Hayatından bezmiş evli bir imam ve eşinin çocuğu olmamaktadır. Bu durum imamı çok sinirlendirmektedir. Bir gün eşi amcasının hastalığı üzerine köyüne gider. O akşamimamın evine garip bir adam gelir. o...
Eski zamanlardan kalma saatin alarmı çalmaya başlar başlamaz uyandı Avcı. Kış mevsiminin ayaz sabahı, o gün her zamankinden daha soğuk gibiydi. Gece uyumadan önce sobaya attığı odunlar çoktan küle dönmüştü. Saatin sesi o kadar kötüydü ki; her sabah irkilerek uyanmasına sebep oluyordu. Sırtının arkasında kalan bu melun aleti susturmak için döndüğünde, tam ortasındaki turuncu horozu kim bilir kaçıncı kez görüp, küfretti. Tüm mevcudiyetiyle nefret ettiği bu saati neden atmadığını hemen hemen her sabah düşünüyordu. Lakin saat tıkır tıkır çalışıyordu. Yıllardır bir kez bile bozulmamıştı. Enikonu cimri olan Avcı için yeni bir saat almak oldukça müsrif bir hareket olurdu. Titreyerek yatağın bir kenarındaki kalın gri hırkasını üzerine geçirdi. Karısı uyuyordu. Kısa bir uğraştan sonra yanan soba, odanın soğuğunu kırarken giyindi genç adam. Sobanın üzerindeki kazanda su hafifçe ılınmıştı. Bununla leğende abdest aldı. Caminin bahçesindeki lojmanda kalıyorlardı. Dış kapıyı açar açmaz yüzüne çarptı buz gibi hava. Parkasına sıkı sıkı sarıldı. Camiye ulaşmadan kar serpiştirmeye başladı. Kara küfrederken açtı kapıyı. Nerede olduğunu, birazdan ne yapmaya gittiğini hatırlamıyor gibi, ettiği küfürden hiç rahatsız olmadı. Ezana başlarken sesi çatladı ama genzini temizleyerek devam etti. Sesi çok güzeldi ama nedense hiç övülmemişti bugüne kadar. Hatta yüzüne söylemekten çekinmeyen birkaç kişi, döver gibi ezan okuduğunu, sabahları küçük çocuklarının korktuğunu bile söylemişlerdi. Bu onu öfkelendirmiş, mikrofonu her açışında aklına gelmiş ve daha da sertleşmişti. İçinde büyük bir öfkeyle doğmuş gibiydi. Kendisi öfkesinin farkında değildi çoğu insan gibi. Sorsalar; bunun normal olduğunu, herkes gibi birisi olduğunu iddia ederdi. Oysa öfke ve kin doluydu Avcı. Sert bir adam olan babası, doğar doğmaz onu kucağına almış: ‘’Av değil avcı ol bu hayatta. Adın Avcı olsun! ‘’ demişti. Küçük bir çocukken utancı olan bu isme, büyüdükçe alışmıştı. Hatta daha sonraları gururlanmıştı bile kimsede olmadığı için. Bir din adamı için gururlanmak da, öfkelenmek kadar yanlış olsa da, çoğu zaman yanlışlarının farkında olamıyordu. Yatılı okulda, çevresinin etkisiyle dindarlaşmış ve zaman içerisinde de kendini bu yola adamıştı. İmam olarak İstanbul’da bir camiye atanmıştı. İşini sevdiği söylenemezdi. O, okuduğu kitaplardan etkilenerek tamamen eski zamanlardaki gibi bir hayat sürmek istiyor ama bunu pek başaramıyordu. Hayatı ezan okumak, namaz kıldırmak, vaaz vermekle geçiyordu. Oysa fırsatı olsaydı, din adına çok daha büyük işler yapabilirdi. Namazı kıldırdıktan sonra eve döndü. Karısı Yıldız uyanmıştı. 25 yaşındaki Avcı’dan beş yaş küçüktü Yıldız. Kimsesizdi. Bir yıl önce annesi bulmuştu köyden. Avcı’nın içindeki öfkeden o da nasibini alıyordu. Evleneli henüz bir yıl olmasına rağmen hır gürleri bitmiyordu. Gerçi Yıldız Avcı’ya sesini çıkartamazdı. Ürkek bir kuş gibiydi. Avcı parkasını çıkartıp masaya baktı. Menemen sahanı tam ortada duruyordu. ‘’Oooo, hangi dağda kurt öldü de bunu yaptın? ‘’ dedi alaycı bir havayla. ‘’Konserve domates yapmıştım ya yazın, onunla yaptım. Sen de seversin. ‘’ dedi Yıldız kocasının sesindeki alayın farkında değilmiş gibi davranarak. Çayları doldurup Avcı’nın tam karşısına oturdu. Sessizce yemeye başladılar. Yemekte konuşulmasını sevmezdi adam. ‘’Nimete saygısızlık! ‘’ derdi. ‘’Namazını kıldın mı? ‘’ dedi sertçe. ‘’Kılmadım. ‘’ dedi Yıldız. Avcı’nın yüzü asıldı. ‘’Neden? ‘’ ‘’Günüm geldi. ‘’ dedi titrek bir sesle Yıldız. Öfkeyle çatalını masaya fırlattı Avcı. Sahana çarpıp seken çatal yere düştü. Genç kadın irkilip sarardı. ‘’Allah belanı versin! Sana insan gibi yemek ye, diyorum. Bir deri bir kemiksin, döl tutmuyorsun! ‘’ diye bağırdı adam. Yıldız cevap vermeden yerdeki çatalı alıp temiz bir çatal getirip kocasının önüne koydu. ‘’Kaldır şunları! İnsanda iştah mı bırakıyorsun! ‘’ dedi adam sahanı iterek. Evleneli bir yıl olmuştu ve Yıldız bir türlü hamile kalamamıştı. Camiye gelenlerin, dışarda esnafın sorularından bıkıp usanmıştı Avcı. Geçen gün kunduracı İsmet’e uğramıştı ve adam bir çay içmesini teklif etmişti. Çaylarını içerken konu gene oraya gelmişti. Bir an kafasını kaldırdığında İsmet’in, çırağına bıyık altından güldüğünü görmüştü. Öfkeyle eve döndüğünde, bir bahane yaratıp tokatlamıştı karısını. İndirdiği her tokatta İsmet’le çırağını tokatlıyor gibi rahatlamıştı. Yıldız doktora gitmek istiyordu ama Avcı, doktor konusu her açıldığında bağırmaya başlıyordu. Ona göre; 36 beden olan Yıldız’ın hamile kalamamasına sebep zayıflığı, az yemek yemesiydi. ‘’Nimete küsmek günah demiştin geçen gün. ‘’ dedi yumuşak bir sesle kadın. Avcı sahana diktiği bakışlarını hırsla Yıldız’a çevirdi. ‘’Sen bana işimi mi öğretiyorsun? Ben bu hale gelene değin ne kadar okudum, biliyor musun sen?