Etrafı surlarla çevrili bir şehir hayal edin. Bu şehrin tüm vatandaşları birer mahkûm. Yaklaşık on bin kişiye ev sahipliği yapan bu kutsal toprak parçasında geçmiş hayatınıza dair tek bir şey hatırlam...
Gözlerimi araladığımda, kendimi ahşap bir tavana bakarken buldum. Hızlıca yerimden doğrulup etrafa baktım. Hemen karşımda bir odun sobası yanıyor, sobanın aleviyle oluşan derin gölge, odanın ahşap duvarlarında korkunç bir manzara çiziyordu. Hemen yanı başımda, yatağıma bitişik şekilde duran bir komodin vardı. Üzerinde camı kırılmış eski bir gaz lambası duruyordu. Yatağın hemen karşısındaysa, odaya açılan iki kapı dikkatimi çekmişti. Bu iki kapıdan birisi çıkış kapısı olmalıydı. Başımda çekilmez bir ağrı hissediyordum. Yerimden doğrulup ayağa kalkacak mecalim yoktu. Sanki beynimin içinde amansız bir savaş veriliyor gibiydi. Kendime sürekli “Ben kimim?” sorusunu sorup durduğum ancak cevabını asla bulamadığım bir labirente sürükleniyordum sanki. Belki de başım değildir ağrıyan bilmiyorum. Ruhum ağrıyordur huzur bulamadığım için ve nerede olduğumu bilemediğim için. Bir dağ evinin içinde, bir odaya hapsedildiğimi düşündüm o an... Panikle uzanmakta olduğum yatağın üzerinden doğrulup oturdum ve ayaklarımı yere bastım. Gözlerimi odanın duvarlarına ve karşımdaki o iki kapıya çevirdim. Duvarlarda düzinelerce karınca cirit atıyor, yerlerde ise sigara izmaritleri kol geziyordu. Odanın içindeki iğrenç kokuyu burnuma çektikçe nefes alışverişim giderek artıyordu. Ayaklarımın altında ezilen sigara süngerlerinin içinden ciğerlerime adeta bir orman yangınının kokusu doluyor gibiydi. Başucumda duran pencereyi açtım. İçeriye soğuk bir rüzgâr esintisi giriyor ve hafifçe sobada tüten odunları harlıyordu. Kapılardan birinin arkasına, paslı bir çiviyle sabitlenmiş askıda birkaç kıyafete gözüm takılmıştı. Üzerleri kurumuş çamur lekeleriyle dolu siyah bir tişört ve rengini dahi seçemediğim koyu renkli bir kot pantolon… “Ne zamandır buradayım ben? O kokuşmuş eşyalar bana mı ait? Kimin evindeyim?” O an kendime, ardı ardına bu üç soruyu sormuştum. Ancak beynimin içindeki kütüphanede, bu soruların cevabının yazılı olduğu bir kitap bulunmuyordu. Hafızamın tozlu raflarındaki boş ciltleri kendi ellerimle doldurmam gerektiğini düşündükçe de adeta çıldırma noktasına geliyordum. Odadaki kirli hava da beni bunaltmaya devam ediyordu. Başımın ağrısı hafiflemeye başlamıştı ve yorgunluğum giderek daha da hafifliyordu. Hızla pencereye koşup açtım ve odanın havalanmasını sağladım. Başımı pencereden çıkarıp bakabildiğim kadar uzağa baktım… Zifiri karanlık ve sisten görebildiğim tek şey, birkaç adım ötedeki aynı ahşap duvarlardı. Evin sağında ve solunda yine aynı ahşap duvarlar… Her yer, her köşe ahşap evlerle dolu gibiydi. Adeta sonsuza kadar uzanan ahşap evlerden oluşan bir şehirdi bu yer. Çevreyi tanımak için dışarıya çıkıp gezmem gerekecekti. Hayatına dair hiçbir şey hatırlamayan insanları, bu evlere hapsedip bir çeşit deney yaptıklarını düşünmeye başlamıştım. Odadaki kapıların kilitli olup olmadığını merak etmiştim. Tahminim doğru çıkmıştı. Arkasında kıyafetler olan kapı gerçekten de dışarıya açılıyordu. Kapıyı açar açmaz, dışarıdan gelen rüzgârın uğultulu şarkısı kulaklarımı tırmalamaya başlamıştı bile. Tuhaf bir melodi eşliğinde “dışarıya çıkmamalısın!” isimli bir besteyi seslendiriyordu sanki. Rüzgâra karşı koyup, birkaç adım dışarı çıkmayı göze aldım ancak adımımı dışarı atar atmaz, vücudumdaki soğuk titremeyi hissetmenin esiri oldum. Başımı