Bir köyün sükûnetine konuşan bu roman, yalnızlık ve iletişimsizlik üzerine dokunaklı bir demeç sunuyor. Kitap boyunca, içsel sessizliğine gömülmüş bir adamdan üç kuşak sonrası torunu Cihan’a uzanan hi...
31. BÖLÜM HALEP’İN GÖLGESİNDE KARDEŞLİK SOFRASI Yüzyıllık acıyı umuda dönüştüren yolculuğun zirvesi: 1: SİRANUŞ UN VEDASI Halep’teki harabe ev. Siranuş yatağında, Yusuf ve Zepür başucunda. SİRANUŞ (Zepür’ün boynundaki mavi boncuğa dokunarak): “Kemal... Özgürlüğümü sen getirdin... Şimdi benim sesim bu bon cukta yaşayacak.” → Son armağanını verir: Kurumuş nerdesin çiçeği içinde Dersim tohumu! “Bunu Türkiye’deki toprağa dikin... Çünkü zulüm, bir yerde başlar; her yerde biter.” • Pencereden sızan son ışık Siranuş’un yüzünde donar. • Göz yaşlarına Uzaktan Ezan ve çan sesleri karışır. 2: KARDEŞLİK EVİ’NİN AÇILIŞ SAVAŞI MEKÂN: Halep sokakları. Zepür, bombalanmış bir Ermeni kili sesine “KARDEŞLİK EVİ” tabelası asar. ÇATIŞMA DİYALOG YEREL MİLİSLER ZEPÜR (14 yaş) SÜRPRİZ DESTEK “Burası Bizim bölgemiz! Tabelayı indir!” “Ben sizin kardeşinizim! Bu ev, Siranuş Un ruhu için açıldı!” JEST Silahları Zepür E doğrultur. Mavi boncuğu havaya kaldırır. Arap komşu Fatima (70’lerinde) öne çıkar: “1915’te benim nenem Ermenileri sakladı! Bu ev hepimizin!” Kilise anahtarını Zepür E uzatır. Güneş ışığı, kilisenin kırık vitrayından süzülüp mavi boncuğu ay dınlatır, Duvarda renkli bir haç belirir! 124 Sessiz Sofra 3: YUSUF’UN TÜRKİYE’DEKİ TOPRAK SAVAŞI İstanbul Adliyesi. Yusuf, «Osman Ağa›nın gasp ettiği Ermeni topraklarının» iadesi için dava açar. SAVCI (Alaycı): “100 yıllık tapular mı? Belge yok, tanık yok!” YU SUF: “Tanık mı? İşte tanık!” der ve elindeki dilekçeden okumaya başlar: 1. Emine’nin sandığından çıkan 1915 haritası, 2. Dr. Arman’ın dedesine ait satış senedi, 3. Siranuş Un günlüğü! Mahkeme salonuna Zepür canlı bağlanır (Halep’teki Kardeşlik Evi’nden): “Ben Siranuş Un torunuyum! Bu topraklar atalarımızın teriyle sulandı! Adalet istiyoruz!” Mahkeme kısa bir ara verir ve ak şam olmak üzeredir saat 15:30 civarı , mahkeme heyeti sonucu açık lar : Yusuf ve Siranuş için hem zafer hemde yeni bir toplumsal barış içinde yaşaya bilme umudu olmuştur. TOPRAĞA DİKİLEN İKİ FİDAN MEKÂN: Köydeki üç isimli mezar taşı yanı. YUSUF: Siranuş Un verdiği Dersim tohumunu toprağa eker: “Bu tohum, Siranuş Un özgürlüğü... Kemal’in pişmanlığı... Artık ba rışın kök salsın!” ZEPÜR (Türkiye’ye dönmüş, elinde Halep’ten getirilen toprak): “Halep’teki Kardeşlik Evi ayakta! Şimdi sıra burada...” → Mezar taşı nın üstüne Halep toprağını serper: “Siranuş Teyze, artık evindesin...” • Halep’teki Kardeşlik Evi’nin ışıkları yanar. • İçeriden Fatima›nın Arapça-Ermenice ‘‘Dle Yaman” türküsü... duyulur. TOPRAĞA DÜŞEN FİDAN KARDEŞLİĞİN FİDANI İSE HER YERDE BİTER. 125 Sessiz Sofra 32. BÖLÜM KARA YOLLARDA UMUT: ZEPÜR, YUSUF, RAUF VE LEYLA Yusuf, Zepür, Rauf ve Leyla, sabahın erken saatlerinde yola çık tılar. Halep’in tozlu sokaklarından çıkıp, dağların arasında gizlenmiş köylere, vadilere uzanan uzun bir yol onları bekliyordu. Ellerinde sa dece inançları, birbirlerine olan güvenleri ve Siranuş’un emaneti vardı. Rauf, güçlü ve sakin bir adamdı. Koyu siyah sakalları, derin ba kan gözleriyle adeta yüzyılların bilgeliğini taşıyordu. Leyla ise zarif ama bir o kadar da cesur bir kadındı; içinde tutkulu bir direniş ateşi yanıyordu. İkisi de Azeri kökenliydi ve aynı acıları paylaşmış, aynı topraklardan kopup gelmişlerdi. Yol boyunca başlayan sohbetleri, birbirlerini tanımalarına, bağ kurmalarına vesile oldu. “Bize eşlik edeceğiniz için mutluyum,” dedi Zepür, mavi bon cuğunu hafifçe tutarak. “Bu yol sadece toprağın değil, kalplerin de yolculuğu.” Leyla hafifçe gülümsedi. “Bazen, en büyük savaş kalplerde verilir. Biz de orada güçlü olmalıyız.” Rauf ise sessizce doğaya bakıyordu. “Unutmayalım, bu toprakla rın her köşesinde bir hikaye saklı. Biz de onların sesi olacağız.” Zorlu yollar, bazen derin vadiler, bazen sarp kayalarla dolu patika lar, onları birbirine daha da yakınlaştırdı. Bir akşam, kamp ateşi etrafında otururken Yusuf derin bir nefes aldı. “Dedem Osman’ın karanlık mirasıyla yüzleşmek zorundayız. Ama daha önemli olan, buradan nasıl bir gelecek inşa edeceğimiz.” Rauf, ateşteki kıvılcımları izleyerek ekledi: “Kardeşlik ateşi, ne kadar güçlü yakarsak, karanlık o kadar az olur.” 126 Sessiz Sofra Leyla gözlerini ateşten kaldırıp Zepür’e baktı. “Sizinle bu yolda yürümek, geçmişin yükünü biraz daha hafifletti.” Zepür, boynundaki boncuğu hafifçe sıkarak karşılık verdi. “Birlikte her engeli aşarız.” Geceler soğuk ve yalnızdı ama dostlukları onları ısıttı. Yol üzerin deki tehlikelerle yüzleşirken, bazen korku, bazen umut, bazen öfke karıştı içlerine. Bir gün, karşılarına çıkan bir grup yerel milis onları durdurdu. Silahlar doğrultulmuş, yüzlerinde şüphe vardı. Rauf, durumu sakinleştirerek konuştu: “Biz sadece barış için yoldayız. Bu toprakların acısını biliyoruz.” Milislerden biri, Leyla’nın cesaretinden etkilenmiş gibi gözlerini yumdu ve “Bari bu yolculukta size zarar vermeyelim,” dedi. Bu an, onların güç ve kırılganlıklarının birleştiği, dayanışmanın en saf halini gösterdi. Zaman ilerledikçe, dörtlü sadece yol arkadaşları değil, gerçek bir aile olmuştu. Kimi zaman gülüp kimi zaman hüzünlenerek, birlikte geçmişin yükünü omuzlamaya devam ettiler. Sabahın İlk Işıkları Kamp ateşi henüz sönmemişti, ormanın derinliklerinden kuşların cıvıltısı yükseliyordu. Yusuf, bir ağacın gölgesinde oturmuş, harita da rotayı yeniden gözden geçiriyordu. Zepür, Leyla ve Rauf yavaşça yanına yaklaştılar. Her biri, gecenin soğukluğunda birbirlerinin varlı ğından güç alıyordu. “Bugün biraz daha ilerleyelim. Sarp yamaçlardan sonra vadiler başlıyor,” dedi Yusuf. “Ama dikkatli olmalıyız. Geçmişin gölgeleri hala peşimizde.” 127 Sessiz Sofra Rauf derin nefes aldı, “Dikilitaş Köyü’nde gördüğümüz ihanet, bu yolun sadece başlangıcı. Osman Ağa’nın ve Reşat Bey’in toprakları, sadece arazi değil; hafızamızın, kimliğimizin parçası.” Leyla omuzlarına koyduğu sırt çantasını sıkıca kavrayarak, “Her adımda hem acı hem de umut taşıyoruz. Siranuş’un Dersim tohumu gibi, köklerimizi bu topraklara bırakmalıyız.” Zepür mavi boncuğunu parmakları arasında döndürürken, “Ve bu yol, yalnızca geçmişin hesabını sormak değil, geleceği inşa etmek için.” Dağ Geçidinde Zorluk Yolculuk gittikçe zorlaşıyordu. Kayalık ve engebeli patikalar, yorgunluk ve açlıkla birleşince dört kişiyi de zorladı. Bir ara, Leyla ayağı kaydı ve neredeyse uçurumdan aşağı düşüyordu. Rauf hemen arkasından tutup çekti. “Dikkat et!” diye uyardı sertçe. Leyla gülümsedi, “Bu yolda düşmek de var. Ama kalkmak daha önemli.” Zepür, “Her yara bir hikaye, her engel bir ders,” diyerek ona el verdi. Yusuf ise çevresine bakındı. “Buralarda yalnız değiliz. İyi ki var sınız.” Bir Köyün Sıcaklığı Akşam olduğunda, yorgun ve bitap dörtlü, küçük bir köye ulaştı. Köylüler, dışarıdan gelenlere temkinli yaklaşsa da, Leyla’nın Azeri olması ve Rauf’un sakin tavırları sayesinde sıcaklıkla karşılandılar. Köyün yaşlıları, yıllar önce yaşanan trajedileri anlatırken gözleri doldu. “Bu topraklarda kardeşlik var. Ama unutmak mümkün değil,” dedi bir kadın. 128 Sessiz Sofra Yusuf, “Unutmak değil, öğrenmek ve birlikte yaşamak,” dedi ka rarlı bir sesle. Gece Konuşmaları Gece kamp ateşi etrafında, duygular daha da açıldı. Zepür, “Bu yolculukta ilk kez kendimi tam anlamıyla ait hissettim,” dedi. Leyla, “Sizle birlikte olmak, geçmişin yükünü hafifletti. Her ne feste biraz daha özgür hissediyorum.” Rauf, “Azerbaycan’dan buraya, acılarımız farklı olsa da, aynı gökyüzünün altında ağladık.” Yusuf, “Ve artık sadece geçmişin değil, geleceğin de koruyucuları olacağız.” Yeni Bir Karşılaşma Ertesi sabah, yolun kıyısında beklenmedik birini gördüler. Orta yaşlarda, uzun boylu, gri saçlı bir adam yaklaşırken, “Ben Rıza,” dedi. “Bu toprakların hikayesini bilirim. Size yardım etmek istiyo rum.” Rauf, “Güçlü bir dost, karanlıkta ışık olur.” Leyla, “Ne kadar fazla arkadaş o kadar güçlü bağ.” Yusuf, “Hoş geldin Rıza. Birlikte yürümeye devam edeceğiz.” Yusuf, Zepür, Leyla ve Rauf’la birlikte gece kampında ateşin et rafına oturmuştu. Ateşin alevleri yüzlerini titrek ve sıcak bir ışıkla aydınlatırken, her biri birbirinin gözlerinde hem yorgunluk hem de kararlılık görüyordu. Geçmişin acı yüküyle bugünün belirsiz yolunu aynı anda taşıyorlardı. “Buraya kadar geldik,” dedi Yusuf, “ama daha çok yol var önü müzde. Dikilitaş’taki o eski defter, sadece başlangıçtı. Osman Ağa’nın ihaneti, bizim topraklarımızdaki daha derin yaralara işaret ediyor.” 129 Sessiz Sofra Zepür mavi boncuğunu parmakları arasında oynatırken, “Her adımda Siranuş’un ve Kemal’in hikayesiyle yüzleşiyoruz. Ama bu toprakların bir başka dili daha var; cesaret ve direniş dili.” Leyla gözlerini gökyüzüne dikti. “Biz sadece bir yolculuk yapmı yoruz. Bu, kaybolanları bulmak, unutulanları hatırlatmak, kırılanları onarmak.” Rauf ise kampa getirdiği sıcak çaydan bir yudum aldı ve “Azer baycan’da da benzer acılar yaşandı. Bizi birleştiren sadece tarih de ğil, aynı zamanda umut. O yüzden bu yolculukta yanınızda olmaktan gurur duyuyorum.” 1. Dağ Yollarında Mücadele Ertesi gün, yolculuk ağırlaştı. Sarp dağ yolları ve keskin rüzgarlar, dört kişiyi de sınadı. Özellikle Leyla’nın ayağı ince bir taşın üstüne takılınca bir an için dengeyi kaybetti. Rauf hemen onu yakaladı, göz göze geldiler. “Burada düşmek yok,” dedi yumuşak bir sesle. Leyla hafifçe gülümsedi, “Biliyorum. Kalkmayı da öğrendim.” Zepür yanlarından geçerken, “Güç, yalnızca beden değil; yürek ister,” diye fısıldadı. Yusuf, haritadaki bir işareti işaret etti: “Şu vadiye indiğimizde, karşımıza çok önemli bir yer çıkacak. Burada toprakla, geçmişle ye niden yüzleşeceğiz.” Köyde Sıcak Karşılama Gün batımına yakın, yorgun dörtlü küçük, unutulmuş bir köye ulaştı. İlk başta köylüler kapılarını kapalı tutsa da, Leyla’nın Azeri olması ve Rauf’un sakin duruşu sayesinde aralarındaki buzlar erime ye başladı. 130 Sessiz Sofra Yaşlı bir kadın, yüzünde derin çizgilerle geldi yanlarına. “Sizler, uzun zamandır buraya gelmeyenler... Ama buralar kardeşliğin yur du,” dedi yumuşak ama kararlı bir sesle. Yusuf karşılık verdi, “Biz sadece geçmişin acısını değil, geleceğin umudunu taşıyoruz.” Kamp Ateşi Etrafında Gece Sohbetleri Ateşin karşısında toplanan dörtlü, içini dökmeye başladı. Zepür, “Uzun zamandır kendimi ilk kez böyle evimde gibi hissettim.” Leyla gözlerini ateşe dikti, “Bu yol, bize ne kadar acı verirse ver sin, içimizde büyüyen bağlar da o kadar kuvvetli.” Rauf, “Azerbaycan’dan buraya uzanan hikayemiz, aslında bir ve aynı. Farklı dillerde, farklı topraklarda yaşansa da kalplerimiz aynı ateşi taşıyor.” Yusuf sessizce dinledi, sonra “Birlikteyiz. Artık yalnız değiliz.” Rıza’nın Ortaya Çıkışı Sabahın erken saatlerinde, yol kenarında beklenmedik bir figür belirdi. Gri saçları ve güçlü duruşuyla Rıza, “Bu toprakların sırlarını taşıyorum. Size yardım edebilirim,” dedi. Leyla ve Rauf birbirlerine baktılar, “Yeni bir dost,” dedi Leyla. Yusuf elini uzattı, “Hoş geldin Rıza. Birlikte yol alacağız.” Ertesi sabah, kamp sessizce uyanırken, uzaklardan gelen adım sesleri dikkat çekti. Gözler yolun kıyısında beliren gri saçlı, derin çizgilerle dolu yüzü ve bilge bakışlarıyla yaşlı bir adamı aradı. Rı za’ydı o. Yaklaştığında, yüzündeki yılların yorgunluğuyla karışık, kararlı bir ifade vardı. Elindeki eski deri çantadan çıkardığı küçük bir sandık, yol boyunca taşıdığı deneyimin simgesiydi adeta. 