Bir keresinde torunumun veli toplantısı için gitmiş olduğum liseye giriş yaparken giriş kapısının hemen yanındaki sınıfın penceresinin camına bir topun çarpmasıyla bir şangırtı içinde yaşanan cam kırılma vakasının sonucunda içerideki çocukların telaş ve panik içinde nasıl çığlık attıklarına ve dışarıdaki bahçede top oynayan çocukların da panik ve telaş içinde toplarını almak için camını kırdıkları sınıfın penceresinin önüne nasıl iliştiklerine tanık olmuştum. Bu malum endişe, panik ve telaş havası bana çocukluğumu hatırlattı. Ortaokul yıllarıma dönüvermiştim. El evlerinde kalarak ilk defa baba ocağından kopmaya başladığım, kendi evim dışında umumi yerlerde yıkanmaya, fırsatını bulduğumda paramdan artırıp hamamda temizlenmeye çalıştığım, okulumun önündeki simitçinin yanında durarak satıcılığı, tüccar zekasını bizzat sahada öğrendiğim, ayaklarımın üzerinde durma çabasında olduğum, bilumum hayatı öğrenme yolunda ilk adımları ama benim açımdan koskocaman adımları attığım ortaokul yıllarıma… Ve Nurefşan… Nurefşan arkadaşımdı. Daha doğrusu ortaokuldaki ilk günüm, bizim üstümüzdeki sınıflarda okuyan çocuklar dersliklerine gittikten sonra, okul müdürünün birkaç basamak merdivene çıkıp düdük öttürerek bağırmasıyla elinden tutuverdiğim Nurefşan... Müdür; ‘‘Herkes şimdi kendine bir eş bulsun.’’ demişti. Tutuvermiştim Nurefşan’ın elini. Adını da bilmiyordum ki. Kocaman kafalı ancak minicik parmakları olan bir kız çocuğuydu, upuzun saçı da üstü başı da pek bakımsız olan bir kız çocuğuydu. Elini birden elimden kurtarıp bağırmıştı: ‘‘Ne tutuyorsun elimi?’’ ‘‘Eş olmak için.’’ Yine zorla yakalamıştım elini. Bu kez bırakmıyordum. Öğretmenimiz yanımıza gelinceye kadar da bırakmamıştım. Adını, öğretmenimiz sorunca öğrenmiştim… ‘‘Sen, kalk ayağa!’’ ‘‘Ben mi?’’ ‘‘Evet, sen çocuğum! Adın ne?’’ ‘‘Kimin?’’ ‘‘Senin!’’ ‘‘Benim mi?’’ ‘‘Evet kızım, adın ne?’’ ‘‘Nurefşan!’’ Öyle bağırmıştı ki, çınlamıştı sesi. Gülmüştüm. Hiç böyle isim olur muydu? İlginçtir, bana niçin güldüğümü sormamıştı. Bağırışına veyahut öğretmene ikidebir tekrarlattığına güldüğümü zannetmişti. ‘‘Tamam’’ dedi öğretmenimiz, ‘‘boyunuz birbirinize uygun, aynı sırada duracak, aynı sırada oturacaksınız…’’ İkili sırada önden sekizinciydik. Nurefşan elimi çekiyor, bir öne geçmemizi istiyordu. Öğretmenimiz bunu görünce, bizi iki sıra daha geriye götürdü. Sınıfta da aynı sıraya oturduk. Nurefşan yerinde duramıyordu. Kalkıyor, birden fırlıyor, hiçbir neden olmadığı halde iki-üç sıra öne gidiyor, sonra öğretmenin uyarısıyla geri geliyordu. Daha ilk günden defterini de, kalemini de kaybetmişti. Oysa ki tıpkı annemin bana ortaokula başlamak için köyden ayrılmadan evvel torba diktiği gibi, onun annesi de Nurefşan’a torba dikmişti. Torbasının içinden kayma yoluyla düşüp gitmesine olanak yoktu. Soluklanmalarda ne denli koşsak, ne denli yatıp kalksak da torbalarımız yanımızdaydı, omzumuza iple asılıydı. Yoksa ilk günden sınıfımızda hırsız mı vardı? Öğretmenimiz çantalara, torbalara baktı. Nurefşan’ın ne defteri vardı, ne de kalemi. Son dersten sonra okuldan ayrıldığımızda Nurefşan gülerek kulağıma fısıldadı: ‘‘Ben defterle kalemi kapıdaki simitçiye verip karşılığında simit aldım.’’ dedi. Nurefşan bir hafta içinde sınıfın en yaramaz ve sorulanları, söylenenleri en yavaş, en geç anlayan öğrencisi olduğunu kanıtladı. Hani derler ya, taşı atıyor, başını altına tutuyor, öyle bir karakteri vardı. Bir şeyi Nurefşan’a izah edebilmek, deveyi hendekten atlatmaktan zordu. Nasıl bir güç vardı onda, bir soluklanma saatinde bütün sıraları tersine çevirir, öğretmen masasını da sınıfın ta öbür başına alıverirdi. Ama o bunları yaparken hiç kimse onu görmezdi. Sınıfa girerdik ki, bütün sıralar ters dönmüş, tahta arkamızda. Gözler Nurefşan’a dönüyordu ve kız anında savunma moduna geçer gibi bağırıyordu: ‘‘Bana niye bakıyorsunuz, ben mi yaptım bakalım!’’ Öğretmenimiz Nurefşan’a ‘‘gel buraya!’’ diyerek tahtaya kaldırmaya çalıştı. Nurefşan da: ‘‘Ben mi?’’ ‘‘Evet, sen Nurefşan! Gel bakalım!’’ ‘‘Ben mi öğretmenim?’’ ‘‘Evet sen kızım, sana söylüyorum…’’ Nurefşan ‘‘Bana mı efendim?’’ diye tekrarlatmaya çalışıp bir de bön bön bakınca öğretmenimiz sonunda çileden çıkıp; ‘‘Senden başka konuştuğum kimse mi var karşımda Nurefşan, sana söylüyorum işte!’’ diye bağırdı. Bu durumda bile Nurefşan sanki arkasında başka birisi varmış da laf ona söyleniyormuş gibi dönüp arkasındaki duvara bön bön baktı iyi mi! Bütün sınıf kahkahalara boğuldu. Sonunda alay konusu olduğunu gören Nurefşan koşup tahtaya doğru gitti. Öğretmenimiz Nurefşan’a tek ayak üstünde durma cezası verdi. Onun arada bir sızlanmasına dahi aldırış etmedi. ‘‘Gerçek söylüyorum, ben yapmadım öğretmenim.’’ ‘‘Sen birinci sınıftan böyle olursan, ileride kim bilir ne olursun Nurefşan.’’ deyip ‘‘Kaldır bir ayağını!’’ diye bağırırdı öğretmenimiz. ‘‘Belki doktor olurum öğretmenim, belki vali olurum öğretmenim, belki mühendis olurum öğretmenim.’’ derdi Nurefşan. İşte o zaman öğretmenimiz kızar ve kalkıp Nurefşan’ın kulaklarından tutardı. Haykırırdı Nurefşan: ‘‘Söz veriyorum öğretmenim, doktor da olmayacağım öğretmenim, vali de olmayacağım öğretmenim, mühendis de olmayacağım öğretmenim.’’ Acaba gerçekten sınıftaki sıraları Nurefşan mı ters çevirmiştir diye bütün sınıf düşünmeye başlardık. Sonra içimizde bir acıma duygusu meydana gelir ve öğretmenimizin onu affetmesini beklerdik. Öğretmenimiz ancak dersin sonunda affederdi Nurefşan’ı, o da sanki hiçbir şey olmamış gibi bizimle birlikte soluklanmaya çıkar, koşar, oynar, sınıfa girince hepimizden evvel davranıp; ‘‘Öğretmenim, öğretmenim!..’’ diye bağırmaya başlardı. Hiç kin tutmazdı Nurefşan, hiç küsmezdi. Sorardım: ‘‘Sen mi yaptın, sen mi çevirdin sıraları Nurefşan?’’ ‘‘Cık’’ derdi. İnanayım mı, yoksa inanmayayım mı? Paylaşmayı çok severdi Nurefşan. Evlerinden kesekağıdına sarılmış biri çökelekli diğeri yumurtalı iki tane yufka dürüm ve bir tane de otlu sac pidesi, yani şimdiki adıyla gözleme getirirdi. Uzun soluklanmada bahçe duvarının dibine çekilirdik, kız annesinin ısrarla koyduğu yumurtalı dürümü sevmediğinden yumurtalı dürümünü bana verirdi, çökelekli dürümünü ve otlu sac pidesini ikiye bölerdi ve yarım dürümü ve sac pidesini o yerdi, diğer yarım kısımlarını da bana verirdi. Bu azıkları kıtır kıtır yerdik ve düşler kurardık: ‘‘Şimdi bu yufkanın içinde başka ne olsaydı daha lezzetli olurdu?’’ ‘‘Acılı Adana Kebap..’’ ‘‘Hayır olmaz acısız Urfa Kebap daha iyi gider..’’ ‘‘Tahin helvası..’’ ‘‘Kavurma..’’ ‘‘Döner..’’ Düşler kurarken bazen zil çalar, çocuklar sınıflarına gider, biz yiyecek denizlerinde yüzerdik. O süreçte evinde zorunlu misafirlikten dolayı kalmak zorunda olduğum Kahveci Rıza Abi’nin sofrasına oturmaya da yüreğim el vermediği için akşam onların evlerine de aç gitmemiş ve yemek için harcayacağım parayı da daha başka ihtiyaçlarım için de harcamış oluyordum. Çünkü gece başımı yastığa koyunca karnım hala tok oluyordu. Yani Nurefşan’ın kese kağıdından çıkarıp benimle paylaştığı azıklar midemi tok tutmaya yetiyordu ve bana o gün o yiyecekler yetiyordu da artıyordu ve ne yalan söyleyeyim en mükellef sofrayı kurup önüme getirseler o lezzeti hiç almazdım. Çok üzülmüştüm öğretmenim Nurefşan’ı dersin tam ortasında yanımdan alıp başka bir sıraya oturttuğunda. Halbuki ben derste konuşmuyordum. ‘‘Ama o konuşuyor!’’ diyordu öğretmenimiz. ‘‘Şimdi onu en arka sıraya bir başına oturtacağım. Bakalım kendi kendine mi konuşacak Nurefşan…’’ Nurefşan kalemiyle konuştu, silgisiyle konuştu; ama yine konuştu. Bir müddet sonra da Nurefşan’ın babasının başka bir yere tayininin çıkmasından dolayı okuldan ayrılacağı ve babasının tayininin çıktığı yerdeki bir okula nakledildiği haberi duyuldu. O sabah son kez dersimizde yer aldı ve paydos zili çaldıktan sonra toz gibi ortadan kaybolup gitti. Bir daha onu hiç görmedim.
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.