Hayatımın en acı günlerini yaşıyordum. Bu acı fiziksel değildi ama koltukta uzanmış, hareketsizdim. Elimde mavi renkli atkıyı kokladım; Gülçin’in kokusu gelince, aklımın yine bana oyunlar oynadığını anladım ve atkıyı yere attım. Bir yaz sabahıydı, acıdan üşüdüğüm bir sabah. Bütün uzuvlarım ağrıyordu. Midemde oluşan, kalbe doğru yayılan bir sızlama beni bitiriyordu. Tahmini 2,5 gündür burada hareketsizdim. Su içmek, tuvalete gitmek gibi hayati ihtiyaçlar aklıma bile gelmemişti. Şimdi hatırladım, kalkmam gerekiyordu.
Nasıl olurdu bütün yaşananlar, anılar nasıl olur da bir anda yaşanmamış olurdu? Bu acı beni öyle etkilemiş olmalı ki; eve girer girmez, kapıdan yatak odamdaki yatağa 15 adım olmasına rağmen ben, 5 adım uzaklıktaki petrol yeşili koltuğa kendimi atmıştım. Belki de bayılmıştım. Bir an yaşananlar tekrar gözümün önünden film şeridi gibi geçti.
Odamda, köşedeki yatağımda uzanmış buluşma saatinin gelmesini bekliyordum. O sırada, yatağımın tam çaprazında ama göz hizamda olan penceremden gülümseyerek kar yağışını izliyordum. Sesi ve görüntüsü insanı mest ediyordu; İstanbul’u böyle görmek ne güzeldi. Diğer arkadaşlarımın aksine kışı çok severim.
“Trink” mesaj sesi geldi birden. Yatağımın sol yanında duran komodin titredi. Telefonu elime aldım ve baktım ki arkadaşım Ömer mesaj atmış: “Ferman, yarım saate Gül Çiçek Pastanesi’nde ol, geliyorum.” Ben zaten hazırdım, yazmasını bekliyordum. Evden çıktım hemen. Kar çok yağmamıştı ama hava çok soğuktu. Pastaneye doğru yürüyordum. Üstümdeki mavi kaban ve başımdaki mavi bere beni koruyordu ama burnum soğuktan kırmızılaşmış, yanağım utanmış gibiydi.
Sonunda pastaneye ulaştım. Tahta camlı kapıyı açtım, boncuklar arasından geçtim. Yıl 2018 olmuştu. Eski tarz bir pastaneydi galiba, ya da bunu konsept haline getirmişlerdi. Gerçi ben, 20’li yaşların başında olmama rağmen eski tarz yerleri, müzikleri çok severdim. Pencere önünde iki kişilik bir masayı seçtim. Tahtadan eskitilmiş sandalye ve masalar hoş duruyordu. Oturdum seçtiğim sandalyeye. Garson çocuk geldi.
“Hoşgeldiniz, ne istersiniz?” dedi.
Ben de “Arkadaşımı bekliyorum. O gelince sipariş vereceğim,” dedim. Sonra yüzümde samimi bir tebessümle o güzel mekanı süzdüm. Masalar, ışıklar, tezgah, duvardaki tablolar… Her şey çok güzeldi. Ömer nereden bulmuştu bu mekanı?
Tam çaprazımda, duvar kenarındaki masada oturan bir genç kız gözüme çarptı. Tahmini benim yaşlarımdaydı. Üstünde mavi elbise ve yeni çıkartıp masaya koyduğu mavi renkli atkısı vardı. Bir an uyumlu giyindiğimizi düşündüm. Onun da burnunun kırmızılığı ve saçının nemli duruşu, benden az önce gelmiş olmasından başka bir şey değildi.
Birden o da bana döndü. Göz göze geldik. Ondaki farklılığı fark ettim. Gözlerini hiç kaçırmıyordu, utanmıyordu. Sonra bana hafifçe gülümsedi. Ben de önüme döndüm.
“Hadi artık Ömer nerede kaldı?” dedim içimden.
Ben Ömer’i beklerken garson o kızın yanına neden gitmiyor, sipariş götürmüyor diye şaşırdım. Sonra onun da benim gibi bir arkadaş mağduru olduğunu anladım.