131 Sessiz Sofra “Kardeşler,” dedi, sesi yorgun ama güçlü, “Bu toprakların hikaye lerini, sırlarını, acılarını ve umutlarını uzun yıllardır biliyorum. Size yardım etmek istiyorum.” Leyla, gözlerinde tereddüt ve merakla, “Kimdir bu adam? Ne ka dar güvenebiliriz?” Rauf, Leyla’ya hafifçe dokunarak, “Bakışları geçmişin derinlikle rini saklıyor. Bizim gibi yoldaş olabilir,” dedi. Yusuf ayağa kalktı, elini uzattı: “Hoş geldin, Rıza. Yolumuzda güç olacaksın.” Rıza, elini sıkarken gözlerindeki sıcaklık ortaya çıktı. “Adım Rıza. Doğma büyüme bu topraklarda değilim ama bu toprakların acısını kalbimde taşıyorum. Dedem, yaşadığı topraklarda kaybolan bir hikâyenin son tanığıydı. Beni buraya getiren de o hikâyeler.” “Ne tür hikayeler?” diye sordu Zepür, merakla. “Göçlerin, ihanetin, sevginin ve direnişin hikayeleri,” diye yanıt ladı Rıza. “Bu topraklarda sadece tohumlar değil, sırlar da gömülü. Ben o sırları bulup ortaya çıkarmak, unutulanları hatırlatmak için bu radayım.” Leyla, cesaretle konuştu: “Yolumuz uzun, düşmanlarımız çok. Ama biz birbirimize kenetlendik. Bu senin bilginle, tecrübenle güç lenecek.” Rıza hafifçe gülümsedi: “Bir zamanlar ben de yalnızdım. Ama şimdi sizinle birlikte, o yalnızlık sona eriyor. Size bir şey göstermek isterim.” Grup merakla takip etti Rıza’yı. Kampın yakınındaki yaşlı bir ağacın altında, yıllar önce kazılmış ama unutulmuş bir haritaya ulaştılar. Haritada, eski sınırlar, saklı geçitler ve eski yerleşimlerin işaretleri vardı. Rıza, “Bu harita, dedemin bıraktığı miras. Bizi doğru yola götürecek.” 132 Sessiz Sofra Yusuf, gözlerinde yeni bir umut ışığıyla: “Artık yalnız değiliz. Bu topraklar, artık bizim de evimiz.” Rıza’nın gelişi, sadece yeni bir dostun katılması değildi. O, geç mişin bilgeliği, bilginin gücüydü. Ve bu güç, onları bekleyen karanlık ve aydınlıkta yol gösterici olacaktı. Kampın etrafını saran soğuk gece havası, yıldızların parlaklığıyla hafifçe dengeleniyordu. Yusuf, Zepür, Leyla ve Rauf, ateşin etrafına dizilmişlerdi. Kampın sessizliğinde sadece ateşin çıtırtısı ve ara ara çıkan rüzgar sesi duyuluyordu. Tam o anda kampın kenarında, sakin ama kararlı adımlarla iler leyen yaşlı bir adam göründü. Gri saçları gece ışığında gümüş gibi parlıyordu. Bilge bakışları, yılların deneyimini taşıyor gibiydi. Leyla yavaşça ayağa kalktı, hafifçe elini kaldırdı. “Selamlar, kim dir bu?” diye sordu Yusuf’a bakarak. Yusuf, gülümseyerek adama doğru uzandı: “Hoş geldiniz. Ben Yu suf. Bizimle misiniz?” Yaşlı adam, hafifçe başını sallayarak: “Adım Rıza. Bu toprakların dilini bilenlerdenim. Yardım etmek isterim.” Rauf yanına yaklaştı, ellerini ovuşturarak: “Yolumuzda yeni bir güç demek bu. Hoş geldin, Rıza.” Zepür, boynundaki mavi boncuğa dokunarak hafifçe gülümsedi. “Yolculuğumuz artık daha anlamlı olacak.” Rıza’nın sessizliği, ateşin sıcaklığıyla birlikte ekibin ruhuna işliyor du. Onun varlığı, uzun zamandır aradıkları bilgeliğin simgesiydi. Leyla: “Bu yol zor olacak. Biliyorum, tecrübene ihtiyacımız var. Ama bil bakalım, gençlik heyecanımızı söndürmek için gelmedin de ğil mi?” Rıza: (Gözlerini ateşin alevlerine diker) “Gençlik, ateş gibidir. Eğer doğru yönlendirilmezse her şeyi yakar. Ama kontrollü bir ateş, karanlığı aydınlatır.» 133 Sessiz Sofra Rıza, bu topraklarda doğup büyümüştü. Dedesi, köyün en bilge adamlarından biriydi. Gençliğinde ailesi, toprak anlaşmazlıkları yü zünden parçalanmış; babasını kaybetmişti. O günden sonra Rıza, top rağın sadece üzerinde yürünmesi gereken bir yer olmadığını, ruhların ve tarihlerin saklandığı kutsal bir alan olduğunu öğrenmişti. Bu bilge lik onu yıllar içinde yalnız ama güçlü bir adam yapmıştı. 2. Yol Üzerinde İlk Engeller ve Karakterlerin Sınanması Yusuf, Zepür, Leyla, Rauf ve yeni katılan Rıza, gündüzün kavu rucu sıcağı altında uzun bir patikada yürüyordu. Etraflarında sadece kurak toprak ve uzaklarda hafifçe yükselen dağlar vardı. Sıcaklık, terin alnından süzülmesine neden olurken, yol boyunca birbirlerine bakışları da bazen tereddütle doluydu. Leyla, yürürken yanına yaklaşan Rıza’ya hafifçe fısıldadı: “Yol ne kadar zorlu olursa olsun, senin bilgine güveniyoruz. Ama herkes aynı yolda yürüyemez. Daha önce bu kadar zorlukla karşılaştın mı?” Rıza, gözlerini uzaklara dikti, yavaş ve ağır bir sesle: “Bu toprak ların hafızası acı dolu. Ben de gençken hem doğayla hem de insanla savaşmak zorunda kaldım. Her darbede güçlendim. Ama bil ki, bu yol sadece fiziksel değil, ruhun da sınavı.” Rauf, hafifçe omuz silkerek: “Fiziksel sınavları geçeriz, önemli olan içimizdeki yükü taşıyabilmek’’ Yusuf araya girdi: “Doğru söylüyorsunuz. Ben de dedemin mira sıyla başa çıkıyorum. Her adımda bir sorumluluk, bir yük daha his sediyorum.” İlk Engel: Kayalık Geçit Bir süre sonra yol, keskin kayalarla dolu dar bir geçide dönüş tü. Burada ilerlemek zordu. Rauf önde ilerleyip güvenli yolları işaret ederken, Zepür küçük taşların üzerinde dikkatle yürüyordu. 134 Sessiz Sofra Zepür: “Burada dikkat etmeliyiz. Tek bir yanlış adım bizi aşağı yuvarlayabilir.” Rıza, tecrübeyle eliyle işaret ederek: “Öncelik, sakin kalmak. Ace le etmemek. Bu geçitler hem bedenimizi hem de sabrımızı test eder.” Sınanma Anı Geçitten geçerken küçük bir taş yuvarlandı ve Leyla’nın ayağı kaydı. Hemen Yusuf elini uzattı, onu tuttu. Göz göze geldiler; arala rındaki bağ, kelimelere gerek kalmadan güçlendi. Leyla (nefes nefese): “Teşekkür ederim... Bazen korkmak insanı zayıf yapar, ama sen yanımdayken güç buluyorum.” Yusuf (gülümseyerek): “Birlikte güçlüyüz. Her engel bizi daha da birleştiriyor.” Rıza’nın Değeri Geçidi geçtikten sonra Rıza, durup ekibe dönerek: “Bu topraklar da kaybolmadan ilerlemek için sadece güçlü olmak yetmez. Kökleri mizi, tarihimizin izlerini bilmek gerekir. Ben size sadece yol gösterici değil, aynı zamanda geçmişin kapılarını açan bir anahtar olacağım.” Rıza’nın Gençliği Geçmişe kısa bir yolculuk: Genç Rıza, dedesinin yanında otururken ona eski toprak harita larını gösteriyordu. Dedesi, haritanın üzerinde işaretlediği yerleri anlatırken, “Her bir taş, her bir yol, atalarımızın hikayelerini taşır,” demişti. O an Rıza, sadece haritalara değil, geçmişe ve köklerine bağ lılığın önemini anlamıştı. 135 Sessiz Sofra 3. Leyla ve Rauf’un Kayıp Topraklar Yolculuğu Kamp ateşinin titrek ışığı, gecenin karanlığında dans ederken, Leyla ve Rauf, Yusuf ve Zepür’ün yanına yaklaştılar. Toprak kokusu, hafifçe rüzgarla taşınan eski anıları ve yorgun bedenleri sarıyordu. Leyla, elindeki not defterini yavaşça açtı, eski haritalara bakıyor du. Gözleri zaman zaman donuklaşıyor, sonra birden kararlılıkla par lıyordu. Leyla (sessizce kendi kendine): “Her taş, her toprak parçası bir hikaye saklıyor. Ben bu hikayeyi bulmak için geldim. Köklerimi an lamadan geleceğimi inşa edemem.” Rauf, ateşin karşısına oturdu, ellerini ısıtmak için ovuşturuyordu. Yü zünde derin çizgiler vardı; savaşın ve hayatın izleri. Rauf: “Burada olmak, bana savaşın sadece çatışmadan ibaret ol madığını hatırlatıyor. Asıl savaş, ruhumuzun içinde veriliyor. Her adımda acılarımızla yüzleşiyoruz.” Yusuf (Rauf’a dönerek): “Bu topraklarda hayat bulan acılar ve umutlar bizi birbirimize bağlıyor. Senin deneyimlerin, bize yol gös terici olacak.” Zepür, mavi boncuğunu parmakları arasında döndürüyordu, yü zünde karışık duygular vardı. Zepür: “Bu yol, sadece tarihimizin karanlığını aydınlatmakla kal mayacak. Aynı zamanda kendi içimizdeki karanlığı da temizleyecek.” Bir süre sessizlik oldu. Rüzgar, kampın etrafındaki kuru dalları hışırdattı. Leyla yavaşça defterini kapattı ve diğerlerine baktı. Leyla: “Her biri kendi acısıyla, kendi hikayesiyle buraya geldik. Ama burada, birbirimize tutunmak zorundayız. Bu yolculuk, paylaş tığımız bir kader.” 136 Sessiz Sofra Rauf, ateşe küçük bir dal attı, alevler büyüdü. Rauf: “Bu yolculukta yan yana olmak, sadece fiziksel değil, ru hani bir bağ da kurmamızı gerektiriyor. Zor zamanlarda birbirimizi anlamalı, desteklemeliyiz.” Yusuf, derin bir nefes aldı ve devam etti: Yusuf: “Benim için bu yolculuk, dedemle yüzleşmek kadar, ken dimle de barışmak demek. Bu yüzden her birinizin varlığı çok değer li.” Leyla, hafifçe gülümsedi: Leyla: “Beraber güçlüyüz. Acılarımız, anılarımız birleştiğinde bir köprü kuruyor. O köprü, bizi umuda götürecek.” Gece ilerledikçe, sohbet derinleşti. Herkes kendi hikayesin den küçük parçalar paylaştı; eski anılar, kaybedilenler, umutlar ve korkular… 4. Geçmişin Gölgelerinde Sabahın ilk ışıkları yavaşça kampın üzerine doğuyordu. Soğuk ve nemli havada, ağaçların yaprakları hafifçe hışırtı yapıyor, kamp ateşinden yükselen duman yavaşça gökyüzüne karışıyordu. Yusuf, Zepür, Leyla, Rauf ve Rıza, genişçe açtıkları eski haritanın etrafında oturmuş, sessizce düşüncelere dalmışlardı. Rıza, haritaya gözlerini dikti, ardından bir an gözlerini kapattı. Nefesini derinleştirdi, sözlerine başladı: Rıza: “Bu topraklar... Benim için sıradan bir yer değil. Çocuklu ğumun anıları, dedemin öyküleriyle dolu. Dedem anlatırdı, Osman Ağa ile Reşat Bey’in topraklarını nasıl paylaştıklarını, ama gerçekler her zaman yüzeye çıkmazdı.” 137 Sessiz Sofra Leyla hafifçe yana eğildi, meraklı bir sesle sordu: Leyla: “Dedemin anlattıkları hep masallar gibiydi. Senin dedenle Osman Ağa arasında ne yaşandı?” Rıza’nın yüzündeki çizgiler derinleşti. Rıza: “Dedem çok gençti o zamanlar. Ailelerimiz aynı köydeydi, birlikte çalışırlardı. Ama 1915’in gölgesi her şeyi değiştirdi. Osman Ağa’nın ailesi topraklarını genişletmek için bazı karanlık anlaşmala ra girdi. Dedem, o karanlıkta kalan bir tanıktı. Babam büyürken hep öğüt verdi: ‘Doğruyu ara, ama geçmişin yükünü de taşıyacaksın.’” Yusuf, haritanın üzerine parmağını koydu: Yusuf: “Bu harita, 1915’ten kalan bir hatıra. Emine’nin sandığın dan çıkan o eski parça. Her adımı takip edersek, gerçekler açığa çı kacak.” Rauf, hafifçe gülümseyerek söz aldı: Rauf: “Adalet, bazen yüzyıllar sonra gelir. Ama asıl mücadele, içinde taşıdığın yükü kabul etmektir. Bu yolculukta yalnızca toprak değil, geçmişimizle de yüzleşiyoruz.” Zepür, mavi boncuğunu avucunda hafifçe döndürürken, sessizce ekledi: Zepür: “Geçmiş, bazen en büyük düşmanımız olur. Ama aynı za manda en büyük öğretmendir.” Leyla, gözleri parıldayarak: Leyla: “Ve biz, bu topraklarda yeni bir sayfa açıyoruz. Kardeşlik, acının ve ihanetin üzerine yazdığımız bir kelime olacak.” Bir süre sessizlik oldu. Sonra Rıza, hafifçe ayağa kalktı ve anlat maya devam etti: Rıza: “Çocukluğumda, dedem beni ormanlarda gezdirirdi. Bize toprakla nasıl dost olunur, bitkilerle nasıl konuşulur öğretirdi. O za manlar anlamazdım ama şimdi görüyorum ki, o bilgi bize bu yolcu 138 Sessiz Sofra lukta kılavuz olacak. Hem doğa, hem insan... İkisi de karmaşık ve kırılgan.” Yusuf gözlerini kapattı, derin bir nefes aldı: Yusuf: “Dersim tohumu… Siranuş’un bize bıraktığı umut… Bu topraklarda filizlenmeli. Belki de bizler, sadece mirasın değil, barışın da taşıyıcılarıyız.” Rauf, tebessümle: Rauf: “Bir tohum, büyür ve meyve verir. Ama önce toprağın de rinliklerinde kök salmalı. Biz de bu yolculukta köklerimizi sağlam laştırıyoruz.” Zepür hafifçe gülümseyerek: Zepür: “Zor zamanlarda, birbirimize tutunmalıyız. Geçmiş ne ka dar karanlık olursa olsun, birlikte yürürsek aydınlık yol buluruz.” Leyla, gözlerindeki kararlılıkla: Leyla: “Evet, farklı geçmişlerimiz var ama aynı geleceğe yürüyü yoruz. Bu, bizi güçlü kılıyor.” Rıza’nın Çocukluk Anısı O akşam kamp ateşinin etrafında otururken, Rıza anılarını pay laştı: “Dedemle ormanda yürüyorduk. Bana bir gün, ‘Toprak, senin en eski dostundur’ demişti. ‘Ona saygı duy, çünkü içinde geçmişin sırlarını saklar.’ Bir keresinde, ormanın derinliklerinde kaybolduk. Korkmuştum ama dedem sakin ve bilgeydi. O an anladım ki, hem toprak hem de insanlar, zorluklarla karşılaştıklarında sakin kalabilen leri ödüllendirir.” Leyla ve Rauf bu anıya hayranlıkla baktılar. Yusuf ve Zepür ise birbirlerine anlam dolu bakışlar attılar. Ekip, sadece bir yolculuk de ğil, aynı zamanda içsel bir keşif sürecindeydi. 139 Sessiz Sofra Leyla ile Rauf Arasındaki Farklılıklar Leyla, zengin bir şehir ailesinden gelmiş, eğitimli ve idealist bir kadın. Rauf ise kırsal kökenli, pratik, hayata doğrudan bakan biri. İkisi zaman zaman görüş ayrılıkları yaşar. • Leyla: “Bu yolculukta sadece fiziksel değil, zihinsel sınavlar dan da geçeceğiz. Geçmişi anlama ve anlatma konusunda daha hassas olmalıyız. Tarih sadece toprakta değil, kalplerde de yazılı.” • Rauf: “Leyla, tarih önemlidir ama pratik olmak gerek. Bizim işimiz ayaklarımızın altındaki toprağı kazanmak, mücadele etmek. Çok fazla düşünürsek, ayağımız takılır.” Bu tartışma, Yusuf’un araya girmesiyle yumuşar: • Yusuf: “İkinizin de haklı olduğu yerler var. Zorluklarla müca dele ederken birbirimizi dinlemek zorundayız.” Gece boyunca kamp ateşi çevresinde, Rıza, eski bir dostundan bahseder: • “Uzun zaman önce, en yakın arkadaşım Ahmet bu topraklarda haksızlığa uğradı. Beraber büyüdük ama o zamandan beri görüşemedik. Eğer bu yolculuk bittiğinde onu bulursam, ona hesabını soracağım.” Leyla merak eder: • “Ahmet kimdi, ne yaşandı?” Rıza, gözlerini uzaklara diker: • “Bir zamanlar birlikte çalıştığımız bir çiftçiydi. Ama toprak kavgasında ihanet gördü. O günlerden beri dostluklar kolay kurulmaz bu topraklarda.” 3. Zepür ve Leyla Arasında Zepür, Leyla’ya mavi boncuğun anlamını anlatır: 140 Sessiz Sofra • Zepür: “Bu boncuk, sadece bir süs değil. Bize geçmişimizin acılarını, umudunu ve sevgisini hatırlatıyor. Senin gibi biriyle bunu paylaşmak, yolculuğu daha anlamlı kılıyor.” Leyla hafifçe gülümser: • “Bu yolculukta bir aile gibi olduk. İyi günde kötü günde yan yanayız.” 5. Sınır Taşı: Kayıp Belgelerin Gölgesinde MEKÂN: Türkiye–Suriye sınırına yakın, terk edilmiş bir karakol kalıntısı. Gecenin ortası. Yağmur çiseliyor, ay bulutların ardından zar zor görünüyor. Yolun En Tehlikeli Noktası Kafile, gece vakti, sınırın kıyısında, haritaya işaretlenmemiş eski bir geçitten geçmek zorundadır. Zepür önde, Yusuf yanında. Rauf gö zünü dağlara dikmiş, Leyla içindeki huzursuzluğu bastırmaya çalışır. Rıza ise sessiz, geçmişte kalmış bir hatırayı kurcalamaktadır. Yusuf (sessizce): “İşte burası. Siranuş’un günlüğünde ‘siyah taşın oradaki geçit’ diye bahsettiği yer.” Rauf: “Bu bölge, bir zamanlar kaçakçılar için kullanılırdı. Şimdi bile tehlikeli. Ama başka yol yok.” Leyla: “Tehlike hep vardı. Bizi buraya getiren inançsa, döndüre cek olan da yine o olacak.” Rıza (fısıltıyla): “Ben burayı tanıyorum... Yıllar önce kardeşimle birlikte kaçmaya çalıştık. Ama o... sınırı geçemedi.” Zepür Rıza’ya yaklaşır. Zepür: “Sadece sen geçtin mi?” Rıza (gözleri dolarak): “O kurşun sesini duymadan hemen önce elimi tutuyordu. O elin sıcaklığı hâlâ avucumda yanıyor.” 141 Sessiz Sofra Yıkılmış Karakolda Bulunan Gizem Geçidin ötesinde terk edilmiş bir karakol binasına sığınırlar. Bi nanın bodrum katında, su altında kalmış metal bir sandık bulurlar. Rauf ve Yusuf birlikte çıkarırlar. Zorlanarak açıldığında içinden şun lar çıkar: • 1915 tarihli Osmanlıca belgeler: Yerel toprak satış anlaşmaları. • Reşat Bey’in imzası olan bir belge: “Siranuş’a ait mülklerin temlik devri.” • Ve en önemlisi: Siranuş’un Halep’e götürülürken yazdığı, ama günlüğünde yer almayan ek bir mektup. Leyla (titreyerek mektubu okur): “...Bu mektup eline geçerse, bil ki seni hiç unutmadım Kemal. Eğer biri beni bulursa, bizim adına dikilecek bir çınar isterim. Yalnızca sevda için değil, adalet için kök salsın.” Zepür: “Bu belge... bizi bekleyen davada her şeyi değiştirebilir.” Güven Krizi ve Dostluk Sınavı Rauf, belgeleri saklamak ister. “Gerekirse kullanırız,” der. Ama Leyla buna karşı çıkar. Ekip arasında gerilim artar. Leyla: “Bu bir sır değil artık. Bu adaletin kendisi.” Rauf (öfkeyle): “Ve adaletin nasıl işlediğini iyi biliyorsun. Bu bel geler açıklanırsa bazı yerel aileler bize düşman kesilir!” Rıza (sakin ama sert): “Gerçek, kimseye ait değildir. Ne saklar sanız o sizi saklar. Ama eğer ortaya çıkarırsanız, toprağın hafızası uyanır.” Yusuf araya girer ve belgelerin bir kopyasının çıkarılması, oriji nallerin saklanması konusunda ekibi uzlaştırır. 142 Sessiz Sofra Gecenin Sonu: Ateş Etrafında Dışarıda yağmur dindiğinde küçük bir ateş yakarlar. Herkes bir şey söylemeden oturur. Ateşin çıtırtısı arasında Leyla sessizce konuşur: Leyla: “Bu topraklar... sadece sınır değil. Ruhlarımızın da geçmesi gereken eşikler varmış.” Zepür Yusuf’un omzuna yaslanır. Rauf, elindeki bıçağı toprağa saplar. Rıza gözlerini gökyüzüne kaldırır. Rıza: “Bu gök kubbe altında yalan olmaz. Biz doğrularla yürüyo ruz. Yürüyelim... nereye kadar gidecekse.” 6. Sahne – Köklerin Peşinde, Kendine Doğru Rauf’un rehberliğinde, ekibin yolu Mezopotamya’nın uçsuz bu caksız kırsalına uzanıyordu. Eski bir kervan yolunu takip ederek iler lerken, Leyla’nın gözleri her taşta bir hatıra arar gibiydi. Uzaklarda görünen bir meşe ağacının gölgesinde mola verdiklerinde, Rıza ce binden bir mendile sarılı küçük bir defter çıkardı. Defter, annesinden kalan, unutulmaya yüz tutmuş toprak bilgileriyle doluydu. “Bu toprak... hem acı hem umut saklar,” dedi Rıza. Yusuf ona yak laştı, gözlerinde saygı vardı. “Sen bu bilginin bekçisisin,” dedi. Rıza gülümsedi, ama gözleri hüzünlüydü. “Ben bir bekçiyim, evet. Ama geçmişimin gölgeleriyle birlikte.” O sırada Leyla, ağacın gövdesine yaslanmışken bir çocukluk anı sıyla sarsıldı. Küçükken, annesinin ağladığını görmüştü bir sabah. Annesi ellerinde eski bir mektubu tutuyordu. Mektubun ucunda şu satırlar vardı: “Sakın kimseye söyleme. Bizden biri değiller.” Leyla iç çekti. Şimdi o mektubun anlamını ilk kez bu kadar net hissediyordu. Rauf, Yusuf’un yanına geldi. “Bu yol... beni anneme daha çok yaklaştırıyor. Eskiden utanırdım onun geçmişinden. Ama şimdi, onun suskunluğu bile bana bir tarih gibi geliyor.” 143 Sessiz Sofra Yol yeniden başladığında, iç yolculuk daha ağırdı. Adımlar ilerli yor, ama kalpler geçmişin izleriyle derinleşiyordu. 7. Sahne – Kayıp Harita: Gömülü Tarihin Peşinde Sabah güneşi, sisle kaplı vadinin üzerinden yükselirken, ekibin göz leri önünde yeni bir gün belirdi. Islak toprak çamura dönüşmüş, gece boyunca yağan yağmur rotayı belirsiz kılmıştı. Ancak Rıza’nın elinde ki el yapımı ahşap kutu, sanki geçmişten gelen bir çağrıyı taşıyordu. Kutu, Rıza’nın babasından kalmaydı. İçinde, Osmanlı dönemi ne ait, elle çizilmiş bir haritanın parçaları vardı. Bu harita, Rıza’nın çocukluğundan beri koruduğu, ama anlamlandıramadığı bir mirastı. Şimdi, Yusuf’un pusulası ve Siranuş’un günlüğündeki ipuçlarıyla birleşince; gözler önüne gizlenmiş bir güzergâh çıkıyordu: Unutulmuş bir Ermeni mezrası – “Aranavank”. Zepür haritayı incelerken, “Bu ad, annemin anlattığı efsanelerde geçiyordu,” dedi. “Kaybolan bir kadınlar köyü... orada yaşayan her kesin iz bırakmadan yok olduğu söylenirdi.” Rauf, haritadaki sembolleri yorumlamaya çalıştı. “Buradaki işaret... yedi kollu bir nar ağacını gösteriyor. Bu simge, Ermeni di renişinin bir işaretiydi. Muhtemelen o köyde bir arşiv ya da kutsal nesne saklanıyor.” Yusuf gözlerini kıstı. “Ve biri bunu ortadan kaldırmak istemiş ola bilir.” Rıza başını eğdi. “Babam bu haritayı çizerken bir şey söylemişti. ‘Bu topraklar, toprağa emanet edilmiş hikâyelerle dolu.’ Şimdi anlı yorum.” Bu yeni hedef, ekip için hem umut hem de tehlike anlamına ge liyordu. Haritada işaretli geçidin, modern haritalarda yer almaması işleri daha da zorlaştırdı. Yol, terk edilmiş tarlalardan, definecilerin yağmaladığı alanlardan ve askerî kontrol noktalarından geçiyordu. 144 Sessiz Sofra Öğleden sonra, ufukta yakılmış bir köyün silueti belirdi. Yanmış evlerin iskeletleri arasında sadece bir yapı ayakta kalmıştı: taş duvar lı, minyatür bir manastır. Manastırın içine girdiklerinde taş duvarlara kazınmış yüzlerce isim gördüler. Kadın isimleri. Her birinin altına bir tarih, çoğunlukla 1915 ya da 1916 kazınmıştı. Leyla gözyaşlarını tutamadı. “Bu... bir kayıt defteri. Bu köyde ka dınlar ölüme değil, hatırlanmaya hazırlanmış.” Manastırın iç kısmında, kapalı bir taş kapak buldular. Rauf ve Yu suf onu kaldırdığında, altından küçük bir tünel açıldı. Rıza el fenerini yakarak öne geçti. Tünel nemliydi, taş duvarları yosunla kaplıydı ama sonunda bir odaya açılıyordu: Arşiv odası. Tozlu raflarda sayısız defter, el yazması ve mühürlü mektup vardı. Zepür dikkatle bir kutuyu açtı. İçinden çıkan zarfın üzerinde annesi nin adı yazıyordu: “Meline Zartaryan.” Mektupta şöyle yazıyordu: “Kızım Zepür, bu satırları hiç okuyamayabilirsin. Ama bir gün bu toprağın bir çocuğu olur da seni bulursa, bil ki seni sakladım. Bu köy de sadece kadınlar değil, umudun da hatırası kaldı. Bir gün özgürlük uğruna yola çıkan herkes buraya dönecek.” Zepür mektubu okuduktan sonra uzun süre konuşamadı. Yusuf el lerini onun ellerine koydu. “Artık geçmiş sadece yük değil. Yol gös terici.” Ekip, arşivin önemli parçalarını yanlarına aldı. Çıkarken Mariam, taş duvara bir şey kazımaya başladı: küçük bir kuş figürü ve yanına tek bir kelime: “Hayat.” 8. Sahne – Aranavank’taki Sessiz Çan: Kadim Bir Tanıklık Sisli dağ yollarını geçerek, günün en serin saatlerinde, Arana 145 Sessiz Sofra vank’ın kalıntılarına ulaştılar. Mevsimlerin unuttuğu bu vadi, derin bir sessizlikle karşıladı onları. Ağaçlar yosun tutmuş, taşlar zamanla şekil değiştirmişti. Fakat yer yer korunmuş sütunlar, harabe hâline gelmiş taş yapılar ve üst üste yığılmış mezar taşları; buranın bir za manlar yaşamla dolu olduğunu fısıldıyordu. Rıza yere çömeldi, elini toprağa koydu. “Burası... burada bir zamanlar ses vardı. Ezgiler yükselirdi. Kadınların elleriyle işlediği umutlar vardı.” Zepür taş sütunlara yaklaşarak, birine parmak uçlarıyla dokundu. Üzerinde, Ermenice harflerle işlenmiş bir dua duruyordu. “Söz uçsa da taş kalır,” dedi fısıltıyla. “Siranuş’un halkı burada bir zamanlar hayal kurmuş.” Yusuf, merkeze yakın bir taş kulenin kalıntılarına yöneldi. İçeride, devrilmiş bir çan, sessizce yatıyordu. Rauf, çanın yanına geldiğinde dudağını ısırdı. “Bu çan, bir zamanlar bayramı, ölümü ve kurtuluşu aynı anda haber veriyordu.” Leyla içeri girdi, kulenin çatısına göz attı. “Hâlâ ayakta kalan bu kubbe... tanık olmuş olmalı her şeye.” O sırada Mariam, taş yığını arasında yuvarlak, taş bir kapağın ke narını fark etti. Hep birlikte kapağı kaldırdıklarında, aşağıya inen bir merdiven ortaya çıktı. Yusuf öne atıldı. “Bir sığınak... ya da bir arşiv.” Aşağıya indiklerinde, mum ışığında parlayan duvar yazıları göz lerine çarptı. İçerideki hava nemli ve ağırdı. Taş nişlerin içinde üst üste yerleştirilmiş elyazmaları, defterler ve mühürlü sandıklar vardı. Leyla, titreyen elleriyle bir defteri açtı. Gözleri büyüdü. “Bu... Aranavank’ın anneler arşivi! Kadınların doğum, ölüm, dü ğün kayıtları... gelenekleri... ve tehcir günlerinde yazdıkları!” dedi. “Bu, sadece tarih değil. Yaşanmışlık.” Zepür gözyaşlarını tutamadı. “Biz sadece torunlar değiliz. Biz bu sözlerin devamıyız.” 