sağıma çevirip baktığımda, evin duvarına asılı paslı bir orak dikkatimi çekmişti. Bu yer her neresiyse, bir tarım işi yapılıyor ve ben de bu işin bir parçası mıydım? Buraya nasıl geldim? İsmimi dahi hatırlamıyorum! Damarlarımdan usulca süzülüp akan kan, aklımdaki merak duygusuyla bir savaş halinde gibiydi. Rüzgârın soğuk nefesini hissettikçe, dişlerimin birbirine vuruşu hızlanıyordu. Kendimi gerisingeri evin içine kapattım. Diğer kapı… Hemen yanında duruyor. Belki başka bir odadır. Ancak açtığımda tam bir hayal kırıklığı… Küçük birer klozet ve lavabo. Tavanda ise plastik bir hortum. Zeminde metal mazgalları var. Bu bölme sadece bir tuvaletmiş meğer… Başka bir odaya açılmasını o kadar çok hayal etmiştim ki, içimde kurduğum hayaller bir anda suya düşmüştü. Hem de pislik içindeki bir suya… Yatağıma uzanıp uzun uzun düşündüm. İsmimi, milletimi, mesleğimi, ailemi, arkadaşlarımı… Her şey sanki hiç yazılmamışçasına boşlukta gibi. Sanki bir kitabın hiç basılmamış sureti gibi ve ben sanki yeni doğmuş bir bebek gibiyim… Sadece kelimelerin anlamları ve cisimlerin ne olduklarını bilebiliyordum. Herhangi bir şeyi hatırlamaya çalışmak beni engin bir dağın zirvesine çıkarcasına yormaya başlamıştı. Sadece yeni doğan bir bebek baştan başlayabilir hayata oysa. Ben belki de geçmiş zamanın ta kendisiyim. Bunu öğrenebilecek miyim onu bile bilmiyorum… Hafızamın en ücra köşelerini yokladıkça tüm çabam boşa gidiyordu. Hatırladığım tek şey, sadece bu odanın içinde yaşadığım birkaç dakikadan ibaret olmamalıydı. Çıldırma noktasına geliyordum ve başımdaki ağrı etraftaki her nesneyi, her ayrıntıyı izledikçe daha da şiddetleniyordu. Sonsuz ve en yankılısından bir çığlık patlatmak istiyordum uyandığım bu dünyaya. Ancak beni engelleyen sebepsiz bir korku vardı içimde. Yapamıyordum… Daha fazla şey görmeliydim. Daha fazla eşya ve bu yer hakkında daha çok bilgi. Her ayrıntıya ihtiyacım vardı. Kendime seslenmek istiyorum ama bir ismim yok! Hatırlamıyorum! Biraz durup sessizliğe odaklanmalıydım. Bu yerin bana anlatacağı o kadar çok şey var ki, yaptığım her şeyin bir sonucu olacak gibi hissediyordum. Kısa bir süre düşündüm ve odadaki pisliği temizlemeye karar verdim. Gözlerim hâlâ kapının arkasında asılı duran o kıyafetlerdeydi. Onları askıdan indirip, ellerimle çamur lekelerini temizledikten sonra, gözüme yatağın yanındaki komodin takılmıştı. Bir ayağı kırılmış ve altına başka bir ahşap parçadan ek yapılmıştı. Üzerinde duran kırık lambanın gazı bitmiş ve tek bir damla bile kalmamıştı. Kıyafetleri yatağın üzerine atıp doğruca ona koştum. Açtığımda içi mavi bir sıvıyla dolu bir cam şişe gözüme çarptı. Üzerinde yırtılmış bir etiket vardı. “Gaz Yağı” O sırada komodinin içindeki diğer eşyalar dikkatimi çekti. Bir adet ahşap kutu ve çatlak bir el aynası, plastik birkaç bardak, dört plastik tabak ve çatal kaşıklar, bir karton sigara ve beş kutu kibrit... Kutunun içinde bir düzine tıraş bıçağı, iki adet paketlenmiş katı sabun, paketinden hiç çıkarılmamış kalem, boş bir not defteri ve son olarak eski bir el feneri… El fenerinin kapağını açıp içinde pil olup olmadığını kontrol ettim. Pil yuvasında oksitlenmiş tek bir pil vardı. Diğer yuva ise boştu. Diğer pil nerede! Tanrım… Dışarısı sisten görünmüyordu ve o fenere ihtiyacım olacaktı. Odayı keşfettiğim kadarıyla, beni dışarıdaki soğuktan koruyacak kalın giysiler de yoktu. Bir süre evin içinde durmalıydım. Belki güneş doğduğunda hava ısınır ve dışarı çıkabilirdim. Günün hangi saatindeydim onu bile bilmiyordum. Güneş