- 1594 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
ÖLÜLERE SIRLAR KALKAR
Hep anılarımı yazmak isterdim ama olmadı, yazamadım. İçime çöreklenmiş bir istek olarak kaldı hep. Ya gerçeklerle yüzleşmekten korktum, ya da çevre baskısından. Çevremdeki insanları incitmek de vardı işin içinde. Yaşamım hakkında bazı şeyleri ben de doğru olarak bilmiyormuşum. Bunu ölünce anladım. Sağken anı defteri tutmadığıma sevindim. Ölüler sevinir mi? Evet sevinir. Önce öldükleri için sevinirler. Oynamakta oldukları rol bitmiş, sahne kapanmıştır. Özgürdürler. Oyun oynamak, oyuna hazırlanmak yoktur artık. Yakınların ve çevrendeki insanlar da yoktur. Onları üzme endişesi de. Çünkü o ilizyon dünya son bulmuş, yapılması gerekli olanlar yapılmış, defter kapanmıştır. Ben de gerçek olmayan bir anı defteri bırakmaktansa, öldükten sonra doğruları bildirmeye karar verdim. Ölüyüm artık. Benim hakkımda ne konuşacaklar diye bir endişem de yok. Zaten ‘’Medine oğlu Kenan’’ olarak namazım kılınırken ‘’Merhumu nasıl bilirsiniz?’’ sorusuna ‘’İyi biliriz.’’ Cevabı gelmiş, herkes hakkını helal etmişti. Şimdi hak helal etme sırası bende. Bakalım kimleri özgür, kimleri vicdanları ile baş başa bırakacağım.
Sala’da ‘’Medine oğlu Kenan’’ dediler. Tıknaz, bir ayağı aksak, fötr şapkalı, mezarımın başında çömelmiş dua eden babam bildiğim adamın adı hiç geçmedi. Anneler, hem o yalan dünyada hem de burada çok önemlidir. Planlanmış fani dünyanın mimarlarıdır anneler. Gerçek babayı sadece anneler bilir. Bazen onlar da bilemeyebilir ama doğuran her zaman bellidir. Başkası büyütmüş olsa da çocuğun gerçek annesi onu doğurandır. Göbek bağıyla bağlanan o bağ ne yaşarken ne de ölünce kopar. Eğer evladından önce ölmüşse, bu yüce kapıda da seni karşılayan gerçek annendir. Beni annem karşılamadı. Çünkü ben öldüğümde o daha yaşıyordu. Burada beni karşılayan sadece babamdı. Babam zannettiğim kişinin, ölümümden sonra arkamdan gelen bavulumun içinden, zarf içinde bulunan parayı alıp cebine yerleştirişini bu Alemin görünmez penceresinden gerçek babamla birlikte izledik. Aslında, o, biliyordu babam olmadığını ama, ne ben ne de diğer kardeşlerim ve akrabalar biliyordu bu gerçeği. Annemle beraber bu sırrı çok güzel saklamışlar, ben ise durumu öldüğüm zaman öğrenmiştim. Aslında, ilkokulda iken, bir akrabanın rahatsızlığında kan vermemiz gerekmiş, babamın kan gurubunu öğrenmiştim ama, o zamanlar, bu kan gurubundan 0RH pozitif kan gurubu olan bir çocuğun doğamayacağını bilmiyordum.
Ve sonraları da babamın kan gurubunu unutup gittim. Babamı annem kadar sevmeyişimi, ona mesafeli oluşumu, ona hiç sarılamayışımı ölünceye kadar suçluluk duygusu olarak içimde taşıdım.
Sarılmak! Sevgiyi iki bedenin dokunuşunda hissetmek memleketimin taa güneydoğu ucunda pek de sıklıkla yapılan bir davranış değildi. Hele hele babaların bir davranış biçimi hiç değildi. Önceleri bunu törelere bağlamışsam da, asırlardır genlerine kotlanmış bir kalp katılığı olduğunu artık biliyorum. Mezopotamya’nın kana doymayan topraklarında; ağa, eşkıya, devlet, töre baskılarıyla yaşamayı öğrenmiş bu toplum; katı bir kabuğun arkasında kendini koruyor, sevgi duygularını ise içinde varlığını bilmeden barındırıyordu. Çocuklar, çoğunlukla erkeklerin cinsel istekleri sonucunda dölleniyor, çaresiz anneler de aşiretler büyüsün ve güçlensin diye düzinelerce doğuruyorlardı. Bu nedenle, şimdilerde gökten zembille indirilmiş olduğu sanılan ve her birinin birer doğa harikası olduğu düşünülen çocukların aldığı sevgi ve ilginin zerresini bile göremiyordu bizim yörenin çocukları. Sokaklarda kendi kendimize büyürdük. Başımızın üstünde bir dam, tabağımız içinde bir lokma yeterde artardı bize.