‘’ diye bağırdı. Kafasına yumruğuyla üç kez sertçe vurdu. ‘’Bu kafanın içindeki bilgileri biliyor musun sen? Sen kimsin ki? Okuma yazman bile yok, geçmiş karşıma bana akıl öğretiyorsun. ‘’ Yıldız hafifçe öksürdü. ‘’O ne demek eşim, ben sadece hatırlattım sana. Hem güçten düşme diye. Erkenden kalkıp bu soğukta evden çıkıyorsun. Aç kalırsan hastalanırsın diye. Bir de… ‘’ ‘’Bir de ne? ‘’ diye gürledi karısının duraklamasından sonra Avcı. ‘’Ben Ortaokulu bitirdim. Okumam, yazmam var. Böyle olmasaydı, liseyi de okuyacaktım. ‘’ dedi. Avcı’nın ağzı şaşkınlıkla açıldı ve öylece kaldı. Sanki ilk kez görüyormuş gibi karısını süzmeye başladı. Annesi alıp eve getirdiğinde, kendisininkine yakın boyu, ince bedeniyle kadını pek beğenmemiş, zayıf bulmuştu. ‘’Hem yetim hem öksüz oğlum, düzenli yiyince kilo alır, doğurunca da zaten semirir. ‘’ demişti anası. O anda başını kaldıran Yıldız, Avcı’ya bakmış, iri yeşil gözleri olduğunu fark etmişti genç adam. Klasik köylü kadınlarının kullandığı yemenisinden görünen siyah saçları kıvır kıvırdı. ‘’Gözlerine sürme çekmiş, ne biçim yetim! ‘’ demişti alaycı bir sesle. Ama beğenmişti kızı. Anasının dediği gibi, kilo alırsa iyice güzelleşebilirdi. ‘’Allah’tan sürmeli oğlum. ‘’ demişti Hacer Hanım biraz böbürlenerek. Çok güzel bir kız bulmuştu oğluna. Kimsesiz olduğu için, huysuzluk da yapamazdı. Çünkü gidecek hiçbir kapısı yoktu. Avcı içinden sevinmişti. Talih ona ilk kez gülüyordu. Kabul etti evlenmeyi. Annesine biraz para verdi kızın üstü başı için. Sonradan dayanamayıp uzak bir semtten iki takım iç çamaşırı aldı. Artık yalnız gecelerine renk gelecekti. Neler yapacağını hayal ederken, kendi kendine sırıttığını fark edip silkindi. Nikahları kıyılıp Yıldız eve geldiğinde, Avcı’nın ikindi ezanını okumak için camiye gitmesi gerekiyordu. Gelinlik yerine beyaz bir elbise almıştı anası. Bir kenarda mahzun bir ifadeyle oturan kadına baktı. İçi içine sığmıyordu. ‘’Ben bir ezan okuyup geleyim. ‘’ dedi. Namaz da kıldıracaktı oysa. Yıldız sesini çıkartmadı. Tam camiye girmek üzereyken birisi kolunu tuttu. Aşağı mahalleden imam arkadaşı Ali’ydi. ‘’Nereye? ‘’ dedi sırıtarak. ‘’Hadi doğru evine… Bugün ve yarın ben senin görevini üstlendim. Yeni evlisin sen. Git biraz dinlen. ‘’ Avcı kızardı. ‘’Gerek yok. ‘’ derken kekeledi. ‘’Hadi hadiiiiiii! ‘’ derken sırtına bir yumruk indirdi Ali. Cemaatten gülenler oldu. ‘’Çarşamba sabah ezanında görevine başlarsın. ‘’ diye bağırdı Ali arkasından. Utanmıştı ama sevinmişti de Avcı. Akşamı zor etmiş, yatağa girince adeta saldırmıştı kıza. Zayıflığına rağmen göğüsleri iriydi. Avcı bir kez daha şaşırdı şansına o gece. Sabaha kadar uyumadılar. Aslında iki gün boyunca çok az uyudular. Çarşamba günü, neredeyse ezana yetişemeyecekti. Çabucak yıkanıp boy abdesti alıp evden çıktı. Aklı Yıldız’daydı. İlk zamanlar iyi davranmıştı karısına. Kendine göre iyi… Azarlamıyordu bile. Fakat hiç sohbet etmemişti. Sadece gerekli konularda konuşurlardı. ‘’Yemek ne yapacaksın?’’, ‘’Mavi gömleğimi ütüledin mi? ‘’, ‘’Pazara giderken başını iyice ört, saçın görünmesin. ‘’, ‘’Bugün dolma yapayım mı? ‘’, ‘’Havalar da ne soğuk! ‘’ gibi… Derinlemesine bir sohbet bir yana, on cümlelik bir sohbet ettiklerini bile hatırlamıyordu Avcı. Cahil sandığı karısı, ortaokulu bitirmişti. Alaylı alaylı güldü: ‘’Demek liseyi de okuyacaktın. Sonra ne olacaktı? Üniversiteye mi gidecektin? Karşıdaki orospu gibi kendi başına mı yaşayacaktın? Biz de seni namuslu bir kız diye aldık. ‘’ deyip cık cıkladı. Bir yıldır ilk defa Yıldız’ın gözlerinde şimşekler çaktığını gördü: ‘’Kimse benim namusuma söz söyleyemez. ‘’ dedi soğuk bir sesle. Kalkıp Avcı’nın önünden yemek tepsisini alıp odadan çıktı. Avcı hem bozulmuş hem de şaşırmıştı. Bir an ne yapacağını ne söyleyeceğini şaşırdı. Kadının diklenmesine kızmıştı ama dürüstlüğünden de memnun kalmıştı. Sonunda, normal bir tonda: ‘’Getir tepsiyi, nereye götürüyorsun? Aç mı bırakacaksın beni? ‘’ diye bağırdı. Yıldız tepsiyi getirip masanın üzerine bıraktı. Odadan çıkarken, kalçasına baktı. Elbise dışa doğru çıkan kalçasına yapışmıştı. Tahrik olmuştu. Ama kendine hakim oldu. Bir yıl boyunca hiç gündüz sevişmemişlerdi. Menemeni yiyip ekmeğiyle iyice sıyırdıktan sonra düşündü: ‘’Karı benim helalim değil mi arkadaş? İstediğim saatte sevişirim. ‘’ İyice aklına yatmıştı. ‘’Yıldız, buraya gel! ‘’ diye bağırdı. Genç kadın telaşla içeriye girdi. Beline kadar varan siyah kıvır kıvır saçları açıktı. Evde örtü takmıyordu. İyice azan Avcı, sofrayı toplamaya başlayan kadını bileğinden tutup somyanın üzerine itip üstüne çullandı. Avcı’nın karşıdaki orospu dediği 30 yaşlarında bir gazeteciydi. Yalnız yaşıyordu. Yakışıklı bir sevgilisi vardı. Arada sırada gelip kadının evinde kalıyordu. Avcı bunu hazmedemiyordu. Mahalleliyi örgütleyip kadını göndermeyi denemişti. Fakat kadının hepsine bir iyiliği dokunmuştu, o yüzden kimse Avcı’ya katılmamıştı. ‘’Bize ne? Kadının bir zararını görmedik, aksine iyiliğini gördük. Kapısını kapatınca ne yaptığı bizi ilgilendirmez. Günahsa, onun günahı.