Bazı aşklar fısıltıyla başlar, fırtınaya dönüşür...
Seren, lise yıllarından beri Okan' karşı susturamadığı hisler besler. Ama Okan hep bir bilmece gibi ne tamamen gider ne de gerçekten kalır. Onun ...
Arkamda oturuyor. Tam iki sıra geride. Dönüp bakmamak elimde değil. Ne zaman gözlerimi tahtaya diksem, sanki omzumdan bir şey beni dürtüyor gibi hissediyorum. Dön Seren, bak… Orada, Okan. İlk gün gördüğümde içimde bir şey kıpırdamıştı. Kendime hala açıklayamadığım bir şey. Belki sadece meraktı. Ya da öyle sanıyordum. Ama bugün, bu kaçıncı dönüp bakışım bilmiyorum. Birkaç defa göz göze geldik. Başta tesadüf sandım ama sonra… sonra onun da beni izlediğini fark ettim.
Zeynep, teneffüste beni sınıftan Tuğçe ve Ezgi’yle tanıştırdı. Güler yüzlü görünseler de tuhaf enerjileri vardı. İçim ısınmadı. Belki de fazla yapmacık geldiler bana. Ezgi sürekli birilerini çekiştiriyor, Tuğçe ise onu pohpohlamaktan başka bir şey yapmıyordu. Yine de yalnız kalmak istemedim. Okan zaten kimseyle konuşmuyordu. Ben de öyle. Sanki aramızda sessiz bir anlaşma gibiydi. Konuşmasak da birbirimizi fark etmiştik sanki.
Derste yine kalemimi oynatıyor, tahtadaki yazıları sadece bulanık gölgeler gibi görüyordum. Aklımın tam ortasında bir çift kahverengi göz vardı. Dayanamayıp tekrar döndüm. Bu kez o da bana baktı. Gülümsedi mi yoksa ben mi öyle sandım bilmiyorum. Kalbim o an ritmini kaçırdı. Ve ben o anda bir gülüşüyle içimde neler olabileceğini ilk kez fark ettim. Dersin son zili çaldığında, sınıf bir anda uğultuya boğuldu. Herkes kitaplarını toplayıp kapıya yönelirken ben hala yerimdeydim. Göz ucuyla dönüp baktım. Gitmemişti. Çantasını yavaşça topluyor, sanki etrafındaki kalabalığı görmüyordu. Tam o an bakışlarımız bir kez daha kesişti. Bu sefer kaçırmadı gözlerini. Ne yapacağımı bilemeden ayağa kalktım. İçimdeki tuhaf kıpırtı, midemde kelebek gibi çarpan o his… “Seren saçmalama,” dedim içimden.
Zeynep koluma girdi, beni koridora doğru çekiştirdi. Tuğçe ve Ezgi çoktan ilerlemişti bile. Zeynep neşeyle bir şeyler anlatıyordu ama ben hiçbirini duymuyordum. Arkamda ayak sesleri… hemen dönmedim. Sadece adımlarını dinledim. Aynı yönde mi yürüyoruz yoksa sadece aynı koridorda mı?
Bahçeye çıktığımızda Tuğçe sigarasını yakmış, Ezgi’yle dedikoduya başlamıştı bile. Kimden bahsettiklerini bilmiyordum yine de birinden “o kadar çirkin ki” diye bahsettiklerine emindim. Sustum çünkü içimde başka bir uğultu vardı. Gözlerim farkında olmadan kalabalığı tarıyordu. Onu arıyordum.
Ve işte… birkaç adım ötemdeydi. Okan. Elinde telefon, yüzünde yine o boş ama derin ifade. Göz göze gelmedik ancak yakındık. Aynı okul bahçesinde, aynı anda nefes alan iki insan gibi değil. Sanki bir şekilde aynı hikâyenin içine düşmüş gibiydik. Bir anlığına gözlerini kaldırdı. Bu kez kaçmadım bakışlarından. İçimden bir ses, “bu daha başlangıç,” dedi. Bahçede hava serinlemeye başlamıştı. Sonbaharın o hafif keskin kokusu her nefese siniyordu. Tuğçe sigarasını yavaşça üfledi. Ezgi ise kolunu ceketinin içine sokmaya çalışıyordu. Zeynep gözlerini devirdi. “Ya tamam, kötü çocuk tipi var ama… ne bileyim yani fazla gizemli.”