146 Sessiz Sofra Tam o anda, dışarıdan bir gürültü yükseldi. At sesleri, hızlı adım lar. Yusuf hızla yukarı çıktı. Vadinin girişinde, ellerinde silah taşıyan iki adam görünüyordu. Yabancıydılar ama yüzlerinde tanıdık bir kin vardı. Rauf sessizce Yusuf’un yanına geldi. “Yine birileri bu sessizliği bastırmak istiyor,” dedi. Yusuf başını salladı. “Ama artık sessiz kalmayacağız.” 9. Sahne – Anne Taşı: Mezarlar Ve Miraslar Aranavank’taki çan sesiyle uzaklaştırılan tehlike, vadide bir hu zur bıraktıysa da yüreklerdeki dalga hâlâ çalkalanıyordu. Sabahın ilk ışıkları taş duvarlardan süzülüp çatlak zeminlere düşerken, ekip ken dilerini yeni bir yol ayrımının eşiğinde buldu. Yusuf, Siranuş’un günlüğünde bahsettiği “anne taşı”nın izini sür mek üzere pusulasını çıkarıp haritayı açtı. “Buradan sadece bir gün lük yürüyüş uzaklıkta,” dedi. “Ama bu yürüyüş bizi yüz yılın gerisine taşıyacak.” Leyla sessizce omuz çantasını sırtına geçirdi. “Anne taşı... annesiz kalmış toprakların mezar taşı belki de.” Rauf, Zepür’e dönerek gülümsedi. “Hazır mısın? Bu sefer yol belki acıtacak ama iyileştirecek de.” Zepür başını salladı. “Yol acıtmıyorsa, doğru yolda değilizdir.” Rıza, bastonunu yere vurdu. “Bu yol yalnızca ayaklarla değil, yü rekle geçilir.” Yolda, yaşlı ağaçlar ve söğütlerin arasında ilerlerken, çamurun altında taşlarla örülmüş eski bir köprüye geldiler. Köprünün taş larına işlenmiş Ermenice yazılar silinmişti ama bazı harfler hâlâ okunabiliyordu. Rıza eğilip yazıya parmaklarıyla dokundu: “‘Mayrigin Darguti’... Anne’nin Duası,” dedi. “Burası sadece bir köprü değil. Yas tutanların geçtiği yer.” 147 Sessiz Sofra Yürüyüşlerinin sonunda ulaştıkları küçük bir düzlükte, yalnız bir taş duruyordu. Taşın üstü yosunla kaplıydı, çevresinde hiçbir yapı ya da mezar yoktu. Ama taşın kendisi, başlı başına bir anıttı. Siranuş’un bahsettiği “anne taşı” oydu. Zepür taşın önüne diz çöktü. Parmağıyla yosunları temizlediğin de, eski bir yazı belirdi: “Mayrig Siranuş – Sevda sürgünü, toprak annesi.” Bir sessizlik oldu. Ardından Mariam sessizce yanlarına geldi. Elinde, önceki gece avuçlarında sakladığı küçük nardesin fidesi vardı. “Bunu buraya dikelim,” dedi. Yusuf kazma işini üstlendi. Zepür ve Leyla toprağı açarken, Rıza taşı onardı. Rauf taşın çevresine yaban mersini dalları dizdi. Bir ritü eldi bu, ama içinde nesillerin yasını ve duasını barındıran bir ritüel. Zepür, nardesini toprağa ekerken fısıldadı: “Senin kökün burada kaldı, biz dallarını başka topraklara taşıya cağız.” Yusuf, taşı okşayarak ekledi: “Artık bu taş, sadece senin değil. Bizi de taşıyacak.” Kökler ve Aynalar Toprak, nardesin çiçeğini sessizce kabul ederken gökyüzünde be liren ince bir sis tabakası tüm vadiyi yavaşça sarıyordu. Zepür, dizle rinin üzerine çökmüş, nardesin etrafına serpilmiş toprakla oynuyor du. Parmağının ucunda kalan nem, gözpınarlarına sızan yaşla aynı dokudaydı. Yusuf, başında durdu; konuşmadı, sadece oradaydı. Onun varlığı, kelimelere ihtiyaç bırakmayan bir sükûnet taşıyordu. Rauf biraz geride durmuş, taşı çevreleyen eski taşlara göz gezdi riyordu. “Bu bölge... sadece bir mezar değil. Bakın,” dedi, taşın biraz ilerisini işaret ederek. “Burada başka taşlar da var. Üzerleri düzleşti rilmiş, ama zamanla gömülmüşler.” 148 Sessiz Sofra Leyla, çantasından küçük bir fırça çıkardı. Hemen eğildi, taşın üzerini nazikçe süpürmeye başladı. Rıza yanına geldi. “Saklı bir me zarlık olabilir. Toprak burada konuşmak istiyor.” Yavaş yavaş ortaya çıkan taşlar, eski bir Ermeni kadınlar mezar lığını işaret ediyordu. Her taşta kısa dualar, bazen sadece isimler, ba zen bir el izi vardı. Rıza, yılların yorgunluğunu taşıyan ses tonuyla konuştu: “Bu taşların altında yatanlar... belki de kendi ailemizin izleri. Be nim büyükannem, 1915’te Halep’e götürüldüğünde yanında bir kız çocuğu varmış. Küçük kız iz bırakmadan kaybolmuştu. Bazen... Ma riam’ın gözlerinde o çocuğun yansımasını görüyorum.” Mariam birkaç adım ötede taşlardan birine sarılmıştı. Gözleri ka palıydı. Sanki taşın ruhuyla konuşuyordu. Zepür, taşı okşarken fısıldadı: “Bir gün, torunlarımız da bu taşları okurken bizim izimizi sürecek. Biz sadece geçmişin değil, geleceğin de anlatıcılarıyız.” Yusuf’un cebinden Siranuş’un günlüğü düştü. Tam eğilip alacakken, günlüğün arasından küçük bir fotoğraf kaydı yere. Sararmış, kenarları yıpranmış karede genç bir kadın bir tarlada durmuştu. Arkasında, Yusuf’un daha önce görmediği bir not vardı: “Bu toprakta gömdüğüm her kelime, bir gün yankı bulacak. Beni arayanlar, beni sesimde değil; toprağın çığlığında bulacak.” Yusuf notu okurken elleri titredi. “Bu... sadece annemin değil. He pimizin geçmişi buraya gömülmüş.” Rauf hafifçe başını eğdi. “Ve artık biz, bu gömülü gerçeğin kazı cılarıyız.” ** Tam o sırada, uzaklardan yükselen bir motor sesi duyuldu. Ekip sessizleşti. Vadinin kenarında, toz bulutlarıyla birlikte yaklaşıp duran 149 Sessiz Sofra siyah bir cipten silahlı üç adam indi. Üzerlerinde üniforma yoktu ama gözlerinde iktidarın soğukluğu vardı. Leyla, hemen çantasını kapatıp Mariam’ı arkasına aldı. Yusuf ileri çıktı. En öndeki adam, çatık kaşlarla Yusuf’a seslendi: “Burada ne işiniz var? Bu bölge yasaklı. Kazı yapmak yasaktır.” Yusuf sakin ama net konuştu. “Kazı değil. Dua ettik. Atalarımızı andık.” Adamların lideri, bir an için etrafa baktı. Sonra gözleri nardesin çiçeğine ilişti. Toprağa yeni dikilmiş, narin ama dirençli. Küçük bir gülümsemeyle başını eğdi. “Dualar... bazen en büyük kazıdır.” Sürpriz şekilde aralarından çekildiler ve geldikleri gibi gittiler. Belki nardesin çiçeği, belki de bu toprağın eski ağırlığı onları sindir mişti. Gün biterken grup tekrar yürüyüşe hazırlandı. Ama bu kez sadece bedenleri değil, taşıdıkları hafıza da ağırlaşmıştı. Rauf sırt çantasını yüklenirken kendi kendine mırıldandı: “Yü rüdükçe taşırız geçmişi. Ama her adım, onun ağırlığını biraz daha anlamlı kılar.” Ve grup, bir mezarın başında dikilen nardesinin sessiz tanıklığın da, yola yeniden koyuldu. İç Hesaplaşmalar ve Gölgedeki̇ Gerçekle Nardesin çiçeği, akşamın serinliğinde hafifçe eğilmişti. Çiçek san ki konuşur gibiydi: “Her yaşam bir iz, her kayıp bir yankıdır.” Grup, taşın etrafından yavaşça uzaklaşırken kimse ilk sözü söylemeye ce saret edemedi. 150 Sessiz Sofra Zepür, başını öne eğmiş, Yusuf’un birkaç adım gerisinden yürü yordu. Gözleri kızarmıştı ama ağlamıyordu. Sessizliği, yalnızca içten içe bastırdığı bir sitemden kaynaklanıyordu. Nihayet, durdu ve Yu suf’a seslendi: “Sence biz gerçekten Siranuş’un izinden mi gidiyoruz… yoksa sadece kendi vicdanımızı temize çekmek için mi bu yoldayız?” Yusuf irkildi. O soruda, yalnızca bir düşünce değil; Zepür’ün ken disine ve geçmişine dair köklenen bir huzursuzluk vardı. “Bilmiyorum,” dedi Yusuf yavaşça. “Ama şunu biliyorum… eğer biz yürümezsek, bu toprak bir daha kimseye konuşmayacak.” Zepür gözlerini yere dikti. “Toprak hep konuşur Yusuf. Asıl mesele... dinleyen olup olmamamız.” Rauf, bu diyaloğu duyunca geride kalan Rıza’nın yanına geçti. Fısıldadı: “İşte bu yüzden korkuyorum. Bu yolculuk, bizi bir araya getirdi ama aynı hızla da birbirimizden uzaklaştırabilir.” Rıza hafifçe gülümsedi. “Rauf… senin içinde çok fazla geçmiş var. Ama bil ki insanlar geçmişiyle değil, onunla ne yaptığıyla tanınır.” Bu sırada Leyla, Mariam’a göz kulak olmaya çalışıyordu. Fakat Mariam, daha birkaç saat önce tanık olduğu askeri araç ve adamların bıraktığı gerilimi üzerinden atamamıştı. Annesinin kaybı, köyünün bombalanması, sonra buradaki taşların arasından yükselen kimlik kı rıntıları… “Bazen,” dedi Mariam usulca, “hiç kimse olmak istiyorum. Ne birinin kızı, ne bir halkın temsilcisi. Sadece... kaybolup gitmek isti yorum rüzgârla.” Leyla, dizlerinin üzerine çöktü, Mariam’ın göz hizasına indi. “Ama sen kaybolamazsın. Çünkü senin gözlerinde annenden kalan bir iz var. Sen, sadece kendin için değil... bizim için de yürüyorsun.” 151 Sessiz Sofra Yusuf, grup biraz ilerledikten sonra ansızın durdu. Gömleğinin cebinden Siranuş’un mektubunu çıkardı. Okudukça mektubun satır aralarına sinmiş suçluluk duygusu içini ezdi. Sanki her kelime, dede sinin suskunluğunu tokat gibi yüzüne vuruyordu. “Ben Kemal’in torunuyum... ama bu bana adaleti savunma hakkı verir mi, yoksa onu susturma sorumluluğu mu yükler?” diye düşündü. Rauf, yanına gelip elini Yusuf’un omzuna koydu. “Senin deden Siranuş’a ihanet etmiş olabilir... ama sen her adımda onu savunuyorsun. Bunu yapabilen bir torun, geçmişin kefaretidir.” Gece, vadinin üstüne çökerken karanlık sadece gökyüzünü de ğil, içlerindeki karmaşayı da örttü. Ama her biri, kendi yalnızlığı na rağmen diğerinin yanında yürümeye devam etti. Ve bu, sessizce büyüyen bir bağlılıktı. Aynı anda uzaklardan bir baykuş sesi yükseldi. Rıza, başını kal dırdı: “Geceye yol gösteren sesler vardır. Onlar, doğru zamanda doğru yola çeker insanı. Biz de onlardan biriyiz. Geceye karışsak bile... se simiz yankılanacak.” 10. SAHNE – KAYIP DEFTER, KAZANILAN GERÇEKLER Zepür, eski bir taş yapının içinde bulduğu kırık tahtanın altına eğil di. Parmakları bir bezle sarılmış eski bir deftere dokunduğunda gözleri doldu. Yusuf hemen yanına geldi. “Ne buldun?” “Bu... büyükannemin defteri olabilir. Sayfaları hala kokusunu ta şıyor,” dedi Zepür. Defterin ilk sayfasında şu yazıyordu: “Eğer bu satırları bir torunum okuyorsa, bil ki suskunluk bir suç değildir ama uzun süren suskunluk adaletsizliktir. Beni dinle.” Leyla yaklaştı. “Defterin sesi, bizim suskunluğumuzun yerini ala cak.” 152 Sessiz Sofra Rıza duvardaki taşlara dokunarak bir işaret aradı. “Burası bir zikir yeriydi. Belki dualar değil ama geçmişin çığlığı bu taşlara işlemiştir.” Rauf, gözleri dolu bir halde dışarı çıktı. Uzakta görünen eski bir kuyuya yürüdü. “Annemin son sözü burasıydı. ‘Bir gün kuyunun sesi sana geçmişi anlatır,’ demişti.” Kuyunun başında beklerken, birden rüzgâr döndü. Kuyunun için den yankılanan bir uğultu geldi. Yusuf, Zepür’e döndü. “Geçmiş bize susmuyor. Bize bakıyor.” 