‘’ diyorlardı. Avcı bu duruma çok içerliyordu. Hepsinin menfaatçi olduklarını, kimsede ahlak denilen bir şey kalmadığını düşünüyordu. Daha dün çarşıdan dönerken görmüştü. Kısa bir şortla askılı bir bluz vardı üzerinde. Uzun beyaz bacakları, pürüzsüz gerdanı ve etli dudaklarıyla bir şehvet tuzağı gibiydi. Kumral saçlarını tam tepesinde toplamıştı. Erkeklerin kendisine nasıl baktıklarını fark etmiyor olamazdı. Son anda tamamen onu hayal ettiğinin bile farkında değildi. ‘’Tam bir cehennemlik! ‘’ dedi kendini sırtüstü yatağa bırakırken. Hazzında kadının büyük bir payı olduğunu düşünmüyordu bile. ‘’Kim? ‘’ diye sordu Yıldız giyinirken. Sorunun üzerine, yüksek sesle konuştuğunu fark etti. ‘’Elif denen kadın. ‘’ dedi. ‘’Gözlerine lens takıyormuş. Kahvede duydum. ‘’ Cevap vermedi Yıldız. Zaten Avcı, kadının hiçbir zaman birisi hakkında yorum yaptığını duymamıştı. Kapı güçlü güçlü çalınınca heyecanlandı birden. Sabah sabah, oturma odasında çırılçıplak yatıyordu. Cemaatten birisi gelmiş olabilirdi. Yıldız arkasına dönüp ona bakınca: ‘’Bekle. ‘’ dedi ve hızlı hızlı giyinmeye başladı. ‘’Şu başını da ört! ‘’ Giyinmesi bitince kapıyı açtı genç adam. Tanımadığı yaşlı bir adam vardı karşısında. Gündüz vakti ne işi vardı bu moruğun acaba? Tam da keyfi yerindeyken hem de. ‘’Hikmet Emmi, hoş geldin. ‘’ diyerek öne geçti Yıldız. Adamın elini tutup öptü. ‘’Girsene içeriye! ‘’ Avcı ters ters baktı karısına. Elin herifini şimdi ne demeye eve davet ediyordu? Daha gusül abdesti alacaktı. ‘’Hikmet Emmi babamın en yakın arkadaşıydı. Bizim köyden… Hacer Annemin de uzaktan akrabası olur. Bildin mi? ‘’ dedi. Avcı hatırladı. Yıldız’la evlenmelerine aracı olan adamdı bu. Ana tarafından uzak bir akrabalarıydı. Nikahtan önce annesi bahsetmişti adamın aracı olduğundan ama yıllardır görmediği için bir anda tanıyamamıştı. ‘’Buyur emmi. ‘’ dedi kenara çekilirken. ‘’İnşallah kalıcı değildir. ‘’ diye düşündü. Adam kötü haberlerle gelmişti. Yıldız’ın amcası çok hastaydı. Hatta ölmek üzereydi. ‘’Allah şifasını versin! ‘’ dedi. Yıldız’ın ağlamaya başladığını görünce: ‘’Hani senin kimsen yoktu. Nereden çıktı bu amca? ‘’ dedi. Okuldan sonra, bir gün içinde, karısı hakkında bilmediği ikinci şeyle yüzleşiyordu. Bu kadarı onun için fazlaydı. ‘’Yaşlı bir amcam var o kadar işte. ‘’ dedi kadın ağlamaya devam ederek. ‘’Zırlamayı kes de, sofra kur çabuk. ‘’ dedi. Kadının kıpırdamadığını görünce: ‘’Kime diyorum kız! ‘’ diye bağırdı. Yıldız odadan çıkarken, Hikmet Emmi hoşnutsuz bir ifadeyle Avcı’ya baktı. ‘’Aç değilim. Dediğim gibi; Akif amca ölmek üzere. Kızı son kez görmek, helalleşmek istedi. Biz bir an önce gidelim de, vakit geçmeden yetişelim. Canını vermek üzere. ‘’ dedi. ‘’Nereye? ‘’ dedi gözlerini kısan Avcı. Duyduğunu idrak edemiyor gibiydi. Emmi ters ters baktı. Bir sessizlik uzadı aralarında. O sırada elinde siniyle Yıldız girdi içeriye. Masanın üzerine bıraktı. Kavurma, peynir, zeytin, salata ve akşamdan kalan barbunya ile yufka ekmek vardı. Sobanın üzerindeki çaydanlıktan iki bardağa çay koydu. Avcı yiyeli çok olmamıştı ama misafir alınabilir diye iki kişilik hazırlamıştı. ‘’Buyur Hikmet Emmi. ‘’ dedi. Adam oturup yemeye başladı. Çayından bir yudum alıp Avcı’ya baktı: ‘’Söyle hanımına da hazırlansın. ‘’ dedi. Avcı yerinde bir siftindi. İnce bıyığının altında hareketlenen üst dudağı yukarıya doğru yamuk bir şekilde kalktı. Beğenmediği bir şey olduğunda ortaya çıkan bu tiki Yıldız iyi bilirdi. Başını önüne eğdi. Sofranın başına oturmuş olmasına rağmen ne bir şey yiyordu ne de çay içiyordu. Gözleri kızarmıştı. Belli ki ağlamamak için direniyordu. ‘’Bilemedim şimdi. ‘’ dedi Avcı. Amacı Yıldız’ı göndermemekti. Yaşlı adam kafasını bir tarafa çevirip içinden ‘’la havle’’ çekti. ‘’Ulan neyi bilemedin? Adam ölüyor dedim sana. Kızın hayattaki tek atası. Daha neyi düşünüyorsun? ‘’ Avcı bozuldu. Adam haklıydı haklı olmasına da, Yıldız’dan da ayrılmak istemiyordu. Genç karısının sağladığı konfora alışmıştı. Üstelik yapısında vardı muhalefet. Şimdi bu nereden çıkmıştı! Bir de ulan demişti. Karşısındaki koskoca bir imamdı. Sinirlendi ama bu uzaktan akrabaya bir saygısızlık yapmayı göze alamadı. Böyle bir şey duyulursa hem annesinin hem de köylünün vereceği tepki pek de iyi olmazdı. Avcı öyle büyük hareketlerle ön plana çıkmayı sevmezdi. ‘’Yok emmi, yanlış anladın. Af buyur, bir hamilelik durumu vardı da, hani yolda bir kaza olur diye ben… ‘’ Cümlenin sonuna doğru sesi çatallandı ve sustu. Yüzü kıpkırmızı olmuştu. Adam dönüp Yıldız’a baktı: ‘’Öyle mi kızım? ‘’ dedi. Yıldız çabucak kocasına bakıp