“Kimden bahsediyorsunuz?” diye sordum kızlara. Zeynep gözleriyle önümden geçen esmer, uzun boylu kıvırcık saçlı bir çocuğu işaret etti. Çocuğu tanımıyordum bu yüzden yorum yapmadım. Ezgi konuyu değiştirdi. “Ya kızlar, bu sınıf bayağı sıkıcı. Bir grup mu kursak? Hani böyle saçmalayacağımız, geyik yapacağımız bir yer?”
“Olur,” dedi Zeynep hemen. “Ama grubun adı ne olacak? Orası önemli?”
Ben yerimde kıpırdandım, biraz çekinerek, biraz da heyecanla sordum. “Beyza Alkoç’un Karantina kitabını okudunuz mu?” Üçü de başını salladı. Okumamış olsalar da adını duymuşlardı.
“Mahşerin Dört Atlısını da duymuşsunuzdur o halde. Bayılıyorum onlara. Grubumuzun adı öyle olsun mu?”
Tuğçe gülümsedi. “Fena fikir değil. Kulağa havalı geliyor.” Ezgi telefonunu çıkarıp grup oluşturmaya başladı. “Tamam, Mahşerin Dört Atlısı… Grubun simgesine de kafası yanmış bir unicorn koyuyorum. Uyar mı?”
“Tam bizlik,” dedi Zeynep.
Grup kurulmuştu. Kahkahalar arasında bildirim sesleri birbirini izledi. O an bir parçamın ilk defa bir yere ait hissettiğini fark ettim. Yalnız değildim artık. Hala her şey yeniydi ama içimde küçük bir ışık yanmıştı.
Eve vardığımda hava iyice kararmıştı. Montumu askıya astım, ayakkabılarımı çıkardım. Evde sessizlik hakimdi. Annem mutfakta yemek hazırlığı yapıyor, babam salonda yine haberlere gömülmüş oturuyordu. Odama çekildim. Çantamı yere bıraktım ve yatağa uzandım. Gün boyunca Okan’ı kaç kez düşündüm bilmiyorum. Göz göze gelişimiz, o hafif baş hareketi…
Telefonum titredi. “Mahşerin Dört Atlısı” grubunda Zeynep bir şey yazmıştı. İçim ısındı, gülümsedim. Ayağa kalkıp balkonuma doğru yürüdüm. Sokak lambalarının altında sararan yapraklar savruluyordu. İçimde tuhaf bir heyecan, tatlı bir gerginlik vardı. Hem arkadaş grubum olmuştu hem de… iki sıra arkamda oturan, varlığıyla beni diken üstünde tutan biri vardı artık.
Telefonuma yeniden baktım. Mesajlara cevap yazmadım. Sadece ekrana uzun uzun baktım. Sanki yazsam kalbim açık edilecekmiş gibi. Zeynep’le göz göze geldiğimiz bir an geldi aklıma; okul çıkışında bahçede bana “gözlerini kaçırma, o da sana bakıyor” dediği o an… Telefonu kenara koydum. Gözlerimi kapadım.
Yarın ne olur hiç bilmiyorum ama içimde çok uzun zamandır hissetmediğim kadar gerçek bir şey vardı. Gözlerimi kapatmamla birlikte boşluğun içine düştüm sanki. Bilinçsiz ama farkında. Gerçekle hayalin arasında bir yer.
Rüyamda okuldaydım, hiç kimse yoktu. Koridorlar sessizdi. Ayak seslerim yankılanıyordu. Adımlarım beni sınıfa götürdü. Kapı aralıktı. Hafifçe ittirdim. İçerisi karanlıktı, sadece camdan süzülen soluk bir ışık vardı. Tahtanın önündeyse biri duruyordu. Sırtı dönüktü. Tanıdık bir siluet. Okan.
Adını söylemek istedim ama sesim çıkmadı. Dilim tutulmuştu sanki. O an, o da dönüp bana baktı. Gözleri simsiyah görünüyordu. Yine de korkutucu değildi… Sanki içimdeki her duyguyu okuyormuş gibi.
“Elimi tutsan ne olurdu?” dedi.
Boğazım kurudu. Ne cevap vereceğimi bilemedim. O an rüzgâr esti sınıfın içinden. Perdeler dalgalandı. Kitaplar havalandı. Ama biz kıpırdamıyorduk. Okan, yavaşça yanıma geldi. Elini uzattı. Tereddüt ettim. Bir adım daha attı. Dudaklarımın kenarında hafif bir titreme hissettim. Kalbim delice atıyordu.
“Beni düşünüyorsun,” dedi. “Biliyorum.”
Okulun zili çaldı. O kadar yüksek sesle çaldı ki irkilerek uyandım.