11. SAHNE – ANIT GÖLGESİNDE TANIKLAR VE TANI(K) LIKLAR Gün, turuncu ve kızıl tonlara bürünürken, gökyüzü dağların arka sında ağır ağır devriliyor, gölgeler yere düşerken göğüslerdeki sırlar da birer birer çözülmeye başlıyordu. Yusuf, Zepür, Leyla, Rauf, Rıza ve Mariam; taş döşeli bir patikadan yürüyerek yükselen bir tepeye doğru ilerliyordu. Tepenin tam ucunda, yosun tutmuş bir Ermeni haçı ile Arapça ve Türkçe yazıtların bir arada bulunduğu eski bir anıt yük seliyordu. Çatlamış mermerin üzerinde üç isim kazınmıştı: “Siranuş – Kemal – Bilinmeyenlerin Hatırasına.” Sessizlik içinde çevresine dizildiler. Mariam bir taşın üstüne çıkıp çantasından kırmızı bir kumaş çıkardı. El işçiliğiyle dikilmiş, anne sinden yadigâr bir ‘barış bağı’. Kumaşı haçın etrafına doladı. “Bu, tüm kaybolanlara,” dedi fısıltıyla. Rauf cebinden eski bir sigara kutusu çıkardı. İçinden, annesinin yıllar önce gizlice yazdığı bir notu ve küçük bir halhal parçası aldı. “Annem, annesinin bir Ermeni olduğunu son nefesinde söylemişti. Ama ben utandım. Şimdi utanmak değil, sahip çıkma zamanı,” dedi. Sesi titriyordu. Leyla, elindeki günlüğü havaya kaldırdı. “Bu yazılar, sadece geç mişin değil, bugünümüzün de aynası. Siranuş’un sesi bizde yaşıyor 153 Sessiz Sofra artık.” Ardından Yusuf’a döndü. “Seninle başladık bu yola, Yusuf. Şimdi bir karar ver. Bu anıtın gölgesinde ne bırakıyoruz?” Yusuf, elini ceketinin iç cebine uzattı. Siranuş’un Halep’ten yaz dığı son mektubu çıkardı. Önce gözleriyle mektubu süzdü, sonra yük sek sesle okumaya başladı: “Eğer biri beni bulursa, bizim adımıza dikilecek bir çınar isterim. Yalnızca sevda için değil, adalet için kök salsın.” Mektubu haçın kaidesine yerleştirdi. “İşte o çınar şimdi burada büyüyor,” dedi. Rıza bir adım öne çıktı. “Ben, kardeşimi sınırda kaybettim. Ama burada kazandığım kardeşliğe minnettarım.” Gözleri doluydu. “Top rak, ancak üzerine dökülen gözyaşıyla yeşerir.” Bu sırada tepenin eteklerinden birkaç kişi yaklaştı. Genç bir adam ve yanında yaşlı bir kadın. Yaşlı kadın bastonuna dayanarak zorla yü rüyordu. Yusuf başını kaldırdı, bir anda tanıdı. “Elmas Nine?!” Kadın gözlerini kısıp baktı. “Sen... Osman’ın torunusun. Ben onun komşusuydum. Her şeyi biliyorum evlat.” Oturduğu taşın üstünde sırtını dikleştirdi. “1915’te Siranuş’u bir gece samanlıkta sakladık. Ama Osman, ertesi gün jandarmaya haber verdi. Ama sonra... onun da vicdanı kanadı. Sana anlatmadıkları mek tuplar var. Dedenin son yazdıkları.” Rauf bir anda irkildi. “Ne? Osman Ağa... pişman mı olmuş?” Elmas Nine çantasından sararmış birkaç sayfa çıkardı. “Bunlar, bana yıllar önce teslim ettiği mektuplar. ‘Bir gün hak yerini bulursa, bu satırları okut,’ dedi.” Leyla mektuplardan birini açıp okudu: “Ben Osman. Toprağımı kurtarmak için bir canı feda ettim. Ama ne toprak kaldı elimde ne huzur. Siranuş’un sesi rüyalarımdan çık madı. Eğer bir gün torunum bu mektubu okursa, bilsin: Asıl kayıp, vicdanla yaşanan hayattır.” 154 Sessiz Sofra Zepür gözyaşlarını tutamadı. Yusuf’a sarıldı. “O çınar artık sensin.” Güneş tam tepeye ulaştığında, anıtın gölgesi Yusuf’un ayaklarına düşmüştü. Herkes tek tek öne çıkıp ellerindeki sembolik eşyaları ha çın kaidesine bıraktı: bir çiçek, bir halhal, bir kalem, bir günce... Her biri geçmişten gelen bir hesap, geleceğe bırakılan bir umut gibiydi. Ve o anda, rüzgârla birlikte uzaklardan gelen bir ezan sesiyle ki lise çanı aynı anda çaldı. Zıtların değil, yankıların buluştuğu o ânın kutsallığında, Yusuf konuştu: “Bu artık bizim anıtımız değil. Bu, geçmişle yüzleşebilen herke sin anıtı.” Ve o gün, tarihle, toprakla, insanlıkla bir barış daha sağlandı. 12. Sahne – Toprağa Yürüyüş / Köklerin Dikildiği Gün Sabahın ilk ışıkları, dağların eteklerinden süzülerek yolun kıyısın daki taşlara vurduğunda, Yusuf çantasını omzuna astı. Geceden kalan anıtın sessizliği hâlâ zihinlerinde yankılanıyordu. Zepür, Rauf, Leyla, Rıza ve Mariam ile birlikte bir kez daha yürümeye koyuldular. Fakat bu defa ayaklarının altındaki toprak daha yumuşaktı. Her biri sanki bir yükten kurtulmuş gibiydi. Ama içten içe, yeni bir sorumluluğun da farkındaydılar: Siranuş’un toprağına tohumu dikmek. Yol boyunca konuşmalar azdı. Yusuf’un cebinde, kurumuş narde sin çiçeği, annesinden kalan broşla yan yana duruyordu. Zepür bir ara durdu, Leyla’ya döndü: “Bu tohumlar, sadece bitki değil. Bizim hikâyemiz. Ektiğimizde yalnızca çiçek değil, hafıza da büyüyecek.” Rıza, yürürken çevredeki dağları ve rüzgârın yönünü inceliyordu. “En uygun yer kuzeydoğudaki düzlük. Toprak derin, suya yakın. Ama orası... eski bir maden sahasıydı.” 155 Sessiz Sofra Rauf kaşlarını çattı. “Orada kimse kalmadı mı?” “İşte mesele bu,” dedi Rıza. “Orada sadece toprak değil, terk edil miş öyküler var. İnsanların kaçmak zorunda kaldığı, gömülü belge lerin olduğu bir yer. Kazarsak, sadece tohum değil, gerçeği de çıka rırız.” Bu sırada Mariam cebinden, kendi halkının sürgün yıllarına ait küçük bir taş çıkardı. Üzerine Ermenice bir kelime oyulmuştu: “Ver çin” — Sonuncu. “Bu taşı dikeceğimiz yere bırakmak istiyorum,” dedi. “Sonuncu acının orada bitmesini diliyorum.” Yusuf başını salladı. “O zaman oraya gideceğiz. Ve sadece ekip değil, anılar da bizimle gelecek.” Ancak bu sırada, eski bir cipin toz kaldırarak yaklaştığı görüldü. Araçtan inen adam koyu kıyafetli, sert yüzlüydü. Yanında iki kişi daha vardı. Rıza adamı tanır tanımaz öne çıktı. “Bu, Mahir... eski maden sahasını yıllardır elinde tutan toprak ağası. Zamanında köyü terk edenleri tehdit etmişti.” Mahir, tütün lekeli sesiyle konuştu: “Bu topraklar benim. Ne to hum dikeceksiniz, ne taş bırakacaksınız. Geçmişin acısıyla geleceği kuramazsınız!” Zepür öne çıktı, boncuğu göğsünde ışıldıyordu. “Geçmişi unuta rak hiçbir gelecek inşa edilemez. Bu toprak, acının da hakkını isti yor.” Gerilim yükselirken, Rauf sessizce Yusuf’a yaklaştı. “Barışla çö zemezsek... başka yollar arayacaklar. Ama biz bu çukuru silahlarla değil, tohumla kazanacağız.” Yusuf derin bir nefes aldı. “Öyleyse direnişimizi büyüterek yapa rız. Gölgeyi değil, kökü büyütürüz.” Ve o gece, ekip maden sahasına sessizce ulaştı. Rıza, eski toprak 156 Sessiz Sofra haritalarına bakarak en verimli alanı işaret etti. Mariam, taşı toprağa yerleştirdi. Zepür elindeki tohumu açtı. Yusuf, dualarla birlikte topra ğı ekti. Leyla ve Rauf, fenerlerle alanı aydınlattı. Toprak sanki ilk kez bir acıyı değil, bir umudu içine alıyordu. Cipten inen Mahir, tozların arasından yürüyerek grubun karşısına dikildi. Siyah montunun cebinden eski bir tespih çıkardı, parmakla rında döndürürken gözlerini Yusuf’a dikti. Mahir: “Buralar, yıllardır benim korumamda. Devlet çekildi, halk kaçtı. Sizi kim gönderdi? Kimi temsilen geldiniz?” Rauf, gözlerini kısmış, ellerini yumruk yapmıştı. Fakat Yusuf ara ya girdi. Yusuf (sakin ama kararlı): “Kimse adına değil. Vicdanımız adına buradayız. Bu topraklarda sürülenlerin sesini, bu defa gömmeye de ğil, diriltmeye geldik.” Mahir alayla güldü. “Diriltmek mi? Burada sadece taş var, çürü müş anılar var. Siz şehirden gelmiş romantiklersiniz!” Rıza (ileriye adım atarak): “Ben bu toprakların çocuğuyum. Ba bam bu madenin taşlarını taşıdı, ama asla sahibine ait olmadı. Siz, boşalan köylerin üzerine korku diktiniz. Biz umut dikmeye geldik.” Mahir (sertleşerek): “Bakın... Benim babam, bu madenin başın dayken burası ayaktaydı. O zaman da ‘barış’ dediler, geldiler. Ama topraklarını geri isteyenler yüzünden biz de can verdik. Siranuş mu? Kemal mi? Onların bedelini biz ödedik!” Zepür (öfkeyle): “Siz bedel ödemediniz. Siz, başkalarının bedeli üzerine servet kurdunuz! Bizim köklerimizi sattınız!” Gerginlik büyürken Mahir’in yanında duran adamlardan biri başı nı eğdi. 60’larında, elleri nasırlı, yüzü kırış kırıştı. Derin bir iç çekişin ardından konuştu: 157 Sessiz Sofra Yaşlı Adam: “Ben Mahir’in amcasıyım. Babam da bu madende çalıştı. Ama… bir şey söylemeliyim.” Mahir döndü, “Ne diyorsun sen, Hakkı?” Hakkı: “Anlatmam gereken bir şey var.” Cebinden sararmış bir kâğıt çıkardı. “Bu, büyükbabamın hatırası. O zamanlar Siranuş’un kaçışı sırasında, bizim evde saklanmış birkaç gece. Sonra Osman Ağa’nın jandarmaya haber verdiğini söyledi. Ama biz... biz yardım edemedik. Korktuk.” Yusuf kâğıdı eline aldı. Eski, kurşun kalemle yazılmış satırlar: “Eğer bu satırlar bir gün okunursa, bilin ki sessiz kalanlar da suç ortağıdır. Siranuş’u taşıyamadık. Şimdi torunlarımız barışı taşısın.” Mahir (sessiz, şaşkın): “Bu... bu bizim dedenin yazısı mı?” Hakkı başını salladı. “Sen yıllardır bu toprakları savunuyorsun ama aslında hep ondan saklandın.” Mahir yere çömeldi, elleri toprağa dokundu. “Ben... ben sadece kaybetmemek için direndim.” Leyla (yumuşak bir sesle): “Artık kaybetmeyeceğin şey, vicdanın dır. Bu toprağa tohum ekerken hepimizin kökü birleşecek.” O an çevreden başka figürler belirdi. Yaşlı kadınlar, çocuklar, göz leri merakla parlayan gençler. Köyden ayrılmayanlar ve yakın çevre de yaşayanlar… Toprakla yüzleşmek isteyen sessiz tanıklar. Mariam: “Biz bu tohumları hep beraber ekeceğiz. Bu artık sadece bizim değil, herkesin hatırası.” Zepür, Mariam’ın elinden taşı aldı, toprağa yerleştirdi. Yusuf ce binden nardesini çıkardı ve Rauf’la birlikte ilk çukuru kazdı. Rıza ise madenin eski taşlarını sökerek bir anı duvarı örmeye başladı. Her taş, bir ismin hatırasını taşıyacaktı. Mahir (ayağa kalkarak): “Eğer siz bu işi ciddiye alıyorsanız... ben de engel olmayacağım. Ama bir şartla... Buraya dikilecek her şeyde bizim de geçmişimiz yer alacak.” 158 Sessiz Sofra Yusuf: “Barış, sadece bir tarafın sesiyle kurulmaz. Bu toprak, her hikâyeyi taşırsa anlamlı olur.” Ve o gün, sadece tohumlar değil, yüzyıllık sırlar da toprağa karıştı. Gözyaşları, ter, utanç ve umut aynı kökten sulandı. Hafıza Duvarı ve Rauf’un Yarası Kalabalık, barış töreninin ağırlığı altında yavaşça susarken, taş ların arasında güçlükle yürüyen yaşlı bir kadın, bastonuna tutunarak öne çıktı. Üzerinde solgun işlemeli bir önlük, gözlerinde yılların yü küyle süzülmüş bir bilgelik vardı. Kadın: “Ben Şemsê. Zamanında bu köyde doğum yaptırdım, me zar kazdırdım. Siranuş’un bağırışını duyanlardan biriyim. O gece sa manlıkta doğurmaya çalışıyordu. Ama çok geç kalınmıştı. Çocuğu yaşamadı.” Zepür’ün gözleri irileşti. “Siranuş’un... bir bebeği mi olmuş?” Şemsê başını eğdi. “Bunu kimse bilmez. Ertesi gün, sessizce top rağa verdik. Ama ağacı hiç çıkmadı. Belki şimdi çıkar…” Rauf yana eğildi, derin bir nefes aldı. “Annemin anlattığı bazı şey ler vardı. Ama sustu hep. Çocukken sorduğumda ‘Bir gün toprağın anlattığını ben söyleyemem’ derdi.” Leyla: “Toprak şimdi konuşuyor, Rauf.” Rauf cebinden eski bir fotoğraf çıkardı. Kadrajda genç bir kadın, başında beyaz bir tülbent ve kucağında bir çocuk. “Annem bu fotoğ rafı hep sakladı. Arkasında sadece şu yazıyordu: ‘Yaslı Güller, Gizli Kökler…’” Şemsê öne uzandı. “O çocuk sensin. Annenin annesi... bir Erme ni’ydi.” Sessizlik, adeta bir kaya gibi herkesin üzerine çöktü. Rauf dizlerinin üzerine çöktü, ellerini toprağa gömdü. “Demek ki biz hep buradaymışız.” 