O sırada telefonumdan “trink” mesaj sesi geldi. Yazan Ömer’di: “Çok önemli işim çıktı, gelemiyorum. Lütfen kusura bakma.” Eklendim. 45 dakikadır onu burada bekliyordum.
Şimdi kalkıp bir şey yemeden, içmeden buradan gitmek ayıp olur diye düşündüm. Aklıma bir fikir geldi: Neden bu güzel kızla tanışmıyorum? Onu da benim gibi arkadaşı ekmiş olmalı diye düşündüm.
Ona doğru baktığımda, beni izlerken yakaladım. İşte tam zamanıydı. Ona en samimi ve sevgi dolu gülümsememi sundum. O da gözlerini hiç kaçırmadan samimi bir şekilde gülümsedi.
Hemen yerimden kalkıp onun yanına gittim.
“Merhaba, oturabilir miyim?” dedim.
Kafasını onaylar gibi sallayarak ve gülümsemesi eksik olmadan “Tabii ki, buyurun,” dedi.
Yakından çok daha güzeldi. Orman gibi kahverengi gözleri, aynı renkte dalgalı saçları, gözlerinin altında çilleri, küçük burun ve çenesi, dolgun dudakları… Her şey bir uyum içindeydi. Ona bakarken, manzaraya bakar gibi uzaklara daldım. Elini ağzına götürüp, “Öhm, öhm” yaptı. Hemen fark ettim ki, onu 5 dakikadır sadece hayranlıkla, hiç konuşmadan izliyordum. Kendimi düzelttim.
“Adınız nedir?” dedim.
Yumuşak, ince ve masum bir sesle “Gülçin. Peki sizin adınız nedir?” dedi.
“Ferman benim de, memnun oldum. Sizi de arkadaşınız ekti galiba benim gibi,” dedim.
“Hayır,” dedi. Buraya neden geldiğini ve 45 dakikadır neden bir şey yapmadan oturduğunu söylemeyeceğini belli eden bir ses tonuyla.
O sırada gözüm garsona takıldı. Uzaktan bana şaşkınlık içinde bakıyordu.
“Peki Gülçin,” dedim. Sipariş vermek için garsona elimi kaldırdım.
“Sana eşlik etmemi ister misin?” dedim.
Garson bize doğru gelirken Gülçin “Eşlik ederim, ama sipariş vermeyeceğim, sadece sohbetine eşlik ederim,” dedi.
Garson gelince:
“Ben bir tane açık çay, yanında poğaça ve kurabiye istiyorum.”
“Peki efendim. Arkadaşınız gelmeyecek mi?”
“(Gülümseyerek) Eklendim, gelmeyecek.”
“(Samimi tebessümle) Anladım. Yerinizi neden değiştirdiniz, bir şey sizi rahatsız mı etti?”
“(Gülçin’e bakarak gülümsedim) Bir şey beni kendine çekti.”
“(Şaşırmış ve ürkmüş bir ifadeyle) Anladım,” dedi ve uzaklaştı.
Neden böyle bir tepki verdi anlamadım. Ama gözlerimi Gülçin’den alamıyordum. Galiba garson da ona göz koymuştu ve ben önce davranmıştım. Sanki bu bir oyunmuş ve ben kazanmışım gibi zaferle oturdum.
Masada duran atkısına bakarak:
“Hoş bir atkı, benim de en sevdiğim renk mavi.”
(Onun narin ve hoş boynunu saran atkıyı biraz kıskandığımı gizledim tabi.)
Konuşmadan keyif aldığını hissettirerek, “Teşekkür ederim. Evet, en sevdiğim renk tabi ki atkım,” dedi.
Yaklaşık bir buçuk saat sonra oradan çıkıp evime doğru yürümeye başladım. Onun benimle aynı yaşta olması, Edebiyat bölümünde 2. sınıf öğrencisi olduğu, kendinden 5 yaş büyük ablası olduğu, babasının kendi küçükken öldüğü ve üçünün hemen arkadaki sokakta oturduğu; konusu değil de daha çok gözleri aklımda kalmıştı.
Sanırım Ömer’in beni ekmesi, benim aşık olmamla sonuçlandı. Eve gidene kadar aklımda yarınki buluşmamızı düşündüm. Evet, yarın aynı saat, aynı yer için sözleştik Gülçin’le.