yeni batmış veya henüz yeni doğmak üzere bile olabilir. Ya da daha da kötüsü. Ama ortalık son derece sessiz. Burada benden başka insanlar olduğuna çok eminim. Görebildiğim her yer ahşap duvarlarla kaplı. Ya geceyi yaşıyorum ya da seher vaktini. Odada bir saatin olması bile beni bu ikilemden kurtaramaz. Çünkü günün yarısı, diğer yarısına her zaman eşittir. Komodine odaklanıyorum… Kutunun içindeki malzemeleri elime alıp tek tek inceliyorum. Not defterinin kapaklarını iki yana açar açmaz, sayfalarından arasından bir pil düşüyor yere ve hızla yatağın altına yuvarlanıyor. Eğilip yatağın altına bakıyorum ancak birikmiş toz topanları arasından adeta bir yıldız gibi gözüme parlayan o pile uzanmak mümkün değil. Elime plastik birkaç parça eşya ilişiyor, tozların arasından tutabildiğim ne varsa çekip dışarı alıyorum. Plastik bir süpürge, bir su kabı ve küçük bir kürek ve sağlam bir hasır çuval…
“Toparlan ve odaklan!”
Hepsini bir kenara koyup pili aldım ve fenerin içine koydum. Oksitlenmiş olan pili çıkardım ancak fenerin çalışması için bir pil daha gerekiyordu. Toz ve pislik içindeki bu evde küçük bir pili aramak ve beynimdeki hatırlatıcı o ışığı aramak arasında bir fark yok gibi. Kürek ve süpürgeyi alıp odanın içindeki sigara izmaritlerini temizlemeye koyuluyorum.
“Süpür, küreğe doldur ve çuvala koy”
Yaklaşık iki saat sonra evin zeminine basabilmek gerçekten de gurur verici. Midem kazınmaya başlıyor. Keşfedebildiğim kadarıyla evde yiyecek herhangi bir şey de yok. Karnım şişene kadar musluktan su içip tekrar temizliğe dönüyorum. Yatağın üzerine bıraktığım kıyafetleri aldım ve bulduğum su kabına bıraktıktan sonra, lavabodan su doldurdum ve sabunla yıkadım. Bir güzel sıktıktan sonra yatağın üzerine serdim ve sobanın alevinde kurumaya bıraktım. Duvardaki karıncaları temizlemeye çalıştım ancak uğraşlarım boşa gidiyordu. Asla azalmıyorlar, aksine sayıları giderek artıyor gibiydi. Yiyecek olmayan bir yerde bu kadar karıncanın olması tuhaf… Evi temizlemenin verdiği rahatlıkla, pencereden bir kez daha bakmaya karar verdim. Havadaki karanlık yavaş yavaş azalıyor ancak sis bulutu yerinde sayıyordu. Etrafta görünen ahşap her şeyi izlemek zorunda olmak, canımı fena hâlde sıkmaya başlamıştı. Kısa sürede ahşap olan her şeyden nefret etmeye başlıyordum sanki. Aniden sağ yanağımda bir sineğin konduğunu ve yavaşça yüzümde gezinmeye başladığını fark ettim. Ayaklarının yanağımda oluşturduğu kaşıntıya daha fazla dayanamayıp elimi yanağıma attım. Sinek gitmişti ancak kendim hakkında bir şey fark etmiştim. Bir karış sakal boynuma doğru uzanıyordu. Uyanır uyanmaz nasıl farkında olamadım! Aklıma komodinin içinde gördüğüm ayna geldi. Kendime bakmalıydım. Hemen yerimden kalkıp, aynayı aldım ve bakmaya başladım. Kimdi bu adam? Tanımıyorum… Tanrım! Kendimi tanıyamıyorum. Ne haldeyim ben… Gördüğüm bu surat bana mı ait? Kırklı yaşlarında, sakalları hafiften beyazlamış saçları tamamen kazınmış birisi yansıyordu aynanın çerçevesinden. Bir çeşit rüyanın içinde miydim? Uzun uzun kendimi inceledim ancak hafızam gözlerimi açtığım bu ahşap dünyanın ardını bana göstermemekte ısrar ediyordu. Kendi yüzüm bile bana yabancı. Gözlerim, dudaklarım ve burnum beynimle hiç tanışmamış gibi. Dışarı çıkmalıydım ancak soğuktan korunmak için odanın içinde kalın birkaç kıyafet olmaması, beni sinir küpüne çevirmişti. Dişlerimi koparırcasına sıktım ve o hışımla yerimden fırladım ve pencereye koştum. Avazım çıktığı kadar bağırdım…
“Kimse yok mu? Sesimi duyan var mı?”