kızardı. ‘’Öyle bir durum olabilir diye düşündük, kesin değil. ‘’ dedi. Sonra önüne baktı. Oldum olası yalan söylemeyi beceremezdi. ‘’Eşekle gitmeyeceğiz ya! Ben arabayla geldim, yavaş yavaş götürürüm. Hadi kızım sen hazırlan, üstüne başına bir şeyler al, bir hafta kalırsın. ‘’ dedi. Avcı kıpırdandı. ‘’Üçünü yapıp gelseydi bari. ‘’ dedi cılız bir sesle. Hikmet Emmi ters bir bakış atıp: ‘’Hemen bu gece öldürdün bakıyorum adamı! Tövbe tövbe! ‘’ dedi azarlarcasına. Yıldız hazırladığı çantasıyla kapıda görünene kadar konuşmadılar. Yaşlı adam Avcı’yla tokalaşıp Yıldız’a dışarda bekleyeceğini söyleyip çıktı. Avcı çok sinirliydi. Hem Yıldız gideceği için hem de karısının önünde azarlandığı için… İçinden Yıldız’a sert bir tokat atmak geldi ama cüret edemedi. Köyden dönmeyiverirse ne yapardı? Elini cebine daldırıp cüzdanını çıkartıp 200 lira uzattı. ‘’Al, bu yanında dursun. ‘’ dedi. Yıldız uzattığı paraya şaşkınca baktı kaldı. Tek akrabası ölüm döşeğindeydi ve arkasından bu 200 lirayla ne yapılabilirdi ki? Avcı ona sadece evin ihtiyaçları için para verirdi. O yüzden kendisine ait bir parası yoktu. Öyle bir kenara birkaç kuruş atayım da biriksin gibi bir şeyleri asla düşünmezdi bile. ‘’Ne bakıyorsun? Beğenemedin mi? ‘’ dedi. Yıldız bir cevap vermedi ama her olasılığa karşı diğer odaya geçip sandıktan altın bileziklerinden birisini alıp, çantasına koydu. Yıldız’la yaşlı adam gittikten sonra Avcı öğle namazına kadar sedirde oturdu. Karısına kötü davranıyor, kızıyordu ama ev o olmadan bomboştu. Yokluğu sinir bozucuydu. Bu bir haftayı nasıl geçireceğini bilmiyordu. Üstelik evde yemek de yoktu. Eli bu işlere hiç yatkın olmayan adamın aklına bekarlık günleri geldi. Kahvaltı ya da yumurta yerdi devamlı. Arada komşulardan bir kap yemek gelirse, ancak öyle sıcak bir yemek girerdi midesine. Para harcamayı sevmezdi, o yüzden dışarda yemek yemezdi hiç. Yıldız’la da hiç dışarda yememişlerdi. ‘’Tabii herif bu gece ölürse bir haftada gelir. Ölmez sürünürse daha fazla sürer. Bende bu şans varken, yaşar bu herif bir ay daha! ‘’ dedi yüksek sesle. Öğle namazından önce banyoya girmesi gerekiyordu. Sobanın üzerinden güğümü alıp banyoya gitti. Yıldız’ın kesesi olmadan yaptığı bu çabuk banyodan hiç memnun kalmasa da abdestini alıp giyindi. Dönünce Yıldız’a bir elbise almaya karar verdi. Fazla da sıkmamak gerekiyordu. Çocuğu olmasa da, karısından memnundu Avcı. Hem güzeldi hem de söz dinliyordu. Yemekleri de çok lezzetliydi. Yoğurdunu, salçasını kendisi yapıyor, dolaba kışlık malzeme saklıyordu. Tutumluydu. Kendisi için bir şey istediğini duymamıştı bugüne kadar. Kadın ped bile kullanmıyordu. ‘’Ayda bir paket ped alamayacak durumda değilim. ‘’ diye düşündü. Kadının yokluğu daha ilk saatlerden balyoz gibi çarpmıştı benliğine. O gün suratı her zamankinden daha fazla asıktı. Aslında suratının farkında değildi. Namazdan sonra vaaz vermedi. Cemaatten Hilmi adında birisi yanına yaklaştı. Çok geveze ve sulu olan bu adamı hiç sevmezdi Avcı. Her zaman münasebetsizdi ve sadece kıt zekalıları güldüren şakalar yapardı. Hızlandı ama adam arkasından yetişti. ‘’Hoca Efendi, bugün iyice bir suratsızdın. Hayrola yenge evden mi kovdu? ‘’ dedi. Sonra da anormal yüksek sesli bir kahkaha attı. Avcı sinirle dudağının içini ısırdı. İçinden yükselen güçlü bir yumruk atma isteğini güç bela bastırdı. ‘’Senin durumunda olan birisi için fazla neşelisin. ‘’ dedi. Hilmi şaşırdı. Yüzünde masum, saf ve gerçek bir hayret vardı. ‘’Ne varmış durumumda? ‘’ dedi. Avcı cevap vermeyip yürüyüp gitti ama içinden söylenmeyi de ihmal etmedi. ‘’Ne varmış durumunda? Cehennemlik olman yetmiyor mu? ‘’ Neyse ki Hilmi peşinden gelmedi. Eve girince geçmek üzere olan sobaya birkaç odun attı ve namaza kadar biraz kestirdi. İkindi ve akşam namazından sonra, yatsıya kadar olan süreçte yemeğini yerdi hep. Sıkıntılı bir gün oldu. Akşam namazını kıldırıp eve girince dolabı açtı. Kahvaltılıklar, salata için yeşillik, büyük bir sahanda 15-20 civarı yumurta, yine büyük bir tasta kavurma ve reçel kavanozları vardı. Derin dondurucu bölümünde sebze de vardı ama kim pişirecekti? Sonra gözüne küçük kiremit kaptaki yoğurtlar ilişti. Çok güzel yapardı yoğurdu Yıldız. Üzerlerinde kalın bir kaymak tabakası olurdu. Bir tanesini alıp tepsiye koydu. Yanına biraz ekmek aldı. Bu akşam da yoğurt ekmekle doyuracaktı karnını. Yarın yumurta falan yapardı artık. Tam sobanın üzerine çaydanlığı koyup kaşığını yoğurda daldırmıştı ki kapı çaldı. Küçük, kibar yumruklarla çalınıyor gibiydi. Yıldız mı diye umutla ayağa kalktı. Ama aslında bu mümkün değildi elbette. Kapıyı açınca bir an küçük bir şok yaşadı. Karşısındaki kadın gülünce, şaşkınlıkla ağzının açık olduğunu fark etti. Kızararak toparlandı. Karşıdaki apartmanda oturan Elif gelmişti. Hani o her zaman dedikodusunu ettiği, mahalleden kovdurtmak istediği Elif… Elinde orta boy bir tencere vardı ve