Ben, dokuz kardeşin en büyüğüydüm. Annem boylu poslu, kumral, beyaz tenli ela gözlü incecik bir kadındı. Sağken gördüğüm o yöredeki kazılarda çıkan mozaiklerdeki kadınlara benziyordu. Ben kısa boylu, tıknaz devlet memuru olan babama hiç benzemiyordum. Annem gibi uzun boylu ve ela gözlüydüm ama, saçlarım simsiyah ve hafif dalgalıydı. Bu özelliğimi, kaçakçılık yaparken sınırda mayına basarak gencecik ölen, kökeni Asurlulara dayanan gerçek babamın genlerinden aldığımı artık biliyorum.
Kaçakçılık, o zamanlar bölgenin tek kazanç kapısıydı. Hizmetin az da olsa ancak Cumhuriyetten sonra gidebildiği yörede, kaçakçılık utanılacak bir meslek değildi. Hatta yöre halkı tarafından kahraman olarak görülürlerdi. Bir adres sormanız gerektiğinde;
‘’köşeyi dön, kaçakçıların evini geçtikten sonraki ev’’ diye tarif ederler kimse bu işi yaptığını saklamazdı. Tek kollu, tek bacaklı erkekleri görmek sıradan bir olaydı.
On beş yaş civarlarındaydım. Damda, kardeşlerimle beraber, dolun ayın ışıkları altında uyurken bir rüya gördüm. Rüyamda; bizim bu yörelerde olduğu anlaşılan bir köy sokağında yürüyordum. Sokağın iki tarafına tahta kapılı, iki katlı toprak evler sıralanmıştı. Hiç birinin dış sıvası yoktu. Toprak renginde çiçeksiz yeşilsiz bir sokaktı. O kadar dardı ki, iki kişinin bile yan yana yürümesi zordu. Bu sokakta etrafa bakınarak yürürken bir deve kervanının aşağılardan sokağa girdiğini gördüm. Benim bulunduğum tarafa doğru ağır ağır ilerliyorlardı. Durdum seyretmeye başladım. Develer çok güzel süslenmişlerdi. O renksiz sokak birden onlarca renge büründü. Boyunlarına koca koca mavi boncuklardan yapılmış kolyeler asılmıştı. Boncukların aralarına ise pirinçten yapılmış küçük ziller takılmıştı. Develer yürüdükçe zillerden çıkan sesler ancak dünyanın doğusunda duyabileceğiniz melodileri anımsatıyordu. Üzerlerine ise küçücük kızların dokuduğu halılar konulmuştu. Halı desenlerini öğle güzel hatırlıyorum ki, dokumayı bilsem bu gün o halıları hiç şaşırmadan işleyebilirim. Ortası, kıpkırmızı dört kafalı yengeç gibiydi. Bu motif lacivert bir dörtgenin içine alınmış, dörtgenin kenarları ise türkuaz renkli L şeklinde motiflerle süslenmişti. Dörtgenin iki ucundan yine türkuaz renkli dallar uzanmış, kıpkırmızı zemin üstüne rekgarenk yıldızlar saçılmıştı. Halının iki ucuna ise doğal yün renginde püsküller örülmüş, uçları da renkli boncuklarla kapatılmıştı. Develer kocaman işveli gözleri ile sanki tebessüm eder gibi ağır ağır yürüyor, yanlarına asılmış renkli heybelerini samsadan taşıyorlardı. Bana yaklaştıkları zaman ise yol o kadar sıkıştı ki, önünde durduğum evin hafif aralık kapısını iteleyip, tahta eşiği atlayarak içeriye attım kendimi. Avluda ağzı katlanarak açılmış içi buğday dolu bir çuval duruyordu. Tam karşıda ise tahta basamaklarla yukarıya çıkılıyordu. Bu ev bana o kadar tanıdık gelmişti ki, rüyadan sanki kendi evimden çıkmış gibi uyandım. Şimdi biliyorum ki bu ev yöremin en güney ucunda sınır köyünde babamın doğduğu, büyüdüğü ve ölünceye kadar yaşadığı evdi. Karşı evde ise annem doğmuş büyümüş yaşamıştı.
Babamla annem kökeni ta Sasaniler’e uzanan bu köyde birlikte büyümüşlerdi. Müslüman Asuri’ydiler ve buralarda asılardır Arapça konuşuluyordu. Annem hiç Türkçe bilmiyor, babam ise Türkçeyi ağır bir aksanla konuşuyordu. Resmi işlemler dışında Türkçeye gerek yoktu. Çocuklar ancak okula gidince bu dili öğreniyorlardı. O zamanlar buralara ne Devletin radyosu ne de Gazetesi ulaşıyordu, Arapça iletişim araçları ise elin erişebileceği uzaklıktaydı. Annem babamdan beş yaş küçüktü. Ailelerin de oluruyla bu yaz evleneceklerdi. Başlık parası için babam sınırı bir kere daha geçmek zorundaydı.