159 Sessiz Sofra Yusuf (yumuşakça): “Kök salan yalnızca tohum değil, hatıradır da.” O sırada, çocuklardan biri — Mahir’in küçük kuzeni — elinde bir çekiçle geldi. Çocuk: “Bu taşları düzgün yerleştirirsek yazı da kazırız değil mi?” Rıza (gülerek): “Elbette. Gel, birlikte başlıyoruz.” Taşlardan bir duvar örülmeye başlandı. Her gelen, geçmişinden bir eşya, bir hikâye ya da sadece bir isim bıraktı. Bir kadın, büyükannesi nin gümüş iğnesini; bir çocuk, evlerinin önünden kopardığı incir yap rağını; bir genç, dayısının paslı kol düğmesini yerleştirdi. Zepür: “Bu artık bizim duvarımız. Korkunun değil, yüzleşmenin duvarı.” Duvarın ortasına, vitray camla işlenmiş bir cümle yerleştirildi: “Bizi ayıranlar sessizlikti. Şimdi bizi birleştiren, hatıralar.” Törenin sonunda Yusuf, eline kazmayı aldı. Siranuş’un armağan ettiği nardesin tohumu, tam anıtın önüne dikildi. Toprağı birlikte ört tüler. Mahir: “Bu toprakta artık bizim hikâyemiz de var. Sadece bizim sandıklarımız değil.” Rauf, gözleri yaşlı, Yusuf’a döndü. “Annem görseydi... ama belki de şimdi görüyordur.” Zepür: “Artık hiçbir anne, köksüz bir çocuk doğurmasın diye di kiyoruz bu ağacı.” Ve o an, rüzgârda çan sesi yine duyuldu. Kimse çalmamıştı. Rüz gârın taşıdığı yankıydı belki. Ama herkesin kalbine dokundu. 13. Dara Taşında Yüzleşme Taş anıt gözlerinde büyür birden yoldaşların. Artık üstünde diller karışmıştır: Türkçe, Ermenice, Arapça... Sessizce birleşen dualar. 160 Sessiz Sofra Yusuf, Zepür, Rauf, Leyla ve Rıza ciplerine geri dönerken Ma riam, bir süre daha anıta bakar. Elinde günlüğü, rüzgârın çevirdiği sayfalardan biri açılır. Siranuş’un defterinden bir not: “Beni gömenler susturamadı. Çünkü gövdem değil, gölgem ko nuştu.” Mariam o sayfayı yırtmaz, katlayıp cebine koyar. Yusuf motora kontağı çevirirken, arka planda Mariam’ın sesi: Mariam (iç ses): “Bitti sanılan şeyler, aslında yeni bir yolun başlangı cıdır. Şimdi bir başka istikamet: Mezopotamya’nın kalbi…” Mezopotamya’nın yorgun rüzgârı, Dara Antik Kenti’nin taş du varları arasından geçerek geçmişin yankılarını bugüne taşıyordu. Yu suf, Zepür, Leyla, Rauf ve Rıza, gün doğumuyla birlikte yola koyul muş, Güneydoğu’nun bu kadim toprağına ulaşmışlardı. Bu kez onlara eşlik eden başka bir sessizlik vardı: Yüzleşme sessizliği. Antik kentin taş basamaklarında ilerlediklerinde, her adımda top rağın altından fısıldayan tarihle karşılaştılar. M.Ö. Roma askerlerinin ayak izleriyle, 1915’te darağacına sürülen hayatların gölgeleri üst üste binmiş gibiydi. Göz alabildiğine uzanan taş kemerlerin altından geçerken, Yusuf başını kaldırdı ve “Zaman burada taş olmuş,” dedi usulca. Zepür’ün eli Yusuf’un koluna hafifçe dokundu. “Ve biz o taşta yankılanan hikâyeyiz artık.” Rauf gözlerini uzaklara dikti. “Burada her şey susmuş gibi ama aslında hepsi konuşuyor. Duyabiliyor musunuz? Toprağın altından gelen fısıltıyı?” Rıza, toprak bir duvarın dibine oturdu. Yanında taşıdığı eski hari talardan birini çıkardı. “Bu topraklar hep birilerine mezar, birilerine sır olmuş. Ama şimdi, geçmişi sadece hatırlamak değil, ondan bir yol yapmak için buradayız.” 161 Sessiz Sofra O sırada, antik kentin batı ucundaki çökük mahzenlerden biri ön lerinde belirdi. Mahzenin taş kapısı yıllardır açılmamış gibi görünü yordu. Ancak üstüne kazınmış simgeler Yusuf’un dikkatini çekti: bir nar, bir hilal ve bir haç... Leyla öne çıktı. “Burası bir zamanlar sığınakmış. Sadece Ermeni ler değil, Süryaniler, Kürtler, Araplar da burada saklanmış. Yani hepi miz... aynı taşa tutunduk bir zaman.” Zepür duvara yaslanıp gözlerini kapattı. “Ve şimdi biz, o taşın göl gesinde hakikati arıyoruz.” Mariam hafifçe öne eğildi. “Töreni burada yapabiliriz. Geçmişin göbeğinde. Tanıklarla.” Yusuf, mahzenin girişine adım attı. İçerisi serin ve nemliydi. Küf kokusu, yüzyılların ağırlığı gibi üzerine çöktü. Bir köşede, kırık taşlar arasında bir tomar kumaş dikkatini çekti. Eğilip açtığında, içinden solmuş bir mektup düştü. Üzerinde sadece tek bir kelime yazılıydı: “Bağışla.” Sahnenin bu noktası Yusuf’u derinden sarstı. Geçmişin yalnızca suçla değil, pişmanlık ve bağışlamayla da örülebileceğini hissetti. Bu duyguyla geri döndü ve gözleri ekip arkadaşlarının gözlerinde durdu. “Burada bir tören yapalım,” dedi. “Bu taşın altında yatan herkes için. Bu defa unutmak için değil, hatırlamak için.” Zepür başını salladı. “Ve bağışlayabilmek için.” 14. Sahne – Mezopotamya’nın Kalbinde Yolculuk Gökyüzü yavaş yavaş geceye teslim olurken, grup Mezopotam ya’nın kadim topraklarına doğru ilerliyordu. Geniş ovalar, antik kent lerin kalıntıları ve nehirlerin kıvrımları arasında yükselen tarih, adeta soluklarını hissettiriyordu. Yusuf, Zepür, Leyla, Rauf, Rıza ve Mari am’ın yanında bu yolculuğa katılan yeni dostlar da vardı; kimi tarihçi, kimi arkeolog, kimi ise o toprakların diliyle konuşan yaşlı bir köylü. 162 Sessiz Sofra Yol boyunca, her adımda toprakla, geçmişle ve birbirleriyle bağla rı derinleşiyordu. Kimi zaman sıcak güneşin altında susuzlukla, kimi zaman gecenin soğuğuyla mücadele ederken; içlerinde dayanışma, umut ve bazen de korku yeşeriyordu. Grup, eski bir kervansarayın kalıntılarına ulaştığında, Yusuf göz lerini ufka dikti: “Burası, atalarımızın yüzlerce yıl önce yollarını birleştirdiği yer. Burada, aynı toprakların çocukları olarak, yeni bir başlangıç yazaca ğız.” Leyla, hafifçe tebessüm ederek, “Her zorlukta bir araya gelmek, geçmişin yaralarını sarmak için ilk adımdır,” dedi. Rauf, elindeki haritaya baktı, “Ama yol uzun, engeller çok. Bu topraklar sadece tarih değil, aynı zamanda sınavlarla dolu.” O anda, uzaktan gelen atlı bir grup göründü. Yaklaştıkça yüzleri tanıdık oldu; bölgenin yerel rehberleri ve koruyucuları, eski bilgileri ve sırları taşıyan kişilerdi. Rıza, onlara doğru yürürken, “Bu toprakların gerçek sahipleriyle buluşmak için geldik,” dedi. Gece kampında, ateşin etrafında toplanan grup, geçmişten gelen hi kayeler, efsaneler ve acılarla birbirine daha sıkı bağlandı. Aralarındaki sohbetler, kişisel itiraflarla, geçmişin yükleriyle yüzleşmelerle doldu. Mariam, gözlerini ateşe dikerken fısıldadı, “Belki de en büyük cesaret, geçmişle barışmaktır.” Ve böylece, Mezopotamya’nın kalbinde başlayan bu yolculuk, her birinin ruhunda yeni kapılar aralıyordu. Akşamın son ışıkları Mezopotamya’nın uçsuz bucaksız toprak larını altın ve kızıla boyarken, grup eski kervansarayın kalıntıları önünde durdu. Taş döşemeler, yıkık kemerler, tarih boyunca yüzyıllar süren yolculukların sessiz tanıklarıydı. 163 Sessiz Sofra Yusuf Yusuf, derin nefes aldı. Burnuna eski toprakların kokusu dolar ken, çocukluğunda dedesinden dinlediği masallar aklına geldi. Os man Ağa’nın köydeki karanlık sırrı, Siranuş’un saklandığı samanlık, yıllardır bastırdığı suçluluk duygusu… “Bu yolculuk sadece toprak için değil, içimdeki huzursuzluğu, ataların yükünü de taşımak için. Siranuş’un sesi, torun olarak benim sırtımda ağır bir yük.” Leyla Leyla, kamp ateşinin kıvılcımlarına bakarken, çocukluğunda an nesinin evde okuduğu Ermeni destanlarını hatırladı. “Bizi bölen sı nırlar, aslında yüreklerimizdeydi,” demişti annesi. “Bir araya gelmek kolay değil, geçmişin acısı derin. Ama Siranuş’un cesareti, benim de cesaretim olmalı.” Rauf Rauf, haritada işaret ettiği eski köyün hikayesini hatırladı. Annesi nin anlattığı o geceyi; babasının savaştan dönerken yorgun, gözlerin de korku; annesinin sessizce gözyaşı dökmesi... “Toprağın kanla su landığı anılarla büyüdüm. Ama şimdi burada, yeni bir hayat yazmak zorundayım. Korku değil, umutla.” Mariam Mariam ateşe baktı, sessizce düşündü. Gözlerindeki derin hüzün, kaybedilenleri anlatıyordu. Kendi geçmişinde yaşadığı göçler, yiti rilen aile bağları... “Bizim hikayemiz, sadece bu toprakların değil, tüm kayıpların hikayesi. Birlikte iyileşebiliriz, ama önce birbirimizi dinlemeliyiz.” 164 Sessiz Sofra Rıza O sırada, kampın kenarında beliren yaşlı adamın bakışları Yu suf’un dikkatini çekti. “Seninle konuşmam gerek,” dedi adam. “Rıza, geçmişin sırlarını taşıyor,” diye düşündü Yusuf. Yaşlı adamın anlattığı, Rıza’nın gençlik yıllarında tanıdığı bir dostunun hikayesiydi. “Bu topraklar kolay teslim olmaz, ama insa nın yüreği kadar direnir,” dedi adam. Rıza gözlerini kapattı, geçmişte kaybettiği kardeşini düşündü. O kardeşin anısı, bugünlere kadar onu ayakta tutan gizli bir güçtü. Yaşlı köylüler, atalarının efsanelerini anlattıkça, grubun arasın daki bağ güçlendi. Her hikâye, bir başka yaranın iyileşmesi için bir adım oldu. Yusuf’un Konuşması: “Bu topraklar bizden çok şey aldı, ama biz de onlara bir şey ver meliyiz: Barış, umut ve hatıra,” dedi. Grup, ateşin etrafında bir halka ya dönüşürken, her birinin gözünde kararlılık parıldıyordu. Yeni Bir Dönemin Eşiğinde Gece çökmeye başlarken, grup kamp ateşi etrafında bir araya gel di. Tarihin yükü omuzlarında, içlerinde tarifsiz bir umutla. Her birinin gözlerinde geçmişin acısı ve geleceğin sorumluluğu vardı. Yusuf, sessizce gökyüzüne baktı, yıldızlar gibi karanlıkta parlayan hayalleri düşündü. “Bu yolculuk sadece toprak için değil,” dedi kendi kendine, “kaybolanları anmak, unutulmayanları yaşatmak için.” Leyla, yanına eğildi: “Birlikte, geçmişle barışacağız. Kardeşlik bu topraklarda yeniden filizlenecek.” Rauf ve Mariam, birbirlerine baktılar; yılların getirdiği sessiz güç le, hayatlarının anlamını yeniden bulmuşlardı. 165 Sessiz Sofra Rıza, derin bir nefes aldı; gözleri dolarken şöyle dedi: “Bu yolcu luk bizi daha da birleştirdi. Artık hiçbirimiz tek değiliz.” Gece, mezopotamya rüzgârının hafif esintisiyle sarılırken, grup yeni bir günü ve yeni bir sayfayı bekliyordu. Bu topraklarda yazıla cak daha çok hikâye, anlatılacak daha çok gerçek vardı. Ertesi sabah, doğunun sıcak güneşiyle birlikte grup, Mezopotam ya’nın kalbine, Dara Taşı’nın gölgesine doğru yola çıktı. Burada, geçmişle yüzleşmelerin ve yeni başlangıçların hikâyesi onları bek liyordu. 15. Sahne – Dinlenen Toprak, Büyüyen Gerçek Gecenin serinliğinde kamp ateşi sönmek üzereydi. Herkes sus muş, sadece çıtırdayan kıvılcımlar konuşuyordu. Zepür, Rauf’un ya nına oturdu. “Bugün olanlar... hâlâ kalbimde bir sızı.” Rauf başını salladı. “Ben hâlâ annemin bana söyleyemediklerini duyuyorum. Şimdi anlam buluyorlar.” Rıza, kampın kenarından bir avuç toprak alıp ateşe doğru yürüdü. “Bu toprak, bizim kanımızla değil, cesaretimizle yeşerecek.” Leyla başını ateşe çevirdi. “Ve sessizliğimizle değil, anlatabildi ğimiz hikâyelerle.” O anda Mahir ortaya çıktı. Yüzünde yorgunluk, gözlerinde yılla rın yükü vardı. “Ben, hatalarımın peşinden geldim,” dedi. Yusuf ayağa kalktı. “Geçmişle yüzleşmek cesaret ister. Hoş gel din.” Mahir gözlerini Zepür’e dikti. “Bir zamanlar sustum. Şimdi ko nuşmaya geldim. Eğer izin verirseniz, anlatacaklarım var.” Gece, bir kez daha derinleşti. Ama bu kez sessizlik, artık bir korku değil; beklenen bir tanıklığın ön sözüydü. 166 Sessiz Sofra 16. Sahne – Dara Taşı’nın Gölgesinde Yeni Yolculuk Güneş, Mezopotamya’nın kavurucu sıcaklığı altında ufuktan yükselirken, Yusuf, Zepür, Leyla, Rauf ve Rıza ağır adımlarla Dara Taşı’na doğru ilerliyordu. Karanlık ve derin yarıklar, tarih boyunca yaşanmış acıların sessiz tanıkları gibi çevrelerini sarmıştı. Dara Taşı, sadece bir kaya değil; binlerce yılın sırlarını taşıyan, unutulmuş medeniyetlerin, savaşların ve barışların tanığıydı. Taşın üzerinde hala silikleşmiş kabartmalar, eski dillerin izlerini taşıyor, orada yaşayan halkların kadim hikâyelerini fısıldıyordu. Yusuf’un içinden derin bir hüzün yükseliyordu. Her adımda, de desinin ve Siranuş’un gölgesi daha da ağırlaşıyor, toprağın bağrında saklanan gerçekler ona haykırıyordu. Yanındaki Zepür, omzuna hafif çe dokunmuştu. “Biz buradayız, Yusuf. Geçmişin yüküyle değil, geleceğin umu duyla.” Rauf ve Leyla, taşın etrafını dikkatle incelerken, Rıza sessizce eski haritalara ve belgelerine göz atıyordu. Rıza’nın gözlerinde, hem bilgeliğin hem de geçmişin acılarını taşıyan derin bir ifade vardı. O sırada, uzaklardan bir ses duyuldu; yorgun ama kararlı bir adam yaklaşıyordu. Mahir, Dara Taşı’na gelmiş, yeni sırların ve eski hesap ların başlangıcında, kaderin içinde yerini almaya hazırdı. Dara Taşı’nın Gölgesinde Yeni Yolculuk Mezopotamya’nın kavurucu güneşi, Dara Taşı’nın üzerinde sert gölgeler bırakıyordu. Taşın kabartmalarındaki eski figürler, yüzyıllar dır sessizce hikâyelerini anlatıyordu adeta. Yusuf, ağır adımlarla iler lerken, her taşın altındaki sırlar gibi kendi içinde bir savaş veriyordu. “Burası sadece tarih değil, atalarımızın acısı... O acıların izini sürmek kolay değil,” diye düşündü Yusuf. O andan itibaren içinde büyüyen sorumluluk, sadece geçmişin yükü değil, geleceğin umudu da olmuştu. Yanında duran Zepür’ün sessizliği, onun bu yükü paylaş maya hazır olduğunu hissettiriyordu. 