Sanki bu dışarıdaki soğuk beni üşütmüyordu ya da içimde yaşanan kıpırtı beni ısıtıyordu. Bir kış günüydü, sevinçten terlediğim bir kış.
Sonunda eve vardım. Çok sevinçliyim. Kapıdan 15 adım uzaklıkta olan odamda ki yatağım yerine, 5 adım uzakta olan petrol yeşili koltuğa attım kendimi. Sevinçten ellerimi kafamın arkasında bağladım ve pencereden benim hizamdan gözüken gökyüzünü izleyip Gülçin’i düşündüm.
O da beni düşünüyor muydu acaba? Ya da o garson çocuk, kızı ben kaptım diye üzülüyor muydu şimdi?
Neyse, sınavlara çalışmam lazımdı artık. Haftaya vizeler başlıyordu. İnşaat mühendisliğinin bu kadar zor olduğunu bilseydim keşke önceden. Gerçi hayalim bu değildi. İnsan gerçekten severek bir şey yapmazsa o iş ona zor gelirmiş. Sevgi aslında işleri kolaylaştıran şey, hayatın her yerinde geçerli bir kural.
Kalktım, bugünün sevinci ile çalıştım. Sonra buluşma için sabırsızlandığım için erken yatarsam daha çabuk sabah olur diye düşündüm içimden. Yatağıma uzandım. Odanın penceresinden gökyüzünü izlerken, Gülçin’in gözleri geldi aklıma. Sonra o mutluluk ve heyecan ile uyudum.
Güneş ışığı gözlerime vurdu. Yakıcı yaz güneşi değildi ama uyanıp pencereye doğru gittiğimde, zaten az yağmış olan karın eridiğini gördüm. Dışarıda tam bir bahar havası vardı. Serindi, güzeldi her şey. Ya da ben dünyaya sevgiyle bakıyordum sanki.
Buluşma saatine iki buçuk saat vardı daha diye düşündüm içimden. Elimi yüzümü yıkadım. Kendimce bir şarkı açıp kahvaltı hazırladım. Yüzümde en samimi ve sevgi dolu gülücüğüm vardı. Kahvaltımı yaptım ve hazırlandım hemen. Üstüme mavi beyaz ceketimi giydim. Bu sefer hava çok soğuk değildi. Siyah kot pantolon ve mavi beyaz ayakkabımı giydim. Evde duramıyordum, heyecandan onu gidip orada bekleyecektim.
Çıktım evden, yürümeye başladım. Tebessüm ile 20 dakika yürüdüm sokaklarda ve ulaştım. Kapıyı açtım, geçtim boncuklar arasından (bu mekanın müdavimi havasıyla) bu sefer dün onunla oturduğumuz masaya gittim, direkt oturdum.
Çok şaşırdım. Sanki hala masa o kokuyordu, lavanta kokusu vardı. Buluşma saatine 20 dakika vardı daha, aslında çok da erken gelmemiştim diye geçirdim içimden.
Garson geldi yanıma o sırada.
“Hoş geldiniz. Ne alırdınız?” dedi.
Gülümseyerek, “Arkadaşımı bekliyorum. O gelince sipariş vereceğiz,” dedim.
“Peki efendim,” dedi ve gitti.
Sanki dejavu yaşıyordum. Başladım yine beklemeye.
Benim oturduğum yer dükkanın duvardan taraftaki köşesiydi. Sağıma baktığımda camı görebiliyordum. Ama kapıya bakmak için arkaya biraz dönmem gerekiyordu. Her kapı ve boncuk sesi geldiğinde heyecanla oraya dönüp bakıyor, sonra kırgınlıkla önüme dönüyordum.
Bu 5-6 kere olmuştu. Buluşma saatimiz geçmişti, yarım saat önce gelmesi gerekiyordu. Gülçin de Ömer gibi beni ekmişti galiba.
10 dakika daha oturup kalktım yerimden kapıya doğru yürüdüm. Garsona baktım, o da anladı ekildiğimi, yanıma gelmedi.
Kapıdan çıktım, sağa döndüm.
“Telaşlı, merak ve sevgi dolu sesle” — “Nereye?” dedi.
Arkamı döndüm, hemen Gülçin gelmişti. Üzerinde gözleri kadar kahverengi kazağı, siyah pantolonu, kahverengi ayakkabısı vardı. Yüzümde güller açtı hemen.