acayip derecede ağzını sulandıran bir kokusu vardı. Öksürerek genzini temizledi. ‘’Buyurun? ‘’ dedi. Ama aslında sesinin tonu daha çok: ‘’Kapımda ne işin var? ‘’ der gibiydi. Kadın gülümsemesini bastırmak istercesine alt dudağının bir kısmını ısırdı. ‘’Size yemek getirdim. ‘’ dedi tencereyi uzatarak. Şaşıran Avcı tencereyi almayı bile akıl edemedi. Bu kadın neden yemek getirmişti şimdi acaba? Daha önce hiç getirdiğini görmemişti. ‘’Neden? ‘’ dedi sonra. Hala tencereyi almamıştı. Elif bu sefer açık açık gülerek tencereyi tekrar uzattı: ‘’Alın lütfen! Merak etmeyin; içine zehir koymadım. ‘’ Avcı bozuldu ve gülmesine sinir olsa da tencereyi aldı. ‘’Yıldız’ı gördüm giderken. Ağlıyordu. Amcası çok hastaymış. Evde yemek olmadığı için üzülüyordu. Ben de dolma yapıyordum, size de getirmek istedim. ‘’ dedi. Birden kan beynine hücum etti Avcı’nın. Yıldız’ın bu edepsiz kadınla konuşması, tanışması adamı sinirlendirdi. Üstelik sevmediğini bile bile… ‘’Tanıştığınızı bilmiyordum. ‘’ dedi. ‘’Tam karşıda oturuyorum Avcı Bey. ‘’ dedi kadın imalı imalı. Sonra iyi akşamlar dileyerek gitti. Elindeki tencereyi alıp oturma odasına giden adam kapağı açıp kokuyu içine çekti. Şimdi bu kadının getirdiği yemeği yiyecek miydi? Olduğu gibi çöpe dökmeyi istedi bir an. Kim bilir abdesti bile yoktu. Ama tencerenin içindeki yaprak sarmaları kalem gibiydi ve kuru biber dolmaları da çok güzel görünüyordu. Yemeğin, burnuna dolan inanılmaz lezzetli kokusu, onu çöpe dökmesine engel oluyordu. Dayanamayıp bir tane sarma aldı. Üstelik etliydi. ‘’Çok güzel be! ‘’ dedi damağında iyice ezerken. Tencerede 3 büyük tabaklık dolma ve sarma vardı. İki günlük yemeği çıkmıştı. Hem neden atsındı ki? Nimete saygısızlık yapamazdı. Hele de bir imam olarak… Boğazına düşkündü. Biraz da turşu çıkartırdı yanına. Mutfağa geçip tencereyi tezgaha bırakıp buzdolabını açtı. Turşu kavanozunu dışarıya çıkarttı. Doyana kadar yese namazda zorlanacaktı. En iyisi yatsıyı kıldırıp yemekti. Banyoya gidip abdest aldı ve camiye doğru dolmanın hayaliyle yürüdü. Ezan okurken de unutmadı, namazdan sonra kendisine akıl danışıp sohbet etmek isteyenleri dinlerken de… Sanki bilerek eve gidişini engellemeye çalışıyorlardı. Artık midesi guruldamaya başlamıştı. Kabanına daha sıkı sarıldı ki; üşüdüğünü anlasınlar. Eve girdiğinde saat 21.00 olmak, soba geçmek üzereydi. Hemen külü boşaltıp ateşi harladı. Sobanın üzerindeki güğümün içine su ekledi. Yanına da küçük çaydanlığı koydu. Yemeğini hazırlamak için mutfağa geçeceği sırada kapı çaldı. Şaşırdı Avcı. Bu saatte gelen olmazdı. Yıldız mı döndü acaba diye düşündü. Ve Avcı kapıya doğru yürüdü. Geleceğine yürüdü. Ölümüne yürüdü. Doğumuna, yeni bir insana evrilişine yürüdü. Avcı bir dönüm noktasındaydı ve dünyası tepetaklak olmak üzereydi ama elbette o bunu bilmiyordu. Kapıyı açtı. Bu gün içerisinde kaçıncı şaşkınlığıydı bu? Karşısında hiç tanımadığı bir adam duruyordu. Adam Avcı’ya gülümsedi ve Avcı adamı tanır gibi oldu. Ama nereden tanıdığını bilemedi. Yuvarlakça bir yüzü ve çekik kahverengi gözleri vardı. ‘’Buyurun. ‘’ dedi. ‘’Bir Tanrı misafirine verecek yerin var mı imam efendi? ‘’ Avcı şaşırdı. Hangi devirde yaşıyorlardı? Tanrı misafiri mi kalmıştı artık? Ne cevap vereceğini şaşırmış bir durumda tereddüt etti. Ama her şey bir yana; o bir imamdı. Yani bir din adamıydı. Yardımı, paylaşmayı, iyilik yapmayı öğütleyen vaazlar veriyordu. Bu durumda nasıl bu adamı geri çevirebilirdi ki? Her ne kadar istemese de, silkinip kapıyı iyice açtı. Üstelik ‘’ Tanrı Misafiri’’ kültürlerinde saygı gören bir deyimdi. ‘’Buyur beyim. ‘’ dedi. Adam içeriye girerken hafifçe silkinip üzerindeki kardan kurtuldu. Ayakkabılarını çıkartıp içerdeki ayakkabılığa düzgünce koydu. Üzerinde koyu yeşil kalın, aba gibi bir hırka ve elinde siyah küçük bir çanta vardı. Avcı sobanın hemen arkasındaki sediri işaret edip: ‘’Geç otur. Üşümüşsündür. Üstün de inceymiş.‘’ dedi. ‘’Ben de yemek yiyecektim. Açsındır herhalde. ‘’ Sedire oturan yabancı gülümsedi. Bu gülümseme kahverengi gözlerine kadar yansımıştı. Tam olmasa da hafif yuvarlak yüzü, adama sevimli, güvenilir bir ifade veriyordu. ‘’Epey gecikmişsin. Evet, ben de açım. Bir şeyler atıştırabilirim. ‘’ dedi. Avcı mutfağa geçip siniyi çıkardı. Dolmayı paylaşmak istemiyordu. ‘’Acaba buzdolabına kaldırsam da, kahvaltı mı çıkarsam? ‘’ diye düşündü. Elinden yemek yapmak gelmiyordu. Yıldız gelene dek, zaten yemeksiz kalacaktı. Hiç olmazsa bu dolmayla iki gün idare ederdi. Siniye iki tane kiremit kapta yoğurtla ekmek, yeşil soğan, biraz peynir turşu koydu. Odaya geçip siniyi masanın üzerine koydu. Adam siniye bakıp hafifçe gülümsedi. Sobanın üzerindeki çaydanlığı görünce: ‘’Çay da var, bardak getireyim. ‘’ dedi. Mutfakta bardakları hazırlarken gözü tencereye takıldı. İçinde bir rahatsızlık vardı. Dolmayı saklamak kendini kötü hissettirmişti. Sebebini bilmediği