Anemin de babamın da ailesi yedi göbek öteden kaçakçıydılar. Bir büyük ses sanatçımızın da dediği gibi;
‘’Bizim oralarda Oxford vardı da biz mi okumadık?’’ hesabı, başka ekmek kapısı yoktu maalesef. Verimli topraklar, Dicle ve Fırat’tan yeterince yararlanılamadığı için, tarımdan da verim alınamıyordu. Oralarda köyün ihtiyacını giderebilecek kadar ekim yapılıyordu. Tarlalar, havuzlarda biriktirilen sularla sulanırdı. Bu havuzlar aynı zamanda çocukların da eğlence yeriydi. Annem ve babam yüzmeyi bu havuzlarda öğrenmişlerdi. Benin bile ilk yüzme deneyimlerim sulama havuzlarında olmuştur.
Bu köyde kaçgöç yoktu. Kızlar erkekler bir arada büyür, düğünlerde birlikte halaylar çekilirdi. Evlilikler de yine bu gençler arasında olurdu. Bazılarına ise beşik kertmesi yapılırdı. Zaman zaman sınırda ki diğer Ülke köyünden de kız alındığı olursa da mezhep farklılığı nedeniyle bu evlilikler tek tük, sadece büyük aşklar sonucu yapılırdı.
Babamla, annem birlikte büyüdüler diyebiliriz. Farkına varmadan aşık oldular birbirlerine. Aşkın ne olduğunu bilmiyorlardı ama, biri yokken diğeri eksikti. Yaz geceleri, damlarda yatarken, onları adeta üstlerinde imiş gibi yakından izleyen, hevenk hevenk yıldızları seyretmenin tadı yalnızken aynı değildi. Annem, babamın her sınırı geçtiği zaman, bu yıldızları, yalnız, uykusuz ve korku içinde seyrederdi. Sabaha kadar uyanık bekler, bir silah sesi, bir patlama sesi duyarım korkusuyla kulaklarını tıkardı. Sabaha karşı babamın eve tek parça olarak girdiğini görmeden de yatmazdı.
Buraların kızları erken yaşlarda gelişir. Mezopotamya gibi sıcak ve bereketlidirler. Evlerinin damında, işte böyle bir gecede, ufukta okyanus gibi Harran Ovası dalgalanır, tepelerinde tutacak kadar yakın yıldızlar parlarken, sıcak çöl esintisinin ısıttığı gök kubbenin altında, nasıl olsa evlenecekleri için birlikte olmakta mahsur görmemişler, ben ise tam bir ‘’aşk çocuğu’’ olarak annemin verimli rahmine düşmüşüm
.
Annem, babamı düğün arifesinde, yine damda beklerken hava sonbahar hüznünü taşıyormuş. Ay karanlık, yıldızlar bulutların arkasına saklanmış, sınır boylarında ise şimşekler çakıyormuş. Fırtınalı, yağmurlu gecede son şimşek çaktığında ise annemin rahminde sanki bir kelebek çaresizce kanat çırpmış, acı olayın habercisi gibi.
Babam kanlı Mezopotamya topraklarına parçalar halinde dağılırken ben bir aylıkmışım. Annemin, göğsünü mosmor eden yumruklarla ağıt yaktığı sahneyi bir defa da ben öldüğümde görecektim.
Bir ay içinde, ölümle ilgili Resmi işlemlerde bulunan devlet memuru babamla, ağırlığınca altın değerinde olan dünyalar güzeli annem, on beş yaşında, başlık parası istenmeden evlendirilmiş. Yedi ay sonra doğmuşum. Aceleci taraflarım nedeniyle bana;
‘’yedi aylık, sende’’ demelerine rağmen, aslında dokuz ayı tamamladığımı da ancak öldükten sonra öğrendim.
İlk, Orta ve Lise eğitimimi, medeniyetlerin beşiği bereketli Mezopotamya topraklarında tamamladım. O zamanlar bizim için iki büyük güç vardı. Yöremizde Aşiret Reisi Ağalarımız, Ankara’da ise Devlet. Türkler, Kürtler, Süryaniler birlikte kardeşçe yaşardık Gerçi bizler çocukken Papazlara biraz sıkıntılı anlar yaşatır, onların dini törenlerinde toprak altına gömdükleri ‘’Haç’larını’’ gizlice çıkarır ve yok ederdik. Bu yaptığımız çocukça tacizden ilerde ki zamanlarda çok utandım. En büyük hobim olan ‘’Felsefe’’ye bir Süryani Papaz tarafından başlatılmış ve çok sevmiştim. Sokrates, Plüton, Eflatun ve onlar gibi diğer filozofların kitaplarını onun kütüphanesinden aldığım kitaplardan öğrendim. Ben öleli yıllar oldu. Şimdilerde ‘’Öbür Dünya’’ penceresinden baktığımda, Süryaniler yok denecek kadar azalmış ve bir zamanlar kardeşçe yaşadığımız halklar birbirini öldürüyor. Her iki dünyayı da tanıyan bir insan olarak artık biliyorum ki bulunduğunuz dünya bir hayal dünyası, orada her şey kocaman bir yanılgı. Nefsinize ve hırslarınıza uyarak yaptığınız kötülükler ruhunuzu kirletiyor. Nerede Mezopotamya’da yaşamış eski halkların Kralları? Onlara kalabildi mi bu topraklar? Bırakın artık bu kanlı toprakları daha fazla kanla sulamayı. Şimdi, bulunduğum gerçek dünya da ise, kimse ırkına ve milliyetine göre değil, yaptıkları iyi ve kötü şeylerden İlahi Adaletin, bir tüy düştüğünde bile dengesi bozulan terazisinde tartılıyor.
