Ben okula başladığım yıl dayımın oğlu Kamil Ağabey beni Horzumkeserler İlkokulu’na kaydetmek için götürmüştü. 1. sınıftan 5. sınıfa kadar herkesin birleştirilmiş tek sınıfta öğrenim gördüğü okulun bahçesinde siyah okul önlüğüyle şen şakrak oynayan çocuklar vardı. Oranın öğretmeni Mehmet Kutluay’ın yanına çıktığımızda Kamil Ağabey söze başladı: ‘‘Hocam, bak sana halamın oğlu Kazım’ı getirdim. Yalnız bu parlak çocuğu ikinci sınıftan okula kayıt yapacaksın.’’ dedi. Şaşkınlıktan küçük dilini yutacak hale gelen Mehmet Öğretmen ise şöyle karşılık verdi: ‘‘İyi ettin Kamil de bu nasıl olur allasen, daha okula dahi başlamamış, ilk sınıfı dahi okumamış çocuk nasıl ikinci sınıftan başlatılır, sen aklını mı kaçırdın?’’ Kamil Ağabey de kendinden emin biçimde: ‘‘Öyle söylüyorsun hocam amma bu çocuğu bide sen bi deneyiver hocam. Zehir zemberek çocuktur bu Kazım.’’ deyiverdi. Neticede Mehmet Kutluay beni okulun içine alıverdi, tahtanın önüne götürdü, elime tebeşiri verip kara tahtayı da göstererek bana: ‘‘Bu tebeşirdir, bu da kara tahtadır. Şimdi kara tahtaya yazacaksın, imtihan edeceğim seni…’’ dedi. Sonra bir süre düşünüp gözlerini bana dikerek: ‘‘Yaz, Horzumkeserler İlkokulu yaz bakalım tahtaya!’’ dedi. Ben de gayet kendimden emin biçimde kara tahtaya ‘‘Horzumkeserler İlkokulu’’ yazdım. Öğretmen de gülümseyerek: ‘‘Aferin, şimdi de benim adımı yaz!’’ dedi. Ben de şaşırarak sordum: ‘‘Adınız nedir öğretmenim, adınızı bilmiyorum!’’ deyince öğretmen de: ‘‘Ben Mehmet Kutluay, yaz bakalım tahtaya ‘Öğretmen Mehmet Kutluay’ diye!’’ dedi. Ben de tahtaya ‘‘Öğretmen Mehmet Kutluay’’ yazdım. Mehmet öğretmen de: ‘‘Oldu Kamil evladım, halanın oğlu Kazım’ı ikinci sınıftan mektebe kaydediyoruz, hayırlı uğurlu olsun.’’ dedi. Sonra bana dönerek: ‘‘Numaran 150, sınıfın da ikinci sınıf Kazım oğlum, okuluna hoş geldin.’’ dedi yanaklarımı okşayarak. Gelmişken namaz kılmak istediğimiz Horzumkeserler Camii’nin duvarının dibinde çarıklarımızı çıkarıyorduk çünkü çamurlu, karlı yollarda bata çıka, paytak paytak yürüye yürüye yol alıyorduk. Orta yere koyuyorduk, hem içlerine su dolduğu için kurusun diye hem de çarıklar eskimesin diye. Sonra da üzerine kocaman bir taş koyuyorduk. Çalınmasın diye önlem alıyorduk. Sonra da bir güzel üstünü temizleyip yola koyuluyorduk. Sonra Kamil Ağabey’le beraber dönüş yoluna koyulduk, varırken dağ yolunda yürüyorduk, hava karlıydı. Düşünün ki, hava karlı olmasına rağmen ayakkabılarımız pırıl pırıl haldeydi. Ayakkabılarımızın böyle olmasına bir keresinde dikkat kesilen Mehmet Kutluay bunun sırrını Kamil Ağabey’e sorduğunda Kamil Ağabey ser verip sır vermeyerek: ‘‘Mehmet hocam, orasını karıştırma!’’ deyiverdi. Mehmet öğretmen de anlayışla karşılayıp bir daha da bununla ilgili bir soru sormadı. Bizlerin pantolonları yataklarımızın altına konurdu, ütüleniyordu yatak ütüsüyle. Bu arada benim örgün eğitime doğrudan ikinci sınıfa başlamamı sağlayan tahtaya okulun ve öğretmenin adını yazma eylemimde etkili olan elbette ki bana bu temel okuma-yazmayı öğreten Musa Efendi’nin kızıydı. Ben okula başladığım yıl Musa Efendi’nin evinde kalmaya başlamıştım. Benim teyzemin kızı Fatma Doğan Musa Efendi’nin komşusuydu, aralarda Musa Efendi’nin evine gelirdi. Öğretmendi kendisi. O evde Musa Efendi’nin kızı bana her şeyleri öğretirdi. Hatta ilkokula başladığımda öğretmensizlikten dolayı ders işlenemediği için aradan yıllar geçip büyüse de hiçbir şey öğrenemeyip sınıfta kalan arkadaşlarıma göre çok daha avantajlıydım çünkü evine gittiğim Musa Efendi’nin kızı bana her şeyi nasıl öğrettiyse alfabeyi de öğretmişti, sağ olsun. Yine hiç unutmam, henüz okuma yazmayı öğrenmeden önce Atatürk ve manevi kızı küçük Ülkü’yü de Musa Efendi’nin kızından öğrenmiştim. Güneşli bir günde yine Musa Efendi’nin evindeyken kızının oturduğu iskemlenin yanında ayak altına atılmış bir kitap duruyordu. Kapağındaki resimde üç ayaklı kara tahtanın önünde, yüzü tahtaya dönük bir adamla bir kız çocuğu dikiliyordu. Adam küçük kızın tebeşir tutan eline yapışmış, tahtaya bir şeyler yazdırmaya çalışıyordu. Musa Efendi’nin kızı da bu kitabı alıp bana: ‘‘Bu kitap, ALFABE!’’ demişti. İşaret parmağını kitabın kapağındaki adamın üstüne koymuştu: ‘‘Bu ATATÜRK babamız.’’ Parmağını bu kez de kıza kaydırdı: ‘‘Bu da kızı ÜLKÜ. Sen de böyle okuyup yazacaksın inşallah Kazım.’’ dedi. Gerçekten de öyle olmuş ve kıza zamanda okuyup yazmayı sökmüştüm. Yine o süreçte okulumuza yeni gelen bir öğretmen de o gün bizim bilgimizi ölçecekti. Musa Efendi’nin kızı da okuma yazma bilgimizi ölçecek olan yeni öğretmenimizin önünde mahcup durumda kalmamam için bana şu dizeleri okutup ezberletmişti: ‘‘Babam bana oku, yaz da adam ol dedi Ben de okudum da, yazdım da, adam oldum. Sen de oku da, yaz ki adam ol.’’ Elbette ki Musa Efendi’nin kızı bana şunu tembihlemeyi de ihmal etmemişti: ‘‘Sana ezberlettiklerimi takır takır söyleme Kazım; öğretmen seni hiç bilmiyor, yeni öğrenen çocuk zannetsin. Okuldaki çocukların durumundan, köyün öğretmensizliğinden yeni öğretmeniniz muhakkak ki tanışma bahanesiyle oturup konuştuğu, hasbihal ettiği köy sakinleri vasıtasıyla haberdar olmuştur. Yani habersiz değildir. O nedenle sular seller gibi okuyacağına kekeleyerek oku ki öğretmenin ezber yaptığını anlamasın.’’ Ben de bu tembihe aynen kulak astım. Öğretmen beni tahtaya kaldırdığında da kekeleyerek, heceler halinde ezberlediğim dizeyi okuyuverdim: ‘‘Ba Ba-bam baana o-ku, ya yaz da aadam ol de-di. Be Ben de o-ku-dudum da, ya ya-dım da, aadam ol-dum. Sen de o-ku, ya yaz ki aadam ol.’’ Öğretmen de gülümseyerek: ‘‘Aferin Kazım, alkışlayın Kazım’ı!’’ diye haykırdı. Bütün sınıf beni ellerinin ayalarını çatlatırcasına alkışladı. Eeee okula içindeki bulunduğum şartlar yüzünden bir yıl geç başlama durumuma rağmen kekeleyip heceleyerek okuduğum bu dize sayesinde herkesin dökülüp sınıfta kaldığı ikinci sınıfı geçmeye hak kazanmıştım. Musa Efendi’nin kızı benim için yalnızca bir anne gibi, bir abla gibi değil, aynı zamanda da bir öğretmen gibiydi adeta. İşte bu Musa Efendi’nin kızı benim ceplerimi fındıkla, kuru kayısıyla, nohutla, kuru üzümle, fıstıkla doldururdu. ‘‘Hadi uğurlar olsun, bizim çocuğumuz’’ diye de kapıdan beni uğurlardı. Ceplerim zımba gibi doluyordu. Ben bir keresinde akraba çocuğum İbrahim Ağabey’i de götürmüştüm. Musa Efendi’nin kızı: ‘‘İbrahim’e de verelim bu çerezlerden.’’ demişti. İbrahim de: ‘‘Ben öyle şeylerden yemem.’’ diye kestirip atmıştı. Sonra beraber dışarı çıktığımızda İbrahim bana doğru dönerek: ‘‘Bir daha beni oraya götürme! Ben okulun duvarına kolumu uzatıp seni almaya gelirim. Seni orada beklerim.’’ demişti. Musa Efendi’nin kızından utandığını, iki sebepten dolayı utandığını; birinci sebebinin ona aşık olmak olduğunu, ikincisinin de okul çağındayken köyündeki okulundan öğretmenlerin kaçmasından dolayı derslerin işlenememesi yüzünden sınıfta kaldığından dolayı duyduğu utanç duygusu olduğunu söyledi. Ben İbrahim’i çok severdim. Çok iyi huylu, akıllı, zeki bir çocuktu. Hakikaten de İbrahim’in dediği gibi onların köyünün okulunda sık öğretmen değişikliği yaşanıyordu çünkü askerlik, tayin gibi mazeretler öne süren öğretmenler, aslında İbrahimlerin köyünün okulunu ‘‘garip okul’’ diye burun kıvırarak beğenmedikleri için çok uzun süreli kalmıyorlar, kaldıkları süre iki ayı geçmiyordu. İki ayı dolunca okulun çalışma ortamının kötü olduğunu öne süren öğretmenler kaçardı ve bu yüzden İbrahimlerin köyünün okulu sürekli öğretmensiz kalırdı. Böyle olunca da İbrahimlerin köyünün okulunda yıllarca adam gibi ders yapılamadığı için de öğrenciler sınıfta kalıyordu. Yıllarca okulda öğretmenlerden, derslerden yoksun zamanlar geçiren ve sınıfta kalan öğrenciler neredeyse askerlik, evlilik çağlarına gelmişti. Musa Efendi’nin kızı da neredeyse İbrahimlerin köyünün okuluna en son gelen öğretmenle aynı yaşta olunca İbrahim de ne zaman Musa Efendi’nin kızını görse hep köylerinin okuluna en son gelen öğretmeni hatırlıyormuş. İşte bunun çok zoruna gittiğini beyan eden İbrahim, Musa Efendi’nin kızına aşık olma ve öğretmensizlikten, ders işleyememekten dolayı sınıfta kalma sebeplerinin yanı sıra Musa Efendi’nin kızına bakınca aynı zamanda köylerine en son gelen öğretmen gözünün önünde canlandığı için bunu gurur meselesi yapıyor ve Musa Efendi’nin kızıyla karşılaşmak istemiyordu. Ama günün birinde İbrahim’in makus talihi hiç beklenmedik biçimde değişmeye başladı ve şansı yaver gitmeye başlayan İbrahim, tahsilini hızla ve başarıyla bitirdi ve Etibank’a maden mühendisi oldu. Bu adam işte; İbrahim Bozan’dı… Etibank’ta maden mühendisi olan İbrahim ağabeyime köylüleri hasetlik duygusundan dolayı ‘‘maden mühendisi’’ değil, ‘‘kömür mühendisi’’ diye hitap ediyorlardı. Ve bu İbrahim Bozan, bir müddet sonra Etibank’ın genel müdürlüğüne kadar yükseldi. İbrahim, çok hak gözeten bir adamdı. Çok olgun ve karakterli bir şahsiyetti. Bir gün ben İbrahim’e Dereköy’ün kahvehanesinde otururken: ‘‘İbrahim ağabey, biz konuşmayı ne zaman öğreneceğiz?’’ diye sordum. O da bana: ‘‘İşte konuşup duruyoruz ya…’’ diye cevap verdi. Ben de ona: ‘‘Ben farklı bir konuşmadan bahsetmiştim.’’ deyince İbrahim yüzüme imalı biçimde bakıp: ‘‘Hımmm, sen demek istiyorsun ki Kara Dayım gibi konuşmasını ne zaman öğreneceğimizi soruyorsun, anladım.’’ deyiverdi. Okula başladığımda beni okulun öğretmenine götüren kuzenim Kamil ağabeyimin babası olan Kara Dayım köyümüzde en güzel konuşan adamdı. Belki hiç mektep yüzü görmemişti, belki yayla köyünden hiç ayrılmamıştı lakin çok naif, çok nazik bir adamdı Kara Dayı… Zannedersiniz 40 yıl İstanbul’da yaşamış naif İstanbul beyefendileri gibi konuşuyordu Kara Dayı… Aynı zamanda benim annemin ağabeyi olan Kara Dayım’ın ağzından karşısındakiyle konuşurken asla ‘‘Efendim!’’ sözü eksik olmuyordu. İbrahim’e cevap verdim: ‘‘Evet, İbrahim ağabey. Ne güzel keşfettin mevzunun özünü… Ne demek istediğimi çok iyi idrak ettin.’’ İbrahim de: ‘‘Kazımcığım, bu senin dediğin şey bir Allah vergisidir. Kara Dayı gibi güzel konuşmak herkesin yapabileceği bir zanaat değildir kardeş.’’ dedi. Ben de: ‘‘İyi öyleyse’’ deyince İbrahim: ‘‘Ama dur bak, ne diyeceğim sana… Allah vergisi amma biz de bu erdemliliği zamanla öğrenebiliriz Kazımım. Yıllar geçtikçe zaman bunu bize öğretecek.’’ dedi. Ben de: ‘‘Sağol İbrahim ağabey, ne güzel konuştun.’’ dedim. Bu vesileyle Kara Dayımla ilgili önemli bir hususu da geçmeden etmemek lazım. Zira kendisi köyün en hamaratlı, becerikli adamıydı. Arıcılık yapardı, başka işler yapardı, elinden her iş gelirdi. Çok akıllı adamdı Kara Dayım… Kamil abinin babası, ilerleyen yaşına rağmen bütün köylülere her konuda taş çıkartan Kamil Ağa’nın da oğluydu… Bizim arı kovanlarını hep Kara Dayım açıveriyordu. Ballar teneke teneke olurdu. Bir ara onun arılarla meşgul olduğu bir anda onunla aramızda bir konuşma geçmişti. Sormuştum kendisine: ‘‘Bu arılar bizim yaylamızın doğasından mı besleniyorlar yoksa Ödemiş’in yaylasından mı besleniyorlar?’’ diye sormuştum. O da bana: ‘‘Yeğenim, bu zavallılar çok açgözlüdür. Bunlar öyle tahmin ediyorum, buranın yaylasını bırakıp Ödemiş’in yaylasına doğru gidiyorlar’’ dedi. ‘‘Ayaklarındaki ne oluyor bunların?’’ diye sormuştum ben de… ‘‘Yeğenim, ayaklarındaki çiçekleri yavrularına götürüyor. Çiçekler yavruya, yavruların vitamin ihtiyacını karşılıyor o çiçekler’’ dedi. ‘‘Bal nerede peki?’’ diye sormuştum. Bunun üzerine Kara Dayım: ‘‘Bal kursağında’’ diye cevap verdi. Ben 2 arıdan 21 arı yaptım bir baharda. Benim arılarım oğullarda oğul çıkardı. Kamil dayıyla biz güvele arıları, örümcek/ölecek arıları yaylaya götürürdük. Yaylada her kayanın altına birer arı kovanı sokardık.
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.