bir şekilde, adamın dolmadan haberdar olduğu, tencereyi sakladığını bildiği gibi bir his doğmuştu içine. Hemen raftan iki tane yemek tabağı alıp dolmayla doldurdu. Tabakları da masanın üzerine yerleştirip sandalyeye oturdu. Karınlarını doyururlarken hiç konuşmadılar. Zaten Avcı’nın açlıktan kıpırdayacak hali kalmamıştı. Arada bir göz attığında adamın tabağındaki yemeğin küçük bir kısmını ayırıp zarif hareketlerle yediğini fark etmişti. Çok az yiyordu. Sadece bir biber dolmasıyla, dört tane sarma yemişti. En sonunda tabağını ekmeğiyle sıyıran Avcı çaylarını koydu. ‘’Yalnızsın. ‘’ dedi adam. ‘’Evliyim. Eşimin amcası ölüm döşeğinde, bugün köye gitti. ‘’ Adam başını eğdi. Bir süre sustu. ‘’Düğünler ve ölümler insanları bir araya toplar. İnsanlar sevinçleri de, acıları da paylaştıkça birbirlerine bağlanırlar, güçlerine güç katarlar. ‘’ dedi. Avcı odadaki varlığını fazlalık olarak görüp utandı bir anda. ‘’Bizim bir akraba götürdü. Ben de imam olunca malum… ‘’ dedi ama cümlenin sonunda sesi azaldı ve ne diyeceğini bilemedi. Kızarmıştı. Kendi sesinden gıcık kaptı. ‘’Yerine bakacak kimse yok mu? ‘’ dedi adam üstüne düşerek. Sanki onu çok ilgilendiren bir konuymuş gibi, ısrarla soruşu canını sıkmıştı ama ne de olsa evinde misafirdi, kabalık etmek istemiyordu. Daha da önemlisi; nedenini bilmeden, bu adama karşı bir saygı duyuyordu. ‘’Var aslında da… ‘’ deyip sustu yine. Odadaki ışık tüm parlaklığını yitirmiş, dışardan eve taşan sesler kaybolmuş gibiydi. Sanki tam orası dünyanın merkezi, ikisi de hayatta kalan son kişiler gibiydiler. Kendisini, bir yabancı, varlığına acıyan bir dost gibi başka bir yerden izliyordu sanki. Ne diyeceğini bilmez şekilde susup önüne bakıyordu. ‘’Bir evde birisi ölünce; orada her şeyi çekip çevirecek güçlü birileri olsa iyi olur. Yakınları üzgün olurlar. Onları işlerden muaf tutmak iyi olur.‘’ Avcı kendini azarlanan bir çocuk gibi hissetti. Başını kaldırıp adama bakamıyordu. Haksız mıydı? İnsanın karısının kötü gününde yanında olması gerekmez miydi? Bir de yanına 200 lira vermişti. Adam içinden geçenlerin farkındaymış gibi: ‘’Gelene gidene yemek dağıtmak gibi bir adet var. Üzgün insanların yemekle uğraşmaları da zordur. ‘’ dedi. Avcı düşündü. Eskiden, köyde, bir yakınını kaybeden ailelere yemek yapıp götürürlerdi ama şimdilerde pek böyle adetler kalmamıştı. Ölüm olan evin sahibi pide, lahmacun, etli pilav gibi yemekler yaptırıp gelenlere ikram ediyordu. Tabii maddi durumu elveriyorsa… 200 lirayla ne yaptıracaktı ki kadın? Karısının amcasını önemsememiş, onun için bir şey yapmak gelmemişti içinden. Avcı boşalan bardağı alıp çay doldurdu. Yapmadıklarını hatırlatan bu adama içinden hınçlanmıştı. Sanki fikrini sormuştu. Gelip kapıya dayandığı yetmiyor gibi bir de aile işlerine burnunu sokuyordu. Aslında öfkesi kendineydi. Bunu o da biliyordu. ‘’Sen nereden gelip gidiyorsun? ‘’ dedi konuyu değiştirmek için. ‘’Bir kadın ve bir adamın boşanması gerekiyordu. Onun için geldim. ‘’ Avcı bozuldu. Talak yani boşanma, dine göre pek sevimli bir şey değildi. Bir de açık açık söylüyordu utanmadan. Ona duyduğu saygıda hatalı olduğunu düşündü. Karşısındaki adam misafiriydi ama böyle bir şeyi kabul etmesi, sessiz kalması da düşünülemezdi. Üstelik bir imamdı. Hafifçe öksürdü: ‘’Böyle sevimsiz bir konuda yardımcı olman hiç doğru değil. ‘’ dedi. Adam gülümsedi. Gülümseyişinde garip bir şeyler vardı. Konuşmadan önce bir an baktı. İçini okur gibiydi. ‘’Olması gereken olur ve bazen kötü gibi görünen şeylerin, aslında bizim için ne sürprizler doğuracağını bilemeyiz. Aynen bir yemeğe konulan malzemelerin çiğken midemize oturacağı gibi, bazı sevimsiz şeyler de, zamanın tenceresinde pişince ziyafete dönüşebilir. Zaten olan oldu çoktan.‘’ ‘’Bu ne biçim bir açıklama! ‘’ diye düşündü Avcı ama yorum yapmadı. ‘’Boşanmanın neresi iyi olacakmış acaba? ‘’ diye düşündü. ‘’Düşün ki; karısına çok kötü davranan bir adam olsun… ‘’ dedi adam nazikçe. Avcı kendine hakim olamayarak araya girdi: ‘’Neden karısına kötü davransın ki bir insan? Bir hatasını görmüştür belki. Bu durumda da haklı sayılmaz mı?‘’ dedi. Adam gülümsedi. Ağır ağır gözlerini kaldırıp Avcı’ya baktı. ‘’Ne gibi hata? ‘’ dedi. Avcı bir süre düşündü. ‘’Kocasından geç kalkıyordur ya da onun istemediği birileriyle görüşüyordur Bunun gibi şeyler… ‘’ dedi. ‘’Ve bunlar karısına kötü davranmasına sebep, öyle mi? ‘’ Avcı içinden Yıldız’ı düşündü. Bazen uyuyakalırdı ama uyumlu ve sakin bir kadındı. Şirret, kocasına türlü hakaret eden kadınlar görmüşlüğü vardı. Onların yanında Yıldız bal gibiydi. Fakat bir türlü hamile kalamamıştı. İnceydi. Belki de bu yüzden hamile kalamıyordu. Bu da onu, cemaatin gözünde alay edilecek bir duruma düşürüyordu. Hatta bunu dile getirmekten kaçınmıyorlardı bile. Daha iki gün önce Kör Niyazi, katarakttan dolayı gözleri çok az gördüğü için bu şekilde çağrılıyordu, sen daha baba