Aslında evimizde Arapça konuşuluyordu. Ancak ben, hem dünyada ki babamın Devlet Memuru olması, hem yutarcasına okuduğum yüzlerce kitap, hem de Cumhuriyet Döneminde biraz da olsa hatırlandığımızdan, Atatürk’ün iyi yetişmiş fedakâr öğretmenleri sayesinde Türkçeyi hiç aksansız, çok güzel konuştum. Okulda yapılan bütün törenlerde şiirleri ben okudum. Okul müsamerelerinde rol aldım. O yörenin insanları gibi uzun boylu olduğumdan, altında yaşamaktan her zaman gurur duyduğum Bayrağımızı hep ben taşıdım.
Benden sonra kızlı erkekli dokuz kardeşim daha oldu. Dünyada ki babam hepimize eşit davrandı. O zamanlar babalar sevgilerini göstermediklerinden, Annemizin etekleri altında, kardeş dayanışması ile yaşadık gittik. Annem ise Devlet Memurun eşi olarak çevreden hep saygı gördü. Babam onu, kendince çok sevdi. O zaman bilmediğim annemin geçmişini hiç dile getirmedi. Ne anneme ne de biz çocuklara şiddet uyguladı. Babamı iş yerinde masasının başında, sürtünmekten parlamış siyah saten kollukları ile evraklar arasına gömülmüş çalışırken hatırlıyorum. Benden yıllarca sonra ölen ‘’dünyada ki babamla’’ nedense öbür dünyada hiç karşılaşmadık. Sanırım farklı boyutlardaydık. Ama ben onu, ölümünden sonra, tek oğlumun annesi olan eşimin, geçirdiği bir ameliyat sonrası uyuduğu sırada, başucunda ki sandalyede otururken gördüm. Ölmeden evvel eşime; ‘’her ahvalde senin ve oğlumun yanında olacağım’’ sözü verdiğimden, ben de oradaydım. Orada bulunuşuna bir anlam veremedim. Arkamdan gelen bavulumda ki parayı cebine koymasının utancını yaşıyordu besbelli. Eşim birdenbire uyandı ve onu sandalyede gördü. İşte o an bir ışık huzmesi gibi sandalyeden yükseldi ve karanlık kapı ardında kaybolup gitti. Hastaneden çıkıncaya kadar eşimin bu ilizyonu birkaç defa daha gördüğünü fark ettim. O da durumu anlamış olmalı ki, eve çıkınca, sabah ezanında ettiği dualar eşliğinde ona ‘’hakkını helal’’ etti. Dünyada ki babamı bir daha ailemin yakınında hiç görmedim. Eşim de o ‘’ilizyondan’’ kurtuldu
Yaramaz ve çok hareketli bir çocuktum. Annem beni zapdetmekte güçlük çekerdi. Faydalı faydasız, merak ettiğim herşeyin arkasından gider, şimdi ‘’Dünya Mirası’’ olan şehrimin labirent gibi olan sokaklarında kaybolurdum. Birinin damının, diğerinin avlusu olduğu evlerde akrep yakalamağa çalıştığım bile olmuştur. Böyle bir günde, diğer çocuklardan da bunalmış olan annem beni sakinleştiremeyince, ceza olarak yoldan geçen seyyar sünnetçiye beni sünnet ettiriverdi. İşte böylece düğünsüz, kınasız, takısız, erkekliğe geçiverdim. Erkekliğe ikici geçişim ise, önce korkuyla başladı ama sonra, Büyük Şehirde, eğitime gidinceye kadar keyifle devam etti.