167 Sessiz Sofra Zepür, Yusuf’a hafifçe dokundu ve gözlerinde hem korku hem de kararlılık vardı. “Yusuf, ne olursa olsun, birlikteyiz. Bu toprakların bizden sakladığı her gerçeği ortaya çıkaracağız.” Onun bu sözleri, Yusuf’un içine serin bir su gibi işledi. Leyla ve Rauf, biraz ileride Dara Taşı’nın kabartmalarını inceler ken, aralarındaki konuşma sessiz ama anlamlıydı. “Rauf, burası sadece taş değil. Binlerce hayat, umut, kayıp... Her bir çizgi bir hikaye anlatıyor,” dedi Leyla. Rauf, “Evet Leyla, ve biz o hikayelerin tanıklarıyız artık. Bu yükü hafifletmek için birbirimize ihtiyacımız var,” diye yanıtladı. Rıza ise elindeki eski haritalara bakarken, geçmişin bilgeliği ve bugünün gerçekleri arasında bir köprü kurmaya çalışıyordu. O, top rakla kurduğu derin bağ sayesinde ekibin manevi destek noktasıydı. İşte o sırada, yorgun ama kararlı bir figür ortaya çıktı; Mahir. Yusuf, Mahir’i gördüğünde kalbinde tuhaf bir sarsıntı hissetti. Mahir, geçmişin sırlarını bilen, ancak yıllardır uzak durmuş biriydi. Onun varlığı, ekibin dinamiklerinde dengeleri değiştirecek yeni bir sayfa açtı. Mahir yaklaşırken, gözlerindeki kararlılık ile geçmişte yaşanmış kırgınlıklar bir arada okunuyordu. Mahir içinden geçiriyordu: “Bunca zaman kendimden kaçtım. Ama gerçeklerle yüzleşmeden huzur bulamam.” Ekibin yanına gel diğinde, sessiz bir selamla onları selamladı. Rauf, Mahir’in gelişiyle hafifçe gerildi. Aralarında geçmişten ka lan çözülmemiş bir mesele vardı. “Hoş geldin Mahir. Bu yolculukta şimdiye kadar eksik olan bir parçasın,” dedi Yusuf, dostane ama tedbirli. Leyla gözleriyle Mahir’i tartarken, “Artık kaçış yok. Her şey orta ya çıkacak,” diye fısıldadı kendi kendine. 168 Sessiz Sofra Böylece Dara Taşı’nın gölgesinde, yalnızca geçmişle değil, iç lerindeki korku, umut ve hesaplaşmalarla da yüzleşecekleri yeni bir yolculuk başlamıştı. Mezopotamya’nın kavurucu sıcağı Güneş, Mezopotamya’nın kavurucu sıcağında artık daha da yük selmişti. Dara Taşı’nın üzerindeki kabartmalar, tarih kadar ağır bir sessizliğe bürünmüştü. Yusuf, taşın üzerinde duran eski yazıtları iz lerken, gözleri istemsizce uzaklara dalıyordu. “Baba, neden bu kadar çok acı vardı? Neden herkes kayboldu? Neden herkes sustu?” diye düşündü Yusuf. İçinde bir fırtına kopu yordu, geçmişin gölgeleriyle şimdi arasında sıkışmıştı. O an aniden çocukluğuna döndü; babasının anlattığı yarım kalmış hikayeler, de desinin suskun bakışları... Hepsi zihninde film şeridi gibi akıyordu. Zepür yanına yaklaştı, sessizliği bozan onun yumuşak sesi oldu: “Yusuf, içindeki o sızı... Biliyorum. Ben de taşıyorum aynı yükü. Ama berabersek, bu yük hafifler.” Yusuf başını hafifçe salladı, gözle rinde minnet ve acının iç içe geçtiği bir ifade vardı. O sırada Leyla ve Rauf, taşın gölgesinde konuşuyordu. Leyla, el lerinde tuttuğu eski bir fotoğraf albümüne bakarken içinden sessizce söyleniyordu: “Annemin gözlerindeki o hüzün, bu toprakların kana yan yarası. Bize bırakılan yük, sadece toprak değil, insanlık da.” Rauf ise alnındaki teri silerken, Leyla’ya dönüp dedi ki: “Bu yol culuk sadece geçmişle yüzleşmek değil, kendimizi bulmak. Anlatıl mamış hikayeleri gün yüzüne çıkaracağız. Ama biliyorum, bu kolay olmayacak.” Leyla hafifçe gülümsedi: “Zorluklar bizi korkutmamalı. Çünkü sonunda hakikat var.” O sırada, Rıza elindeki eski haritayı masaya koydu ve ekibe ba karak ağır ağır konuşmaya başladı: “Bu harita sadece yolları değil, kaybedilen hayatları da gösteriyor. Dedem bana anlatırdı… Bu top raklarda yaşanan acılar, unutulmaya yüz tutmuş sırlar... Onları hatır 169 Sessiz Sofra lamak ve anlatmak bizim görevimiz.” Rauf kaşlarını çattı: “Peki ya dedelerin bize bıraktığı bu sırlar arasında kendimize yer var mı? Ya ailemizden öğrendiğimiz gerçekler bizi paramparça ederse?” Rıza derin bir nefes aldı, gözleri uzakta bir noktaya takılı kaldı. “Geçmişi unutmamalıyız ama geçmişin esiri de olmamalıyız. Burada, bu taşların gölgesinde bir adım daha atacağız. Hem birbirimize hem de kendimize karşı dürüst olmalıyız.” Mahir bu sırada sessizce yaklaştı, sesi hafif ama etkileyiciydi: “Bunca yıl kaçtım. Hem kendimden hem de bu toprakların acısından. Ama artık kaçış yok. Bugün burada, bu gölgelerin altında, gerçeklerle yüzleşeceğiz.” Rauf ona döndü, sert bir ifadeyle: “Mahir, kaçtığını biliyorum. Ama bu yolculukta herkesin hesaplaşması var. Korkuları mızla, pişmanlıklarımızla. Biz de seni bekliyoruz.” Mahir gözlerini kaçırdı, içten bir sesle fısıldadı: “Biliyorum... Ve hazır olmaya çalışıyorum.” Yusuf, etrafına bakarak sessizliği bozdu: “Bizim birliğimiz, bu yolculuğun en büyük gücü olacak. Her birimiz bu toprakların ve geç mişimizin bir parçasıyız. Korku, öfke, sevgi, pişmanlık... Hepsi bizi biz yapan duygular.” Zepür hafifçe gülümseyerek ekledi: “Ve bu duyguları paylaşarak büyüyeceğiz. Biliyorum ki sonunda birlikte ayağa kalkacağız.” Yusuf, gözlerini Dara Taşı’ndan ayırmadan, derin bir nefes aldı ve içinden söyleniyordu: “İşte şimdi başlıyor gerçek yolculuk. Hem tarihin hem de kalbimin derinliklerine...” Kalbin Derinliklerinde Yüzleşme Yusuf’un gözleri Dara Taşı’nın üzerindeki kabartmalarda gezini yordu, ama zihni çok daha derinlere inmişti. Aklında Rauf’un annesi, Zeynep Hanım’ın gizemli geçmişi vardı. Eski aile mektupları arasın da, yıllar önce kaybolan Zeynep’in sırlarla dolu hikayesi… 170 Sessiz Sofra Rauf’un Annesi: Zeynep Hanım’ın Sırları (Flashback) Yıllar önce, küçük bir köy evinde, genç Zeynep ve Osman Ağa’nın hesaplaşması yaşanmıştı. Zeynep, Ermeni kökenlerini gizleyerek Os man Ağa’nın güvenini kazanmış, ama yüreğinde hep vicdan azabı ta şıyordu. Bir gece, köyde çıkan bir yangında hayatını riske atarak Er meni ailelerin saklanmasına yardım etmişti. Bu fedakârlık, köyde sır olarak kalmış, ancak Rauf’un ailesinde derin çatlaklar açmıştı. Rauf, annesinin gölgesinde büyürken, bu yükü hissetmiş ama gerçekleri öğ renmeye cesaret edememişti. Yusuf derin bir nefes aldı ve iç sesiyle mırıldandı: “Zeynep’in ses siz kahramanlığı… Belki de bizim yolumuzun temel taşı.” Leyla’nın Çocukluğu: Kayıp Anılar (İç Monolog) Leyla, gözlerini kapattı. Geriye dönen anılarla çocukluk evinin bahçesine indi. Babasının sert ama adil bakışları, annesinin gözyaşla rı, mahallede geçen o buruk günler… Bir keresinde, komşu çocukların kendisine Ermeni olduğunu bil diklerini fısıldadığını hatırladı. O an, küçük Leyla’nın içinde başlayan utanç ve dışlanma duygusu, bugünkü mücadelelerinin tohumuydu. “Belki de buradayım çünkü kırık bir geçmişin onarılmaya ihtiyacı var,” diye düşündü. Mahir’in Kaçışı: Yüksek Gerilim ve Pişmanlık (Kısa Anlatım) Mahir, yıllar boyunca kaçtı. Hem kendinden, hem geçmişte yap tığı hatalardan… Bir zamanlar arkadaşlarına ihanet etmiş, en zor an larda onları terk etmişti. Şimdi, Dara Taşı’nın gölgesinde dururken, yüzleşmenin ağır yükünü omuzlarında hissediyordu. İçinden geçiyordu: “Affedilecek miyim? Ya da kendimi affedebi lecek miyim?” 171 Sessiz Sofra Yusuf arkasını döndü, ekibin yüzlerinde karışık duygular vardı. Bazıları umut dolu, bazıları korku ve tereddütle dolu. Rauf, Leyla, Mahir ve Rıza birbirlerine baktılar; suskunlukta anladılar ki, bu yol culuk sadece toprak ve tarih değil, içsel bir dönüşüm yoluydu. Leyla: “Biliyorum, geçmişimiz çok acı dolu. Ama bu acı bizi de ğil, zincirleri kıran güç yapmalı.” Rauf: “Bazen en büyük savaş, kendi içimizde olanlardır. Annemin hikayesi bana bunu öğretti.” Mahir: “Ben de bugün buradayım, çünkü kaçmaktan yoruldum. Yüzleşmek, en zor ama tek yol.” Rıza: “Toprağın dili kadar, kalbin dili de önemli. Burada, Dara’nın gölgesinde, gerçek barışın tohumlarını ekeceğiz.” Yusuf hafifçe gülümsedi, ekibi sarmalayan bir kararlılık vardı. “Öyleyse başlıyoruz. Sadece dışımızdaki değil, içimizdeki karanlıkla da yüzleşeceğiz.” Kayıp Mektup, Çocukluk Gölgesi ve Yüzleşmeler Dara Taşı’nın gölgesinde sessizlik vardı. Ancak bu sessizlik, için de fırtınalar barındırıyordu. Rauf’un Kayıp Mektubu Yusuf, sırt çantasından eski, sararmış bir zarf çıkardı. Üzerinde, titrek el yazısıyla “Zeynep Hanım’dan Leyla’ya” yazıyordu. Zarfı aç tığında herkesin gözü ona çevrildi. Mektubu Leyla aldı, derin bir nefesle okumaya başladı: “Sevgili Leyla, Bu satırları sana yazmak benim için kolay değil. Biliyor musun, annem Zeynep’in kalbinde taşıdığı acılar, bizim de kaderimizi çizdi. O gece, köyün yangınında sadece evler değil, umut larımız da yandı. Annem gizlice Ermeni dostlarımızı sakladı, ama bu 172 Sessiz Sofra sır herkese mal oldu. Babam Osman Ağa’nın ihaneti bizi parçaladı. Senin çocukluğunda yaşadığın dışlanma, onun yarattığı derin yara ların yankısıdır. Ama bil ki, sevgi ve barış bu yaraları iyileştirebilir. Bu mektup, geçmişin gölgesinde büyüyen tüm çocuklara... ve sana.” Leyla gözlerini kapattı, mektubun satırlarında kendi kırık çocuk luğuna, mahallenin sokaklarında duyduğu fısıltılara döndü. Küçük bir kızken, arkadaşlarının aniden arkasını dönüp gitmesi, gizli fısıltı lar… Hepsi şimdi anlam kazanıyordu. Leyla’nın Çocukluk Anısı Küçük Leyla, bahçede oynarken yanına yaklaşan bir çocuk, fısıl damıştı ona: “Ermeni misin sen?” O an kalbi sıkışmış, ama kimseye açamamıştı bu acıyı. Ailesi de susmuş, geçmişlerini gizlemişti. Şimdi o çocukluk acısı, mektuptaki satırlarla birlikte ağır bir yük olmaktan çıkıp, bağışlamaya ve birlikte olmaya açılan bir kapıya dö nüşüyordu. Mahir’in Yüzleşmesi ve Rıza’nın Rolü Mahir ise sessizce dinliyordu. Kendi hatalarının yükü omuzların daydı. Yıllar önce, zor bir anda arkadaşlarını terk etmiş, kaçmıştı. Bu ihanetin gölgesi hala peşindeydi. Rıza yanına yaklaştı, derin bakışlarıyla: “Biliyorum, kaçmak kolaydı. Ama asıl cesaret, burada durup yola devam etmektir. Toprağın bağrında büyüyen bizler, ne korkudan ne de pişmanlıktan kaçamayız. Gel, bu yükü paylaşalım.” Mahir başını kaldırdı, gözlerinde ilk kez gerçek bir teslimiyet vardı. “Senin bilgin, sabrın ve gücün olmadan bu yolu tamamlayamam.” 