Defalarca bağırdım. Bir kez daha ve bir kez daha… Hiçbir yerden cevap gelmiyordu. Bağırmaya devam ettim ve bir süre çevreyi dinledim. Bir yerlerden boğuk ama anlaşılır bir ses yükseliyordu.
“Sessiz ol aptal herif! Bizi öldürtecek misin?” “Kim bizi öldürecekmiş?” diye sordum heyecanla. Şaşkınlığımı gizleyemiyordum. Nihayet cevap gelmişti. “Uçan Gözler!” dedi o ses gergin bir edayla. Ses, oldukça yakından geliyordu ancak tam olarak nereden geldiğini anlayamıyordum. Uçan gözler de nedir? Bir çeşit canavar ya da korkunç kanatları olan retinalar mı? Yüzümdeki şaşkın ifade kelimelerime dökülüyordu;
“Burası neresi?”
“Kes sesini ve soru sormayı bırak!” dedi kızgın adam. “Uyumaya çalışıyorum!” Sesin tam karşımdaki evin içinden geldiğini anlamıştım o an. Yeni doğmuş bir bebek gibiyim demiştim ya, o çığlıklar ve haykırışlarım annesinin karnından yeni ayrılmış bir bebeğin hıçkırıkları kadar masumdu oysa. Ancak aldığım cevap, sadece beni susturmaya ve uyumaya çalışan bir zavallının kızgın sesinden ibaretti. Aslında o an, yalnız olmadığımı anlamak bile iyi gelmişti. Bir “oh” çektim ve camı kapattım. “Uçangöz” denen şey de neydi hem? Bir ejderha sürüsü olabilir mi? Fazla mı fantastik düşünüyorum acaba? Kızgın adamı bile bu kadar korkutuyorsa mutlaka bir özelliği olmalı. Bir süre sonra dışarıdan tuhaf bir patırtı sesi gelmeye başlamıştı. Camı tekrar açıp dışarıya baktım. Havada süzülen birkaç makineyi görmüştüm. Büyük pervaneleri, onların evlerin arasına girmesine engel oluyor gibi görünüyordu. Gökyüzündeki sis nedeniyle tam olarak neye benzediklerini anlayamıyordum. Kafamda farklı farklı senaryolar türemeye başlamıştı. Dışarıya çıkıp insanlarla konuşmadan, bu yer hakkında fikir yürütmek gereksizdi. Bir kasabada mıyım yoksa bir şehirde mi? Ya da gökyüzüne uzanan heybetli bir dağın eteklerine kurulu sıradan bir köy mü? Belki de uzayda bir gezegendeyim… Yatağın üzerine bıraktığım kıyafetleri kontrol ettim. Kurumuşlardı. Artık dışarıya çıkıp çevreyi gezmeli ve kim olduğumu ve nerede olduğumu bulmalıydım. Giyinmeye başladığım sırada, beynimde bir şimşek çaktı. Kıyafetler sanki bana bir şeyler mırıldanıyor gibi hissediyordum. Giyinmeye devam edip, pantolonun düğmesini de iliklediğim sırada o şimşek daha da alevlendi. Sanki yetişmem gereken bir yer varmış hissine kapıldım aniden. Tişörtü giydikten sonra son bir şimşek daha çaktı ve lüks bir yatak odasında, ihtişamlı bir boy aynasının önünde kendime bakar buldum. Mükemmel bir kumaş… hakiki deriden bir papyon ve ipek gömlek… Usulca vücudumu kaplıyordu. Göğsümde irice bir aslan dövmesi var. Bu dövmenin bile bir anlamı olmalıydı. Ancak düşüncelerim de ruhum gibi bir şeylere hapsolmuştu. Sonra… Sonra bir şişe parfümü üzerime