Ortaokulu bitirmiş, liseye başlamıştım. Artık ‘’kara önlüklerden’’ kurtulmuş, Gri pantolon, lacivert ceket giyiyor, beyaz gömlek üstüne lacivert kravat bile takıyordum. Başımda ise okul amblemini taşıyan kasketim, sağ kaşıma doğru biraz yamultulmuş olarak, bıçkın delikanlılık işaretimdi. Çantayı da atmıştım. Kitaplarım, en üstte, lisede olduğumu belli edecek şekilde dizilmiş olarak kolumun altında olurdu. Evden okula kadar vakur bir şekilde ağır adımlarla yürür, komşu evlerinin önünden geçerek okula ulaşırdım. Evlerin birinin pencere perdesinin ben geçerken hafifçe aralandığını ve bir çift gözün beni izlediğini hisseder, hiç ciddiye almazdım. Bir gün bu evin önünden geçerken, kapı aralandı ve kuvvetli bir el beni hızla içeriye çekti. Ne olduğumu anlamadan, korku içinde, perdeleri sıkıca kapatılmış loş bir odada, kendimi bir teyzenin kollarında buldum. Bana teyze gibi gözüktü ama şimdi düşündüğümde kırklarında bile değildi herhalde. Bu, kocasını mayına vermiş, çevresine göre, siyahlar giyip, ölümünü beklemesi gerektiğine inanılan dul bir hanımdı. Ama hormonları aynı fikirde değildi. Beni müşfik ve maharetli ellerine aldı ve bir daha da bırakmadı. Eğitim için büyük şehre gittiğim yıllarıma kadar, bazen okula giderken, bazen okul çıkışında hafif aralı kapıdan süzülür, kendimi bu sıcak kadının kollarına atardım. İkimizde bu durumu senelerce sır gibi sakladık.
Lise bitmiş, bir meslek seçme zamanım gelmişti. Babam asker olmamı istiyor, ‘’ölüsü de dirisi de para’’ diye beni teşvik etmeye çalışıyordu. Aslında tek bir maaşla koca bir aile geçindirmeye, kızlar dahil bütün çocuklarını okutmaya çalışan babam, beni yatılı olarak devletin kollarına atıp, en azından geleceğimi kurtaracak ve aynı zamanda parasal olarak biraz rahatlayacaktı. Bana da bu öneri uygun geldi, asker olmaya karar verdim. Ancak hangi sınıfı seçeceğime henüz karar verememiştim. Annem kemikleşmiş ölüm korkusundan dolayı, Havacı veya Jandarma olmamı istemiyor, Askeri Doktor veya Askeri Öğretmen olmamı arzu ediyordu. Karar arifesinde, yine çok sıcak bir gecede her zamanki gibi evimizin damında adeta üzerime kadar inmiş yıldızları seyrederken, uyumuş olmalıyım ki bir rüya gördüm.
Kendimi, şehrimin sokaklarında çılgınca koşarken gördüm. Önüme yollar çıkıyor, hangisini alacağımı bilemiyordum. Hangi merdivene tırmansam, yukarılara ulaşamadan basamaklar bitiveriyordu. Kan ter içinde başka merdivene koşuyor, aynı sonuçla karşılaşıyordum. Çaresiz ve bitkin bir köşeye yığıldığımda yanımda genç bir adam belirdi.
‘’Ben senin rehberinim, gideceğin yolu ben göstereceğim’’ deyip, aldı beni yukarılara uçurdu. Yemyeşil bir dağın tepesine indiğimizde sanki bütün dünya ayaklarımın altına serilmişti. Dağları, Denizleri, Okyanusları, Nehirleri, Ülkeleri bir bakışta görebiliyordum.
‘’Bundan sonra seçim senin, korkma, atlarsan uçabilirsin’’ dedi ve geldiği gibi aniden yok oldu.
Kendimi dağın tepesinden aşağıya bırakıverdim. Allahım ne güzel bir duyguydu uçmak. Sanki tüy gibi hafiflemiş, bütün dertlerimden arınmıştım. Dünyada iken hiç yaşamadığım bir huzur duygusuyla, uçtum uçtum. Aşağıya yaklaştığımda altımda kocaman büyük bir cam sera belirmişti. İçinde binlerce kuş uçmakta, kırlangıçların kanatları cama çarpıp, çok hoş sesler çıkartmaktaydı. Aniden uyandım ve o müthiş mutluluk duygusunun da aniden kaybolduğunu endişeyle hissettim.
Kararımı vermiştim. Havacılığı seçecektim. Aylar sonra, şapkamda o kırlangıçların kanadı olan üniforması içinde, boylu poslu, çakı gibi havacı öğrenci olmuştum.
Askeri Okulda hayatımın en güzel günlerini geçirdim. Bütün vatan evlatlarını hiçbir ayırım yapmadan bağrına basan bu Kurumda bulunduğum zaman içinde neler öğrendim neler. Çok şey bildiğimizi zannedip, meğer hiçbir şey bilmiyormuşuz. Görgü Kurallarından tut, İnsan İlişkilerine, Yabancı Dil Eğitiminden, Mesleki Eğitime kadar, hatta Dansı bile bu kutsal çatı altında öğrendim. Eğitimim boyunca, birçok defa doğduğum şehre gittim. Üniformamla şehrin sokaklarında gezerken annem, babam ve kardeşlerim bana gururla eşlik ederlerdi. Bu sırada, aralanmış perdenin arkasından bir çift arzulu gözün beni izlediğini bilirdim. Ama ben artık kolundan çekilip içeri alınacak o liseli çocuk değildim.