173 Sessiz Sofra Rıza’nın Katkısı ve Çatışmaları Rıza, sadece bilgeliğiyle değil, geçmişin acılarını taşıyan biri ola rak ekibin içinde ayrı bir güçtü. Ama onun da farklı bir yöntemi vardı; bazen sert, bazen yumuşak. Yusuf ile zaman zaman fikir ayrılıkları yaşadılar. Yusuf daha çok duygularla hareket ederken, Rıza gerçeklerin sertliğini savunuyordu. Bir akşam kamp ateşi başında tartıştılar: Yusuf: “Geçmişi affetmeden geleceğe nasıl yürürüz?” Rıza: “Affetmek, kolay değil. Ama önce gerçekleri kabul etmek zorundasın. Yoksa toprak gibi, altındaki sırlar seni boğar.” Bu tartışma, ekibin dinamiğini derinleştirirken, herkesin kendi iç hesaplaşmasını daha da büyüttü. Leyla, Rauf ve Mahir arasında da gerilimler yükseliyordu. Ley la’nın geçmişe dair acılarıyla, Rauf’un ailesine duyduğu bağlılık ve Mahir’in suçlulukları, zaman zaman çatışmalar yaratıyordu. Ancak hepsi aynı amaç için savaşıyordu: gerçeği bulmak ve geleceği inşa etmek. Leyla (içinden): “Bazen geçmişin yükü, en çok bizim üzerimize çöker. Ama umudun ışığı, karanlığı deler.” Rauf (içinden): “Annemin sırları, benim hayatımın ipuçları. Onu anlamak, kendimi anlamak demek.” Mahir (içinden): “Kaçmak kolaydı. Şimdi ise kalıp mücadele et mek gerekiyor. Affedilmeyi hak edecek miyim?” Kayıp Mektup, Çocukluk Gölgesi ve Yüzleşmeler Dara Taşı’nın gölgesinde akşamın alaca karanlığı yavaş yavaş düşerken, kampın etrafındaki sessizlik yumuşak bir rüzgarla bozu luyordu. Yusuf, elleri titreyerek eski zarfı açtı. Leyla, içinde bulduğu 174 Sessiz Sofra mektubu büyük bir dikkatle okumaya başladı. Çevresindekilerse ke limelerin ağırlığını yavaş yavaş omuzlarında hissediyordu. Sevgili Leyla “Sevgili Leyla, Bu satırları sana yazmak zorundayım. Annem Zeynep’in acıları, bizim hayatlarımızda bir zincir gibi dolaşıyor. O gece… köyün ateş ler içinde kaldığı o korkunç gecede, sakladığımız Ermeni dostlarımızı korumak için büyük bedeller ödedik. Babam Osman Ağa’nın ihaneti tüm köyü paramparça etti. Senin çocukluğunda hissettiğin yalnızlık, onun gölgesinden doğdu. Ama artık bu karanlık zinciri kırmak senin elinde. Geçmişin gölgesinden sıyrılarak yeni bir gelecek kurmanı diliyo rum. Sevgiyle, annem.” Leyla’nın sesindeki titreme duyguları ortaya seriyordu. Gözleri mektupta, yüzü geçmişin yüküyle dolup taşıyordu. Leyla’nın zihninde canlanan çocukluk anıları bir film şeridi gibi aktı: Mahallede oyun oynarken, diğer çocukların birden ona dönüp “Ermeni kızı” diye fısıldadıkları, annesinin onu teselli ettiği ama ken disinin cevap veremediği o sessiz anlar… O zaman anlam veremedi ği, şimdi ise geçmişin acı gerçeğiyle açıklanan bu dışlanmanın izleri. Leyla ve Rauf Leyla mektubu kapattı, derin bir nefes aldı ve Rauf’a baktı. Leyla: “Annenin hikayesi… Bizi sadece bağlamıyor, aynı zaman da bir köprü kuruyor. Bu acılar bizden önceydi, ama bizi birleştire bilir.” 175 Sessiz Sofra Rauf (gözleri dolu): “Evet… Annem hep sessizdi, ama şimdi an lıyorum ki sessizliğiyle koruyordu bizi. Onun yaşadığı acılar, benim yüküm oldu. Ama artık bu yükü birlikte hafifletebiliriz.” Mahir sessizce ateşin kenarına çekildi. Kendiyle mücadele edi yordu. Yıllar önce, çaresiz kaldığı bir anda ekibi terk etmişti. O gece yi hatırladı: Arkadaşlarının yardıma ihtiyacı vardı, ama korkusu onu geri çekmişti. Rıza yanına oturdu, derin ve bilge bakışlarıyla: Rıza: “Kaçtığın o geceyi biliyorum Mahir. Ama bilmelisin ki ger çek güç, hata yapmamak değil; hata yaptıktan sonra kalkıp devam etmektir.” Mahir: “Bana nasıl güvenebilirler? Beni affederler mi?” Rıza: “Toprak bile çatladığında yeniden filiz verir. Bizim de bir şansımız var, ama bu şans, birbirimizi anlamaktan geçiyor.” Yusuf, Rıza’nın soğukkanlı yaklaşımını bazen anlayamazdı. Yusuf: “Geçmişi olduğu gibi kabul etmek zorunda değiliz. Biz, umutla geleceğe bakmalıyız.” Rıza: “Umut güzel. Ama gerçeklerin üstünü örterek yürünmez yola. Eğer toprakta bir yara varsa, önce temizlemeliyiz. Yoksa hep kanar.” Bu sözler ekibin diğer üyeleri arasında sessiz bir tartışmanın fiti lini ateşledi. Bir gece, Leyla küçükken yaşadığı mahallede, okuldan dönerken arkadaşı Aysel’in ağladığını görmüştü. Aysel, ailesinin geçmişte ya şadığı bir trajediyi anlattığında, Leyla o zamana kadar anlam vereme diği önyargıların ve korkuların nasıl şekillendiğini hissetmişti. O an, Leyla’nın içinde sevgi ve empati tohumu ekilmişti. 176 Sessiz Sofra Rauf’un Annesi Rauf, annesinin eski defterinden aldığı bir sayfayı sessizce açtı. Üzerinde toprakla ilgili eski bir Azeri atasözü yazıyordu: “Toprak kanla sulanırsa, meyvesi özgür olur.” Bu söz, yolculuklarının anlamını bir kez daha hatırlattı onlara. Leyla “Geçmişimle barışmak, kendimi kabul etmek demek. Bu mektup bana bunu öğretiyor.” Rauf “Annemin hikayesi sadece bir aile sırrı değil, bu toprakların acısı.” Mahir “Kaçtım ama şimdi dönmenin zamanı. Güçlü olmak zorundayım.» “Geçmişi anlamadan geleceğe nasıl yürürüz? Ama affetmek de gerek…” Rıza “Toprak kadar sabırlı olmalıyız. Kökler derinse, fırtına da şiddetlidir.” 17. Mezopotamya Yolunda: Kayıp Köy ve Gölge Oyunları Akşam güneşi Mezopotamya’nın kızıl topraklarına düşerken, Yu suf, Zepür, Rauf, Leyla, Mahir ve Rıza, eski haritalarda kayıp olarak işaretlenmiş bir köyün kalıntılarına yaklaşıyorlardı. Rüzgâr hafifçe esiyor, savrulan tozlar arasında bir zamanlar yaşamışların sessiz hikâ yeleri fısıldanıyordu. Her adımda geçmişin ağır gölgeleri üzerlerine çökerken, ekip üyelerinin iç dünyalarında yeni fırtınalar kopmaya başladı. Leyla’nın yüzünde kararsız bir ifade, Rauf’un ise sıkıca tuttuğu eski tespihinde titreyen eller vardı. Yusuf sessizce baktı etrafa: “Burası… kayıp köy. Tarihin unuttu ğu, ama acıların asla silinmediği bir yer.” 177 Sessiz Sofra Zepür gözlerini kapattı, geçmişten gelen çığlıkların sesi gibi: “Bu rada çok şey yaşandı. Biz, o acıları duymak ve taşımak zorundayız.” Rıza, yılların getirdiği bilgelikle: “Toprak, hafızasını kolay kolay unutmaz. Her taş, her köşe bir sır saklar.” Akşamın kızıllığı Mezopotamya’nın çıplak topraklarını altın ve kızıl tonlara boyarken, Yusuf ve beraberindekiler eski haritalarda ka yıp olarak işaretlenmiş köyün harabelerine ulaştı. Çorak toprakların arasında, hayalet gibi duran yıkıntılar, bir zamanlar yaşayanların anı larını saklıyordu. Toprak, üzerindeki ağır yükünü hissettiriyordu. Yusuf: (Boğuk ve yorgun sesiyle) “Her adımda sanki geçmişin acı fısıltılarını duyuyorum... Bu topraklarda yaşananlar kolay unu tulmaz.” Zepür (etrafı dikkatle tarayarak): “Burası sadece bir köy değil. Kaybedilmiş hayallerin, kırılmış umutların mezarlığı. Bu sessizlik, binlerce hikayeyi saklıyor.” Rauf (ellerini ovuşturarak, biraz sinirli): “Ve biz, o hikayeleri ye niden ortaya çıkarırken, bazı gerçeklerin insanları nasıl yıprattığını göreceğiz.” Leyla (gözlerini yere dikerek, sessizce): “Benim annem de… bu toprakların hikayesinde kaybolmuştu. Kayboluşu, burada yaşananla rın gölgesindeydi.” (Kısa bir an için gözleri doluyor, hafifçe nefes alıyor) Mahir (sessizce, sanki geçmişle hesaplaşıyormuş gibi): “Bazen yap tığım hataların gölgesinde yürürken, bu topraklar bile bana yük oluyor.” Rıza (gözlerini ufka dikerek, bilge bir tonla): “Toprak, sadece yeri değil. Kimi zaman taşır sırlarını; kimi zaman ise insanın vicdanına ayna tutar.” Yusuf, elindeki haritaya bakarak Rauf’a döndü: “Rauf, senin an 178 Sessiz Sofra nenin mektubu… Bu köyle bağlantısı var mı? O mektupta bahsettiği gizli şeyler burada mı saklı?” Rauf: “Evet. Anlatılanlar… ailemin sustuğu, benimse korktuğum gerçekler burada gömülü. Ama herkesin bilmesini istemiyorum.” (Bi raz gerilir, gözleri karışık duygularla dolar) Leyla: “Bilmeli. Çünkü geçmişin sessizliği, bugünün yıkımına ze min hazırlar.” Rauf: “Sen, dışarıdan biri olarak bunu söylüyorsun. Ama benim yüküm çok daha ağır.” Zepür araya girer: “Biz birlikteyiz, Rauf. Yalnız değiliz. Ama yüz leşmek zorundayız.” Leyla’nın zihninde annesiyle birlikte küçük bir taş evde geçen bir sahne canlanır. Annesi eski bir sandığı açarken, “Bu mektuplar ve fotoğraflar bizim geçmişimizin aynası, kızım. Saklamamalıyız.” der. Leyla ise korku ve utanç arasında gidip gelir. Mahir’in gözünde bir an canlanan görüntü; gençken yaptığı bir hata sonucu, bir arkadaşını kaybedişi. O anın yüzündeki suçluluk ve acı, onun iç hesaplaşmasının kaynağıdır. Rıza, toprağı avuçlayarak: “Beni bu topraklar büyüttü, ama bir o kadar da yıprattı. Bir zamanlar toprak için savaşırken, insanlığı unu tanlar gördüm. Şimdi, bu ekibin içinde, bu tarihî yükü taşıyanlarla yan yana durmak zorundayım. Ama bazen çatışmalar kaçınılmaz.” Rauf ve Rıza arasında gerilim yükselir: Rauf (sertçe): “Siz dışarı dan gelenler, bu toprakların acısını nasıl bilebilirsiniz ki?” Rıza (so ğukkanlı, ama tavizsiz): “Acıyı bilirim, ama bilmek yetmez. Sorum luluk almak gerek. Bu da bazen zor kararlar demek.” Yusuf araya girer: “Hepimizin yükü farklı ama amaç aynı: Gerçe ği ortaya çıkarmak ve bu acıya son vermek.” 179 Sessiz Sofra Son Gece çökerken, ekip yıkıntılar arasında küçük bir kamp kurar. Her biri, kendi iç hesaplaşmalarının gölgesinde uykuya dalar. Kiminin rü yasında geçmişin hayaletleri, kiminin geleceğin umutları belirir. 33. BÖLÜM KIRILMA ÇİZGİSİ: GEÇMİŞ, GÖLGE VE IŞIK Sabahın ilk ışıkları Mezopotamya topraklarını şefkatle sıvarken, Dara Taşı’nın eteklerinde kurulan kamp alanında çıt çıkmazdı. İçi yananlar için dışarıdan gelen sessizlik bir merhamet perdesi gibiydi. Rauf, sabah namazından dönüşte annesinin ona küçük yaşta anlattığı bir sözü hatırladı: “Toprak ne kadar susarsa, o kadar çok şey anlatır.” Yusuf, Zepür ve Leyla’nın yüzlerinden gecenin izleri silinmemiş ti. Kamp ateşinin başında Mahir, suskunluğuyla oturuyor, Rıza ise eski bir pusulaya bakıyordu. Herkes, içten gelen bir yüzleşme duygu suyla sarmalanmıştı. Bu sözsüzlüğü Rauf bozan ilk kişi oldu. “Annemin mezarını göre medim ama onun şarkısı bu topraklarda yaşıyor. O şarkıyı duyduğum 180 Sessiz Sofra her an, bir parçam eksik değil artık.” Leyla başıyla onayladı. “Benim annem de gizli gizli Ermenice dualar ederdi. Anlamazdım. Şimdi keli melerin ardından kalbin ne konuştuğunu duyuyorum.” Rıza yavaşça cebinden eski, kahverengi bir tahta kutu çıkardı. İçinde, annesinden kalma toprak numuneleri, ipek mendile sarılmış bir not ve çocukluğunda çizdiği haritalar vardı. “Benim annem de bir toprak kadınıydı. Her bir avuç toprağa bir isim verirdi. ‘Bu toprak suskun, bu toprak yorgun, bu toprak umutlu,’ derdi. Şimdi anlıyorum ki, suskun toprak bizim yüzleşmediğimiz tarihtir.” Zepür, kamp ateşinin külünden bir avuç alıp avucuna büktü. “Ben o defteri bulduğumda, ilk hissettiğim şey korku oldu. Ama sonra... Siranuş’un sesi, yüzlerce yıllık bir gecikmeyle bile olsa kalbime do kundu.” Mahir, nihayet konuştu. “Ben de bir zamanlar sessiz kaldım. Ama gördüm ki sessizlik, en çok bağıran şeymiş. Bugün burada bulun mam, sadece gerçekleri konuşmak için değil; affedilme hakkını talep etmek için.” O an bir hareketlilik oldu. Kampın doğu ucundan gelen bir figür yaklaştı. Genç, esmer bir delikanlı, elinde eski bir kemanla ortaya çıktı. Rauf onu tanıdı. “Ali! Dayımın torunu... Benim unuttuğum şar kıyı o hatırlayacak.” Ali, kemanını akort etti ve yavaşça eski bir Mezopotamya ezgisi çalmaya başladı. Melodi, havada asılı kalırken, herkes sessizce kendi geçmişine bir perde araladı. O anda Rıza, kutudan çıkardığı toprağı Yusuf’un avcuna döktü. “Bu, senin dedenle benim babamın birlikte ekiğtiği yerden. Toprak, kin tutmaz. Ama hatıraları unutturmaz.” Gök yavaşça açılıyor, güneş bir kez daha bu hikâyeyi aydınlatma ya başlıyordu.
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.