bocalıyordum. Saçlarımı özenle tarıyor, aynaya son bir kez baktıktan sonra odadan dışarı çıkıyordum. Sertçe kapıyı vurduğum an, ahşap duvarlara yeniden gömüldüm. Bunca şeyi neden hatırlıyordum ben? Karanlıkta yüzen bu ruhu aydınlatmaya yetmeyen gereksiz birkaç anının hiçbir faydası yok! Bu anılar hafızamı tamamen yerime getirmese de beynimdeki gizemli bulutların yavaş yavaş dağılmasına neden oluyordu sanki. Yıllarca süren kariyerim, toplantılar, kararlar, tartışmalar ve heyecan dolu anılar kırpılmış film kareleri gibi o an aklımdan süzülmeye başladı. Eksik detaylar sanki teker teker sökülmüş ve geriye sadece gereksiz birkaç zaman dilimi kalmış gibiydi. Hazırlanmakta olduğum o toplantının ve hayatıma dair daha fazla şeyin ayrıntılarını hatırlamak için hatırlatıcı onlarca emareye ihtiyacım vardı. Hiçbir anlamı olmayan kısa videolar gibi gelip geçiyordu beynimin kenarından. Tek bir faydası bile yok bunların kim olduğuma… Kendimce bir tahmin yürüttüm. Bir şekilde hafızamı kaybetmiştim ve hatırlatıcı birkaç şeyle karşılaştıkça beynim çalışmaya başlıyordu. Peki ya bu yerde benim hayatımı hatırlatacak başka hiçbir şey bulamazsam? Peki ya hafızam her günün sonunda sıfırlanıyorsa? Ama böyle olsaydı odanın temiz olması gerekmiyor muydu? Ne de olsa odayı temizlemiştim. Şimdi temizlediysem dün de temizlemiş olmalıyım ve önceki gün de öyle… Peki ya nasıl hiçbir şey yemeden hayatta kalabilmiştim? Odada içmek için su bile yokken? Hayır hayır… Saçmalama… Sadece yediğimi hatırlamıyorum. Hangi insan hiç yemek yemeden yaşayabilir ki? Hem ne zamandır bu pislik içindeki yatakta uyuyorum? Sobamı kim yaktı? Daha da önemlisi beni buraya kim getirdi? Hafızamı neden kaybettim? “Tanrım neredeyim ben?” diye bağırdım heyecanla. “Mahkumlar Şehrindesin!” diye seslendi biri. Tam ensemde onun gür sesini hissetmiştim. Bir anda yerimden fırlayıp ona döndüm. Orta yaşlı bir adam penceremin önünde dikilmiş ve bana cevap veriyordu. Bir şaşkınlık daha belirdi yüzümde. Adam gülümsedi, “İsmim Selvyn” dedi samimi bir ses tonuyla. “Kapıyı aç da sana her şeyi anlatayım. Hiçbir şey hatırlamadığını biliyorum…” Kimdi bu adam? Benim durumumun neden farkındaydı? Kafamda kurduğum teoriye hiç uyumlu değildi bu. Herkesin benim gibi hafızasını kaybettiğini ve birileri tarafından kaçırılıp buraya hapsedilmiş kişiler olduğu ihtimalini kabullenmeye başlamıştım oysa. Ancak o adam nerede olduğundan o kadar emindi ki…
“Mahkumlar Şehri”
NOT : BU ROMAN YAYIMLANMIŞ OLARAK; TRENDYOL, D&R VE KİTAPYURDU GİBİ SİTELERDE ŞUAN SATIŞTADIR. ÖN TANITIM AMACIYLA KİTABIN BİR BÖLÜMÜNÜ BURADA YAYINLAMAK İSTEDİM. KİTABA DEVAM ETMEK İSTEYENLER, SİPARİŞ VEREREK DESTEK OLABİLİRLER. TEŞEKKÜR EDERİM.
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.