Hem sıradan derslerde, hem de uçuş eğitimimde çok başarılıydım. Uçmayı çok sevdim. Her uçuş anında yıldızlı yaz gecesinde damda uyurken gördüğüm rüyadaki dingin mutluluğu hissettim. Felsefe hobim devam ediyor, bol bol okuyordum. Arada küçük hikayeler ve şiirler de yazdığım oluyordu. Dünyada ve Ülkemde olup biten her şeyle ilgiliydim. Hafta sonlarında ise, arkadaşlarla, sinemaya, tiyatroya ve dansa giderdik. Böyle bir hafta sonu ilerde eşim olacak genç kızla tanışıp ona aşık oldum. Evlenme teklifime olumlu cevap alırken, bu kararda üniformamın ne kadar rolü olduğunu inanın bugün bile bilmiyorum. Evlendik, bir de oğlumuz oldu. Evliliğimiz boyunca çok şey paylaştık. Ona doğduğum şehri, çocukluğumu, yaşanmış hikayeleri, töreleri, oradaki yaşam biçimlerini, annemi, kardeşlerimi anlattım. Babamdan çok az bahsederdim. Bana hiçbir zaman kötü davranmadığı halde, neden babama sıcaklık duyamadığımı öldükten sonra anladım. Ama en çokta sıcak yaz gecelerinde, evimizin damında, yıldızlar altında uyumadan önce kurduğum, hayalleri dile getirirdim.
Çok iyi bir savaş pilotu oldum. Gösterilerde akrobasiler yaptım. Evimin duvarları, aldığım madalyalarla süslendi. Öbür Alemin gizli penceresinden baktığım zaman, oğlumun bu madalyalarını itinayla sakladığını görüyorum.
Yaşadığım sürede gördüğüm rüyalar bana hep mesajlar vermiş ama ben bu rüyaları ancak öldükten sonra çözümleyebilmiştim. Bu gördüğüm, rüya ise daha çok karabasana benziyordu.
‘’Denizde yüzüyordum. Güneş yeni doğmuş, ışıkları denizi süt rengine boyamıştı. Köpükler arasında yüzerken karşıda Denizkızları beni seyrediyor, yanlarına çağırıyorlardı. Onların işveli kahkahalarını duyuyor, ama bir kulaç bile atamıyordum. Sahilde eşim ve oğlum ise el ediyor, onlara dönmemi istiyorlardı. Tam o sırada kapkara bir deniz kuşu beni koca pençeleri ile yakalayıp havaya kaldırdı, uçurdu uçurdu ve uzaklarda bir yerde pençesinden bıraktı. Yatağımda, sanki yukarıdan atılmış gibi sarsıldım ve kan ter içinde uyandım. Bir ay sonra da ileri eğitim için Amerika’ya gönderildim.
Benim yaşadığım zamanın Türkiye’sinden Amerika’ya gitmek sanki zamanda boyut atlamak gibiydi. Her şey çok büyük, her şey çok güzel ama her şey çok yapaydı. Yıldızlar benim Ülkemde ki gibi, yakın, hevenk hevenk ve parlak değillerdi. Ya da ülke o kadar ışıklandırılmıştı ki, yıldızlar parlamaya utanıyorlardı. İlk birkaç ay alışmaya çalışarak geçti. Amerikalı meslektaşlarım ilk önce bana uzaylıymışım gibi baktılar. Uzun boylu, beyaz tenli, ela gözlü, yakışıklı bir Türk. Bu batılı görünüş, onların kafalarındaki Türk tipine uymuyordu. Sonradan çok iyi arkadaş olduk. Kore Savaşında ki ‘’Kahraman Türk’’ imajı ilişkileri ısıtmakta yardımcı oluyordu. Aslında politikaları bir tarafa bırakırsak, onlar da vatanlarını seven, ailelerine ve çocuklarına bağlı, iyi askerlerdi. İngilizcem ilerledikçe daha iyi kaynaştık. Evlerine davet eder, ülkelerinin zenginlikleri ile övünmeye bayılırlardı. Gittiğim her misafirlikte ilk işleri, bizde henüz bulunmayan televizyonlarını açmak olur, yan gözle de tepkimi görmeğe çalışırlardı. Bense hayatım hep televizyonla geçmiş gibi oralı olmaz, onları hayal kırıklığına uğratırdım.