olmadın, anlamazsın dememiş miydi? Bir şekilde aşağılanıyordu. Erkekliğinden, gücünden sorgulanmak onu sinirlendiriyordu. Boylu poslu adamdı. Sertti. Hiçbir eksiği yoktu. ‘’Tabii ki değil de, yani durduk yere yapmayan da olabilir anlamında… ‘’ Sesi bir kez daha incelip kayboldu. Bu hiç tanımadığı, evinin başköşesinde oturup kendisine patron gibi yukardan bakan adamın yanında neden böyle ezik hissettiğini anlayamıyordu. Adam ukala ya da terbiyesiz değildi. Hatta ondan, anlayamadığı bir saygı hissi kendisine çarpıyordu. Ama onun yanında, olduğu kişiden utanıyordu. Nedenini bilmediği bu duygu, öğretmeninin önünde bir öğrenci gibi dikkatli olmasını, dikkatli konuşmasını sağlıyordu. İlk kez kendisinden utandığını hissetti. Adam kaldığı yerden devam etti: ‘’Bu adam belki bir gün çok daha kötü bir şey yapacak ya da karısı bir ömrü eziyetle geçirecek. Varsa çocukları da bundan etkilenecekler. Belki de daha büyük bir felaket yaşanacak. ‘’ ‘’İyi de bunu önceden bilmek mümkün değil ki! Belki de bir şey olmayacak, belki o adam düzelecek? ‘’ dedi soru sorar bir edayla. ‘’Öyleleri de vardır elbette. ‘’ dedi adam. Bardağındaki son yudumu içti. Avcı onun çayını tazeledi. İçinden konuşmak, dertleşmek, bu adını bile bilmediği adamla sohbet etmek geliyor ama nereden başlayacağını bilemiyordu. Hemen mutfağa koşup bir tasa doldurduğu akide şekerini getirip masaya koydu. Adam kırmızı bir şeker alıp ağzına attı. ‘’Yıldız da kırmızıları sever. ‘’ dedi yumuşak bir tonla. Bunu neden söylediğini kendisi de anlayamadı bir an. Adamda, insanı konuşmaya yönlendiren bir eda vardı. ‘’Yıldız eşin mi? ‘’ dedi. Avcı başını salladı. ‘’Aile her şeyden önemlidir. Huzurumuzu, sağlığımızı, maddiyatımızı bile aile içindeki saygı, sevgi ve hoşgörü belirler. Öncelikle eşinle aranda bir yakınlık bir sevgi olmalı. Bunlar saygıyla harmanlanmalı. Nasıl bir duvar örerken araya harç konmadan o duvar sağlamlaşmazsa, saygının olmadığı yerde sevgi de kalıcı olmaz. Gözümüzle göremediğimiz maddeler vardır. Bunlar aramızda gidip gelir. Bu maddeleri sözlerimizle, hareketlerimizle pişiririz. ‘’Acı sözle helva pişmez, balla karıştırılan sirke tatlanır. ‘’ ‘’Peki bunları o boşanacak aileye de söyleyecek misin? ‘’ dedi Avcı. Adam gözlerini gözlerine dikti. Koyu kahverengi, içinde bal rengi anaforların olduğu, insanı mıhlayan etkili gözleri vardı. ‘’Söyledim ya! ‘’ dedi. Avcı buz gibi oldu. Birden titremeye başladı. Sanki kendisine söylüyordu. Kızardı, yüzünü ateş bastı. Ne yapacağını bilemeyince bardağını alıp mutfağa koştu. Boncuk boncuk terlemişti. Havluyla yüzünü kurulayıp tezgaha dayandı. Yıldız’dan boşanır mıydı? Hayır, bunu asla düşünmezdi. O kadar bencildi ki; Yıldız’ın kendisinden ayrılmayı isteyebileceği aklına bile gelmiyordu. Kimsesizdi, nereye gidecekti ki? Hem yakışıklıydı Avcı. Hatta çok yakışıklıydı. Sadece aylığı değil, köyden de eline epey para geliyordu. Parasının fazlasını bankaya koyardı ve hesabı yüklüydü. Bu rahatlığı bırakacak kadın olamazdı. Ama düşününce; bu paranın Yıldız’a ne faydası vardı? Evlendiklerinden beri ona ne zaman bir para vermişti? Hala evlenirken alınan üst başla idare ediyordu. Onlar da çok bir şey değildi. Neden böyle yapıyordu ki? Bankada, iki tane ev alabilecek kadar parası birikmişti. Pek ala da bırakabilirdi Yıldız kendisini. İki tane temiz çay bardağı alıp içeriye döndü. Yanlış anlamış olmalıydı. Kendisini neden boşatsındı ki? Tanımıyordu bile adamı. ‘’Köyde arazileriniz vardır herhalde. ‘’ dedi adam konuyu değiştirerek. ‘’Var. ‘’ dedi Avcı. ‘’Ne yetiştiriyorsunuz? ‘’ ‘’Zeytin. ‘’ ‘’Sadece zeytin mi? ‘’ ‘’Biz zeytinle uğraşıyoruz sadece. Ama çam dolu bir bölge de var. Bazılarında künar olur, onları toplarız ama satmayız. Zaten bir kısmını da teyinler yer. ‘’ ‘’Sincap ha! ‘’ dedi adam gülerek. Avcı da güldü. Köyde sincaba teyin derlerdi. Herkesin bildiği bir şey değildi tabii bu. ‘’Peki künar olmayan çamları neden kesmiyorsunuz? ‘’ diye sordu misafir. ‘’Koskoca çamlar kesilir mi? Yazık, günah! ‘’ ‘’İşe yaramıyorlar ama? ‘’ dedi adam. ‘’Olur mu öyle şey? Gölgeleri yeter! Ayrıca, çam ağaçları bizim nefes alıp vermemiz için büyük fayda sağlarlar. Çoğu bilmez bunu.