Gözlerimi açtığımda sabah olmuştu. Güneş, perde aralığından odama sızıyordu. Elimi kalbime götürdüm. Rüya hala içimdeydi. Sanki yaşanmış gibiydi. Ve… onun sesi kulaklarımdaydı.
“Beni düşünüyorsun… biliyorum.”
Birkaç saniye tavana bakarak bekledim. “Kendine gel Seren,” dedim kendi kendime. “Sadece bir rüya.” Ama o cümle, “Beni düşünüyorsun,” hala kulaklarımdaydı. Kalktım, pijamamı çıkarıp okul formamı giydim. Aynada yüzüme baktım. Göz altlarım biraz morarmıştı. Genel olarak fena değildim. Birkaç fırça darbesiyle saçımı düzlettim. Biraz da makyaj yaptım. Abartmaya gerek yoktu ama tamamen salaş da görünemezdim. Hele ki Okan iki sıra arkamdayken…
Kahvaltıya inmeden önce çantamı kontrol ettim. Edebiyat defterim, kalemliğim, kitabım, Beyza Alkoç’un Karantina kitabı hepsi çantamdaydı. Okulda Zeynep’le devamını konuşuruz belki. Mutfağa indiğimde annem klasik ‘hadi geç kalacaksın’ bakışını atıyordu. Bir tost kaptım, kahvemi içtim ve ayakkabılarımı giyerken saçlarımı son kez toparladım. Kapıdan çıkarken annem seslendi.
Yolda Zeynep’le mesajlaştık. Ezgi’yle Tuğçe de okul bahçesinde olacaklardı. Mahşerin Dört Atlısı grubu sabah enerjisiyle toplanıyor anlayacağın.
Okulun kapısından içeri adım attığımda durup derin bir nefes aldım. Bahçede hava serindi ama içimdeki tuhaf sıcaklık üşümemi önlüyordu. Ders zili çaldı.
Sınıfa girdiğimde, Okan çoktan gelmişti. Göz ucuyla bakmamaya çalışarak yerime oturdum. Yine de bu aklımın onda olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Acaba o da bu dersi seviyor muydu? Hiç sanmıyordum. Kapı açıldığında herkes aniden toparlandı. Ekinci Hoca içeri girdi. Her zamanki ciddi ama karizmatik haliyle. Siyah ceketinin altındaki gömlek muntazamdı. Edebiyatın ciddiyetini temsil ediyordu sanki. “Bugün Karahanlı Dönemi’ne geçiyoruz,” dediğinde gözlerim parladı. İşte benim alanım.
İçimden ‘keşke beni tahtaya kaldırsa’ diye geçirdim ki… “Seren sen bu konuyu seviyordun değil mi?” dedi hocam.
Gözlerim büyüdü. Bir an donakaldım. Sonra kendimi toplayıp “Evet hocam,” dedim sadece. Adımlarımı tahtaya doğru atarken sınıfı hissetmemeye çalıştım. Okan’ın bakışlarını neredeyse ensemin arkasında hissediyordum. İçimden dönüp baksam mı diye geçirdim ama kendimi tuttum. Yüzümdeki sakin ifadeyi korumaya çalışarak kalemi elime aldım. “Karahanlı Dönemli, Türk edebiyatında İslamiyet etkilerinin görülmeye başladığı ilk dönemdir,” dedim. Sesim şaşırtıcı şekilde netti. “Bu dönemde Arapça ve Farsçanın etkileri artsa da Türkçenin yapısı hala çok güçlüdür. Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig adlı eseri bu döneme aittir ve siyasetname tarzında yazılmıştır.”
Konuşurken, kelimeler sanki içimden akıyordu. Tahtadaki yazılarla bile bağ kuruyordum. Edebiyat, her zaman bana iyi gelmişti. Kelimelerin güvenli sığınağında olmak gibiydi bu. Hocam başını salladı onaylarcasına. “Peki sence bu eser halk üzerinde nasıl bir etki bırakmıştır?” diye sordu.
“Toplumun ahlaki düzenini oluşturmak için yazılmış. Bilgelik, adalet, mutluluk gibi kavramlar üzerinden yöneticilere rehber olmayı amaçlıyor,” dedim.