Her sabah olduğu gibi bu sabah da masama ertesi gün için görev emrim bırakıldı. Amerikalı pilot beraberliğinde, yeni bir uçakla, deneme uçuşu yapacaktım. Olağan bir görevdi. Daha önce onlarca defa yapmıştım. Günlük rutin işlerime devam ettim. Akşam karargahın lokantasıda yemeğimi yiyip, erkenden odama çıktım. Bir huzursuzluk vardı içimde. Ailemi, vatanımı, annemi özlemiştim. Neyse ki dört haftalık bir eğitim kalmıştı geriye. Nedense ‘’gezmeye yaban eller, ölmeye vatan yahşi’’ türküsü takılmıştı dudaklarıma. Söylemek istemiyor, ama türküyü mırıldanırken buluyordum kendimi. Başucumda ki etajerde duran eşimin ve oğlumun fotoğrafına ilişti gözüm. Bu da bize Amerikalılardan geçen bir adetti. Yoksa, bizim yörelerde iş yerinde hele ki eşinin resmini masaya koymak, deli olmakla eş değerdi. Bir taraftan resme bakıp, bir taraftan da hem eşime hem de anneme mektup yazmağa başladım. Eşimle birbirimize yazdığımız mektuplar, adeta edebiyat şaheseridir. Sayfalarca yazarız. Okurken oralarda yaşar gibi oluruz. Sevgimizi sayfalarca anlatırız birbirimize. Şimdilerde sevenler, iki nokta üç parantez, bir gülücük işaretine nasıl sığdırıyorlar aşklarını hiç anlamıyorum. Mektupları zarflayıp, ertesi gün postalamak üzere başucuma koydum. Her zamanki gibi kitabımı alıp, yatağıma uzandım. Dalmışım. Rüyamda birisi geldi yanıma. Öyle masallardaki gibi ak sakallı ihtiyar değildi. Sıradan modern giysili bir adamdı.
‘’gel seni bir yere götüreceğim’’ dedi. İsteksizce yatağımdan kalkıp onu takip ettim. Güzel bir koruluğa geldik. Beni çiçeklerle bezenmiş iki mezarın başına götürdü. Biri küçük, diğeri büyük bir mezardı.
‘’bunlar ne?’’ dedim.
‘’senin mezarların’’ dedi
‘’ neden iki tane?’’
‘’birisini önce kullanacaksın, diğerini sonra’’
Yine ter içinde uyandım. Rüyayı dilime takılan türküyle ilgilendirip, uyumaya devam ettim. Ertesi sabah ise tamamen unuttum.
Sabah duş aldım, tıraş oldum sıkı bir kahvaltı ettim. Eşime;
‘’nerede olursam olayım, hangi halde olursam olayım, iyi ve kötü gününüzde, bir kaldırımdan caddeye inerken bile senin ve oğlumun yanında olup elinizi tutacağım’’ cümlelerini içeren mektubumu posta kutusuna atıp, uçağı teslim alacağım hangara emin adımlarla yürüdüm.
Anılarımda kaza anını ve teknik detayları anlatmak istemiyorum. Zaten bütün olanlar saniyeler kadar kısa zamanda oldubitti. Önemli olan benim hiç acı hissetmemem, hatta mutluluk duymamdır. Bir kuş gibi hafiftim. Zaman diye bir şey yoktu. Ve ben sanki hiç dünyada yaşamamış, hep bu olmam gereken halde ve yerdeydim. İşte yanımda öz babam, bu alemin gizli penceresinden dünyayı seyrediyordum.
Beni önce gül ağacından yapılmış küçük sanduka mezarıma koydular ve memleketime gönderdiler. Türk Bayrağına sarılı tabutum ise o tutkuyla sevdiğim, doğduğum şehre götürüldü. Mezopotamya’nın kana doymamış topraklarında babamın yanına büyük mezarıma defnettiler.
Seneler sonra önce dünyadaki babam, sonrada annem öldü. Babamı kimler karşıladı bilmiyorum, ama annemi ben, öz babamla beraber karşıladım. Annem için sanki aradan o kadar uzun yıllar geçmemiş, az önce babamla damda yıldızları birlikte seyretmiş gibiydiler. O zaman annemin ruh ikizinin öz babam olduğunu anladım. Dünyadaki babama sadece saygı duymuş, hayatı sürükleyerek yaşamıştı.
Aslında beni kimse göremez ama, sık sık, yaşadığım yerlere gider, evimizin damından güzel şehrimi ve Okyanus gibi Harran Ovasını seyrederim. Eşim ve oğlum ise iyi ve kötü her durumda yanlarında olduğumu bilirler.
YORUMLAR
Ayten hanım muhteşemsiniz. Bir gün insanlar sizin yeteneğinizi fark ettiklerinde ben ilk takipçilerinizden bir olmanın gururunu yaşayacağım herhalde. Bu ne kadar güzel bir konu, ne güzel bir kurgu! Anlatım, konu geçişleri mükemmel. Onca işimin arasında büyük bir keyifle okudum.