Gülümseyerek, “Güzel bir kızla randevum vardı ama ekti beni,” dedim.
Gözlerinin içi gülerken, “İşi çıkmış olmalı kesin. Yoksa bu yakışıklıyı kaçırmazdı,” dedi.
“Anladım, geçelim mi pastaneye?”
“Bence yürüyelim, biraz sahile gidelim.”
“O an istese ölüme gideceğimi belli etmeden,” “Olur, tamam,” dedim.
Beraber yürümeye başladık. Çok mutlu ve huzurlu hissediyordum kendimi. Elim eline çarptı, birden kalbimde bir sızıntı hissettim. Mutluluk saçan bir şeydi ama baktım ona, kızardı biraz, utandı.
Ve artık bu şehirde en sevmediğim sokak olacaktı o sokağa girdiğimizde. Sonu sahildi.
5 dakika süren bu sokağın kaldırımı, sanki sırf bana inat, iki kişi yürümek için çok dardı. Gülçin önde, ben arkasında yürüdük.
Orayı “Bak, sonu sahil sokağın,” dedim.
“Evet, gördüm,” dedi.
O sırada onunla konuşurken, şaşkınlık, hayret ve korku ile mahalledekilerin bize baktığını gördüm. Acaba Gülçin’in tanıdığı birileri miydi? Öyle olsa selam verirlerdi diye düşündüm içimden.
Günleri kötü geçti herhalde. Şu an bunları düşünemem. Gülçin yanımda, mutlu ve huzurluydum.
Sahilde denize karşı bankta oturduk.
“Numaranı verir misin bana? İşin olduğunda yazarsın, ben de beklerim seni ona göre,” dedim.
Gözlerimin içine baktı, tebessüm etti.
“Telefon kullanmıyorum. Özgür biriyim,” dedi.
Gözleriyle büyülendiğim ve zaman dursun istediğim için ne cevap verdiğini çok umursamadım.
Ne güzel bir gündü benim için.
Bu günler arada bir hafta arayla 20 kere tekrarlandı sonra.
3,5 ay olmuştu biz tanışalı.
Gülçin çok farklıydı, onu bir türlü çözemedim.
Benle buluştuğunda başka kimseyle konuşmuyor, kimseye bakmıyordu.
Eğer bir mekandaysak, canının istemediğini söyleyip sipariş vermiyor, sadece benimle sohbet ediyordu.
Ama o gözlerle bana bakması yetiyordu aslında Gülçin’im.
Baharın son günleriydi artık.
Hava tişört giyecek kadar ısınmıştı.
İkimiz de mavi tişört ve siyah pantolon giymiştik, bankta oturuyorduk.
Başını omzuma koymuştu, sağ elimle dalgalı saçlarını okşuyordum.
Elim sanki bir tarak gibi saç tellerinin arasından geçiyordu.
“Canım, baksana şu buluta kalp şekli olmuş sanki,” dedi.
O her “canım” dediğinde ben 5 yaşında küçük çocukmuşum, babam işten gelirken bana çikolata ve çok istediğim o oyuncağı almış gibi çocukça sevinç doluyordu kalbime.
Çok mutluydum.
Gülümseyerek, “Olabilir canım, ya da bana duyduğun sevgi gözlerine oyunlar oynuyor,” dedim.
Sesli bir şekilde en samimi ve mutlu gülücüklerini sundu bana.
Sonra bana doğru döndü, gözüme baktı.
“Kesinlikle başka açıklaması olamaz,” dedi.
Onu alnından öpüp, tekrar başını omzuma koydum.
Yarın için sözleştik ve ayrıldık.
Eve gittim, koltuğa uzandım hemen.
Her buluşmadan sonra yaptığım gibi, uzanıp onu düşündüm.
Telefon çaldı birden, arayan abimdi, açtım.
“Ne yapıyorsun bakalım hayırsız, özledik seni!” dedi sevinçli bir sesle.
“Ben de sizi özledim, iyiyim evdeyim, siz ne yapıyorsunuz?” dedim.
“Bizde annem, ben, babam çay içiyoruz evdeyiz. Seni bir arayalım dedik. Malum sen hayırsız, aramazsın,” dedi.
“Biliyorsun abi, okul falan yoğun geçiyor,” dedim.
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.