Yerime dönmek için tahtadan indiğimde gözüm ister istemez Okan’ın oturduğu sıraya kaydı. Bakıyordu. Hem de doğrudan bana. Birkaç saniyeliğine… sonra gözlerini kaçırdı. Yerime oturduğumda elimdeki kalemle oynamaya başladım. Kalbim, dersin ilk zilinden beri durulmamıştı. Zil çaldığında, sınıf bir anda hareketlendi. Kalem sesleri yerini sandalye gıcırtılarına, fısıltılarsa daha yüksek kahkahalara bıraktı. Defterimi kapatıp başımı hafifçe kaldırdım. Gözüm istemsizce yine iki sıra arkama kaydı. Okan, sınıftaki birkaç erkekle kendi arasında bir şeyler konuşuyordu. Arada bir başını geriye atarak gülüyordu. Ne konuşuyorlardı bilmiyorum ama onun kahkahası kalabalığın içinde bile ayırt ediliyordu.
“Konu hoşuma gidiyor. Bazen fazla konuşuyor gibi hissediyorum.”
“Yok ya güzel oldu. En azından sınıf biraz canlandı.”
Tuğçe ve Ezgi de yanımıza geldi. Dördümüz birlikte sınıfın en sakin köşesine çekildik. Pencere kenarına geçip dışarıyı izlerken diğer yandan da okul sonrası ne yapacağımızı konuşuyorduk. “Akşam facetime yapalım mı?” dedi Tuğçe.
“Olur ama ben biraz geç bağlanırım,” dedim. “Önce yemek sonra kitap.”
“İlham veriyor,” dedim omuz silkerek. Sohbet devam ederken bir an sessizleşip başımı hafifçe çevirdim. Okan’la göz göze geldik. O da bana bakıyordu. Birkaç saniyeliğine gözlerimiz birbirine takıldı. Sonra o başını çevirip arkadaşlarına döndü, ben de hızlıca pencereden dışarı baktım.
Kalbim hızla atıyordu yüzümde de belli etmemeye çalıştığım küçük tebessüm vardı. Sözde belli etmiyordum.
Zeynep bana bakıp kaşlarını kaldırdı. “Yine mi o?”
“Ne yine mi o?” dedim kaçamak bir gülümsemeyle.
“Bakıştınız. Sen söylemesen de yüzünden belli.”
“Bakmadım canım, yanlış görmüşsündür.”
“Aynen, gökyüzüyle flörtleşiyordur kesin,” diye cevap verdi Zeynep. Kahkahamı bastıramadım.
Eve geldiğimde üstümdekileri çıkardım, saçımı topuz yaptım ve kendimi yatağa attım. Gün boyu Okan’a dönüp durmaktan boynum tutulmuştu sanki. Bunu düşünmemem gerektiğini kendime kaçıncı kez hatırlattım bilmiyorum ama yine de gözümde onun sınıfta hafifçe gülümseyen hali canlandı. Uff! Zeynep haklı, ben gerçekten bu çocuğa fena kaptırdım kendimi.
Telefonuma uzandım “Mahşerin Dört Atlısı” grubundan gelen mesajlar bildirimleri doldurmuştu. Tuğçe, “8 gibi görüntülü konuşalım. Hem ödev hem dedikodu yaparız,” yazmıştı. Saat tam 8 olduğunda görüntülü arama geldi. Üçü de sırayla ekranda belirdi. Tuğçe’nin arkasında küçük kardeşi bağırarak çizgi film izliyordu, Ezgi’nin saçı başı dağılmıştı, Zeynep ise evin içinde yürüyerek konuşuyordu. Gülüştük.
Önce biraz ders konuştuk, ödev sorularına baktık. Sonra konu saçma sapan şeylere kaydı. Sınıftaki çocukların saç stilleri, okulun kantin menüsü, birbirine asla yakışmayan çiftler… ben yine de onların arasında bir yerde Okan’ın bana bakışına takılıp kalmıştım. Bana gerçekten bakmış mıydı? Yoksa ben mi öyle görmek istemiştim?
Saat ilerledikçe herkes sırayla vedalaşmaya başladı. En son Zeynep’le baş başa kaldık. “Bak çok belli etme.” Dedi kısık sesle.
“Zeynep…”
“Tamam tamam sustum. Ama ben gözlerini okuyabiliyorum Seren. Her şey gözlerinden belli oluyor.” Ekran kapandıktan sonra odama sessizlik çözdü. Pencerenin perdesini biraz araladım. Sokak lambasının titrek ışığı odaya süzülüyordu. Başımı yastığa koydum. Kalbimde taşıdığım heyecanın adı artık çok netti. Söylemesem de, saklasam da, bir şeyler oluyordu işte. Bir şeyler… başladığı yerde durmayacak gibi.
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.