Binlerce sayfa kitapla anlatılamayan aşkı bir cümleyle ne de güzel anlatmışsınız; "Aşkın ne olduğunu bilmiyorlardı ama, biri yokken diğeri eksikti." Kelimeler adeta dans ediyor. Bugünün yavan aşklarına yaptığınız vurgu da mükemmel; "Şimdilerde sevenler, iki nokta üç parantez, bir gülücük işaretine nasıl sığdırıyorlar aşklarını hiç anlamıyorum."
Edebiyat, Tarih, Felsefe, Aşk, Cinsellik... Hepsi bir arada ve tam dozunda.
Kendinizle ne kadar gurur duysanız azdır. İyi ki varsınız, iyi ki buradasınız...
Ayten Tekin
VarolT
Öncelikle şunu belirtmeliyim ki hiçbir şey için geç kalmış değilsiniz. Çok sevdiğim Aydın BOYSAN'ı geçenlerde bir TV programında izledim. "Ben 65 yaşından sonra 6 tane kitap yazdım" diyordu.
Hayat mücadelesi bizi bazen ayakta kalabilmek için hiç beklemediğimiz yada istemediğimiz durumlara sokabiliyor. Ben de sizden farklı değilim. 15 yaşında vermek zorunda kaldığım bir karardan dolayı 22 yıl çokta sevmediğim bir meslekte çalışmak zorunda kaldım. Bu süre zarfında üniversiteyi bitirip yüksek lisans yaptım. 35 yaşından sonra lise öğrencileri ile birlikte ingilizce kurslarına gidip dil öğrendim. "Martı" kitabındaki gibi etrafımdakiler beni hep yadırgadı. Bugün özel sektörde kendimi çok daha iyi bir işte çalışıyorsam geçmişte yaptıklarımdan dolayıdır. Şimdi 2 kızım var ve sevdikleri işi yapmaları için her türlü desteği sağlıyorum. Büyüğü doktor olmak istedi ve Tıp fakültesi 3. sınıfı bitirdi. Küçüğü Ben Hostes olmak istiyorum dedi, bu sene bu konu ile ilgili bir Meslek Okuluna Kaydettireceğim. Baba, ben 4 yılık okula gitmezsem bana kızmaz mısın diye sorduğunda, onun sevdiği işi yapan Mutlu bir birey olasından başka hiçbir şeyi önemsemediğimi söyledim.
Sizin yazılarınız edebi açıdan gerçekten çok yüksek bir düzeyde. Sadece okumayı çok seven bir millet değiliz. Edebiyat başlığı altında bir araya gelen insanların oluşturduğu bu sitede bile yazı biraz uzunsa okunmaktan vaz geçilebiliyor. Eğer daha fazla okuyucuya ulaşmak isterseniz yazılarınızı arkası yarın şeklinde yazmanızda fayda var. Er veya geç kıymetiniz bilinecek buna emin olun ve lütfen vaz geçmeyin. Zamanı gelince de bu öykülerinizi kitaplaştırın.
Ümitsiz insan boş şişeye benzer. Hayal ettiğimiz sürece varız. Ortak bakış açımızı fark edince biraz uzun yazdım, kusura bakmayın. Bu vesile ile sohbet etmişiz gibi hissettim.
Saygılarımla,
Ayten Tekin
Uzun olduğu için hikayemin okunmadığının farkındayım. Ama ''Mazbut Mahalle'' de parçalamayı denedim. Her birinin okuma sayısına bakınca kiminin sadece sonuncuyu okuduğunu, kiminin birinciden sonra okumayı bıraktığını gördüm. İlk kısmının okuma adedi ile diğerlerinin okuma adedi bambaşka. Parçalanınca ilgi dağılıyor. Onun için bunu tek parça yolladım. Eğer sararsa devam ederler diye düşündüm. Neyse, daha bu sitede yeniyim. Anladığım kadarıyla yazarların belli bir arkadaş çevresi var. Ve sanırım dini içerikli yazılar daha revaçta. Sizi kendinizi yetiştirmeniz konusunda tebrik ederim. İngilizce biliyorum ve 65 yaşından sonra Almanca kurslarına başladım. Ben de acaip bakışlarla karşılaşıyorum. Bu kadın burada ne yapıyor diye. 6 senedir, hem Almanca hem de Bilgisayar Kurslarına devam ediyorum. Komşularım beni yadırgıyor. 70 yaşında ki kadın oturmuş yazıyor diye. Ama hiçbir şey yapmadan ölümü beklemeye niyetim yok. Sizi tanıdığım için mutluyum. Allah siizi ve ailenizi korusun. Sevgiler.
VarolT
Yazdıklarınız karşısında ne diyeyim bilemiyorum, önünüzde saygı ile eğiliyorum. Ben de sizi tanımaktan dolayı çok mutluyum. Bu arada ne güzel başarılara imza atmışsınız. Gurur duydum.