‘’ dedi hafiften böbürlenerek. Adam tatlı tatlı gülümsedi. ‘’Meyvesiz ağaç da işe yarıyor demek. ‘’ dedi tekrar o anlamlı gözlerini Avcı’nın gözlerine dikerek. Yine kendisine söyler gibiydi. Meyvesiz deyince üzerine alınmıştı. İyi de bu adamın çocuksuz olduğunu bilmesi mümkün müydü? Hem böyle düşünüyor hem de onun kendisiyle konuştuğundan zerre kadar şüphe duymuyordu. Konuşmadı. Başını önüne eğdi. ‘’Bilmem ki beyim. ‘’ dedi. ‘’Genelde öyle derler. ‘’ ‘’İnsan önce kendisi bir bütün olmalı. Bu ne demek? Varlığına teşekkür edip, ihtiyacı olan ne varsa içinde olduğunu anlamalı. Başkasına muhtaç yaşarsa eğer, gün gelip o kişi gidince ne olacak? Çok arzuladığı şey belki onu daha büyük bir hedeften alıkoyacak. Yaradanın vermediği şeyde bir bildiği yok mudur sence? ’’ Cevap bekliyor muydu, bilmiyordu Avcı ama adama hiç bakmıyordu. Uzayan sessizliği bir şey söyleyerek bölmeye çabalamadı. Öyle bir sessizlikle dolmuştu ki oda; sessizliğin şiddetinden neredeyse camlar çatlayacak, soba bir ateş topu gibi alev alacaktı. Arkasında kalan sobayı öyle güçlü hissediyordu ki; dönüp bakması gerekmiyordu. Ateş onları dinliyordu tıpkı bütün eşyalar gibi. Avcı bir an, odada görünmeyen ama ayakta hazır ikisini izleyen bir sürü insan, hayvan, varlık varmış gibi hissetti. Hissetmekten de öte bir şeydi bu. Yalnız değillerdi. Titremeye başlamıştı. Odada canlı olmayan bir şey kalmamıştı. Yerde duran halının desenleri bile canlanmış harıl harıl titreşerek yanıyordu. Adam ayağa kalkıp bir bardak su getirip uzattı: ‘’Al iç. ‘’ dedi. Avcı suyu içti ve rahatladı. Tadı o kadar lezzetli ve soğuktu ki; kendi evinde olduğunu bilmese, suyun nereden geldiğini sorardı. ‘’Dost elinden içilen su şifadır. ‘’ ‘’Sağ olasın beyim. ‘’ dedi titrek bir sesle. Avcı. ‘’İçinde her şeyi hallettiği anda ışıldamaya başlar kişi. Bütün güçlü duygularına bir dizgin vurup, onların efendisi olmayı öğrenebilmeli insan. Zaaflar ve beyin hapishane gibidir. Düşünceler bizi hapseder ve düşünceler hapishanenin kapısını açarlar. Kendisiyle mutlu olan insan, çevresindekileri de mutlu eder. Unutma; karşımızdaki insanlar bizim aynalarımızdır, bizi yansıtırlar. Ne zamanki o ayna körelir, o kişi alır başını gider. Gitmelidir de… Hiç duydun mu; hepimiz düşünceden, enerjiden ibaretiz diye?‘’ Avcı cevap vermedi. Ne diyebilirdi ki? Bunlar onu aşan şeylerdi. Başka birisi söylese; ‘’Kafir kafir konuşma. ‘’ derdi. Ama şimdi dili, dimağı tutulmuştu sanki. Varlığının mevcudiyetiyle bu adamın önünde küçük bir okul öğrencisi gibi itaatkar olması gerektiğini anlıyordu. Dervişinin önünde diz çöken mürit gibiydi. ‘’Düşünceleri, enerjileri denk olmayanlar ayrılmak zorundadırlar. Her bitiş her ayrılık bize yeni bir dünya sunmak içindir. Ne ayrılıktan kork ne ölümden! İkisi de kainatın bize armağanıdır. Çünkü ikisi de yeni bir yol ayrımı yeni bir kapıdır. Her birinde, sıyrılıverir üzerindeki elbise. Tıpkı bir yılanın deri değiştirdiği gibi değişir, yeni bir varlık oluverirsin. ‘’ Adam ayağa kalktı. ‘’Ben bir elimi, yüzümü yıkayayım. Sonra da bir yer gösterirsen uyuyayım. Erken kalkmam gerek. ‘’ Avcı ona tuvaleti gösterdi. Yatmasını hiç istemiyordu aslında. Keşke sabaha kadar konuşsa! Konuşsa da dinlese onu Avcı! Ama misafir erken kalkması gerektiğini söyledi, ısrar etmek olmaz. Hemen yatağına temiz bir çarşaf serip yastık kılıflarını değiştirdi. Yatağını ona verip kendisi de kanepede yatacaktı. Zaten topu topu iki odaları vardı. Fakat diğer odayı depo gibi kullanıyorlardı. Eşyayla dolu ve soğuktu. Soba bu odada olduğu için, hem burada oturuyorlar hem de yatıyorlardı. Bir de temiz pijama çıkarttı. Başucuna bir bardak soğuk su koydu. Adam gelince yatağı gösterip pijamayı verdi. ‘’Kaç saattir konuşuyoruz ama adını bile bilmiyorum. ‘’ dedi. Adam gülümsedi. ‘’Arkadaşlarım bana Dolphin derler. ‘’ ‘’Neeee? ‘’ dedi hiçbir şey anlamayan Avcı. ‘’Dolphin… ‘’ ‘’Gayr-ı müslim anlaşılan. ‘’ diye düşündü. Böyle bir adamdan etkilenmesine içerlemişti. Bir şey söylemeden tuvalete gitti. Orada pijamasını giydi. Bu adam neden adını söylemeyip lakabını söylemişti ki? Kocaman adamın acayip bir lakabı olmasını hiç hoş karşılamamıştı ama eliyle sinek silkeler gibi düşüncelerini uzaklaştırmaya çalıştı. Düşüncelerini duymasından korkuyordu. Geri döndüğünde adam giyinmiş yatağa oturmuş, siyah bir deftere bir şeyler yazıyordu. ‘’Işığı kapatabilirsin. ‘’ dedi defteri kapatıp yanındaki komodinin üzerine bırakırken. ‘’İşin varsa açık kalsın. ‘’ dedi Avcı. ‘’Yok, son satırları yazdım. Sabah erken gideceğim, beni ağırladığın için teşekkür ederim. ‘’ dedi. ‘’Ben de namaz için çok erken kalkıyorum. Kahvaltı yaparız. ‘’ dedi Avcı ışıkları kapatıp yatağına yatarken. ‘’Ben söyleyeyim de… Bana evini, sofranı açtın. Hiç aç kalma ve yediğimiz lezzetli dolma kadar iyi piş. Yapanın hünerli ellerinden çok yüreğinin ateşiyle pişmiş, belli ki! Bizden ona selam olsun! ‘’ dedi. Avcı mırıl mırıl teşekkür ederken Elif’i düşündü. Hiç hoşlanmadığı, tasvip etmediği kadının yemeğini gayet de rahat yemişti. Keşke adama, nasıl bir kadına dua ettiğini söyleyebilseydi! Hatta, daha da iyisi, o rezil kadın burada olsaydı da, adamın vurucu sözlerinden nasibini alabilseydi diye geçirdi içinden. ‘’Unutma; içimizde hem iyilik hem de kötülük var. Bu bir dualitedir. Karşıtlık birbirini tamamlar. O yüzden her yerdedir. Peki o en çok hangisini seçiyor? ‘’ dedi birden adam. Avcı şaşırdı. Elif’i düşündüğünü anlamış olabilir miydi? ‘’O kim? ‘’ dedi. ‘’O, senin yargılarındır sadece. Hadi artık uyuyalım. ‘’ dedi Tanrı Misafiri.
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.