duyuldu usul usul Kürek hışırtıları, içinde gizli yara. Birden esti bir rüzgâr, gökyüzü bulutlandı, Son atâlet tozları uçuştu, kanatlandı. Mâzinin kitabının o tozlu sayfaları Koptu, yırtıldı, tek tek bir sandığa katlandı. Yükselirken göklere hep dalga dalga ezân, İstanbul’un alnına ak kaderini yazan. Süleymâniye’ nin o kutsal kubbelerini Yıkadı meleklerin gözyaşları an be an. Abdest aldı bir adam, kıpırtılı dudaklar, Bembeyaz sakalından süzülüyordu yaşlar. Tekbir sesleri taştı, gül nefesler dolaştı, İstanbul nedâmette, göğsüne düştü başlar. Âniden İstanbul’u kapladı nurlu bir sis, Gözler, eller semâya, kalplerde uhrevî bir his. Rahmet yağdırdı yine melekler kanadından, Koktu cennet bağları; râyiha, yıldız yıldız. Şadırvanlarda uçan kuşlar yine bahtiyâr, Câmînin avlusunda nasıl mutlu ihtiyar. Her yer bin bir renk lâle, al al olmuş yanaklar, İstanbul gibisi yok, bulunmaz böyle diyâr. Silkelendi leylâklar, güldü mor salkımları, Hasret, aşkla ürperdi asırlık ağaçları. Bırakıp içlenmeyi Haliç dalmıştı yâdâ, Nemli, dalgın gözlerde, şen kayık sefâları... Mâzinin sayfaları görünüyor cumbadan, Bir genç kız elma dişler, su çeker tulumbadan. Kelebeği kovalar bahçede yaramazlar, Bir cennet İstanbul’um, şükür sana Yaradan. Çamlıca tepesinde sanki bir düğün vardı, Beyaz, mor gelinlikli ağaçlar halaydaydı. Dağlar ışık oyunu oynar, çıktıkça güneş, Çağladı İstanbul’un çoştu gönül pınarı. O susuz çeşmelerden, gürül gürül su aktı, Zincirli gümüş tasa bir serv-i sîmîn baktı. Dayayıp gül dudağa içti ki kana kana, Kendisi serinlerken, seyredenleri yaktı. Hûri kızlar dağıttı bakır tencerelerden, İrmik, un helvaları, demlenmiş gecelerden. Yemyeşil bahçelerde yandı köşk lâmbaları, Göçüp gütmiş ruhları güldü pencerelerden. Lâlenin yanağında vuslatın gözyaşları, Uzandı semâya al, mor, sarı, ak kolları. Topkapı surlarından gülümsüyordu Fâtih, Öpülesi ellerde yine gül kokuları... Selâmladı gemiler ışıyan sâhilleri, Dolmabahçe, Çırağan, ne güzel Beylerbeyi. İstanbul ufukları taçlı minârelerle, Gözler bir daha görmez, böyle güzel dilberi. Pencerelerde Itrî, Dede, Hacı Ârif Bey, Terennümde sesleri, bir yanda tambur ve ney, Dalga dalga semâda titreyen, hoş sesleri, Kuytu, loş bahçelerde sunuldu gönülden mey. Macuncunun yanında İstanbul çocukları, Şakıyan kuşlar gibi, sanki kelebek, arı. Gözler şen, ağızlar bal, masumâne bakışlar, Seyretti evlerinden yaşmaklı anaları. Karşımızda Kuleli, gülüyor Kızkulesi, Hıncahınç insan dolu sevimli iskelesi. Elma şekeri yiyen pembe yanaklı kızın Saçları örgü örgü, taftadan kurdelesi. İstanbul altın sini, ışıyordu gözlerde, İstanbul güzelliği anlatılmaz sözlerde. Utangaç lâlelerin o reng-i hicâpları Yansımış pırıl pırıl, gülümseyen yüzlerde... Hâlenur Kor (16/04/2006 Erenköy) |