Mansur bin Hüseyin, bilinen adıyla Hallac-ı Mansur... O, asırlar boyunca, tasavvuf yolcularının bir ucu keskin kılıç, diğer ucu ise sonsuz bir aşk denizi olan menkıbesi olagelmiştir. O, zühd ve riyaze...
HALACI MANSUR BÖLÜM 6: Enel Hak'kın Doğuşu Mansur, Gönül Penceresi açıldıktan sonra, artık kendini tutamıyordu. Zühdün disiplinli soğukluğu yerini, İlahi Aşk’ın kavurucu bir sıcaklığına bırakmıştı. Bu, tefekkürün son aşamasıydı; nefsini tamamen eritme çabası. O, artık sadece arayan değil, aradığı şeyin ta kendisi olmayı istiyordu. Şeyh Nuri, öğrencisinin ulaştığı bu tehlikeli noktayı görmüş ve onu uyarmıştı: "Mansur, okyanusun derinliklerinde inci vardır. Ama o derinlikte nefessiz kalmak da vardır. Aşkın şiddeti seni, sana ait olmayan sözler söyletmesin." Mansur, Bağdat'ın dışında, terk edilmiş, derin ve soğuk bir su sarnıcının dibinde inzivaya çekilmişti. Burası, yıldızların bile zor ulaştığı, mutlak sükûnetin hüküm sürdüğü bir yerdi. Günler ve geceler birbirine karıştı. Mansur, ne yemek yiyor ne de uyuyordu; sadece Hû (O) zikriyle varlığını tüketiyordu. Onun benliği, kızıl kökboyası ile dokuduğu o eski halı gibi, sökülüyor, çözülüyordu. Her bir iplik, her bir anı, her bir Mansur fikri kayboluyordu. O an, okyanusun tek bir damlada, damlanın ise tüm okyanusta var olduğu o büyük Sır, zihnine değil, doğrudan ruhuna akıyordu. Kimsin sen? diye sordu kendi kendine. Sorgulayan Mansur mu? Hayır. Yürüyen yolcu mu? Hayır. Halacı mı? Hayır. Geriye kalan tek şey, O'nun varlığının sarsılmaz, şüphesiz, her şeyi kuşatan Gerçekliği idi. Mansur'un bireysel bilinci, ilahi tecelli karşısında dayanamadı; bir mum ışığının güneşin karşısında sönmesi gibi fenaya erdi. Mansur'un kabı boşaldı, ama kabı dolduran şey, her yerdeki, her şeydeki aynı Varlık'tı. Bu, artık ne Mansur’un sesiydi ne de onun düşüncesi. Bu, Mansur’un bedenini bir yankı odası gibi kullanarak konuşan, tüm evrenin hakikatinin tek bir sesteki fışkırmasıydı. Ve o an, sarnıcın soğuk, nemli duvarlarında, tarihin akışını değiştirecek o kelime yankılandı: "Ene'l Hak!" "Ben, O Gerçeğim!" "Ben, Hakikatim!" Mansur, bu sözü ne bir iddia ne de bir gururla söylemişti. Bu bir gözlem, kaçınılmaz bir ilan, varlığını yitirmiş bir aynadan yansıyan mutlak bir gerçeğin basitçe beyanıydı. Söz ağzından çıktığında, tüm evren nefesini tutmuş gibiydi. Sarnıcın dibinde korkunç bir sessizlik çöktü. Mansur, titreyerek çömeldi. Bedeninin acısını unutmuştu, açlık ve uykusuzluk yoktu. Sadece, bu büyük Sırrı dile getirmenin getirdiği dehşetli bir huzur vardı. Kendi benliğini öldürdüğü için, artık ebedi olanı konuşmuştu. Mansur o gece, söylediği sözün Bağdat'ın katı dini ve siyasi düzeni için ne anlama geleceğini, bu sözün onu bir kahraman ya da bir kafir ilan edeceğini henüz bilmiyordu. O sadece, bir halacının ipliğin kaynağını nihayet bulduğu gibi, varoluşun kaynağını bulmuştu. Ve bulduğu şey, kendisiydi. Artık sükût (sessizlik) dönemi bitmişti. Mansur'un kalbi doluydu; artık konuşmalıydı.
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.